Müzik
29 Haziran 2014 Pazar
Antalya'nın canını yaktılar . .
27 Haziran 2014 Cuma
Kadına Şiddete Karşı Cuma Hutbesi
Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar İnisiyatifi olarak, önemli bir toplumsal sorun olan kadına şiddet meselesine Müslümanlar'ın dikkatini çekmek üzere yola çıktık. Bu amaçla, Müslüman erkeklerin dini eğitiminde birinci sırada yer tutan Cuma hutbelerinin, sorunun çözümüne büyük katkısı olabileceğini düşündüğümüz için kollarımızı sıvadık; kadına şiddete karşı bir Cuma hutbesi okutulmasının peşine düştük. Fakat görüşmelerimiz sonuçsuz kaldı. Bu yakıcı sorunun, yetkililerin gözünde sıradan bir mesele olarak kavrandığına şahit olduk. Pes etmedik, sözümüzü mümkün olan her yolla yaymaya devam edeceğiz. Ta ki bu meselenin ciddiyeti kavranana ve sorunu çözmek için harekete geçilene kadar...
Uçuyorum diyorlar , ama Düşüyorum oluyor sonu . .
Gençlere yeni tuzak: Bonzai
"Midemiz boş olduğu halde sürekli kusuyorduk. Ciğerlerimiz ağzımından çıkacaktı, en son tövbe ettik. Böyle bir kafa yok. Bunun bir krizi var, geldi mi her şeyi yaptırır." (Eski bir bağımlı olan C.C.)
Bonzai ilk kez 2002’de Almanya ve İspanya’nın ardından Avustralya’da görüldü. Türkiye’de ise ilk kez 2011’de fark edilerek yasa kapsamına alındı. İlk bonzai operasyonu 7 Ocak 2011’de gerçekleşti. Bu yıl yakalanan bonzai miktarı 10 kilo civarında. İstatistiklere göre dünya genelinde en çok bonzai yakalayan ülke Türkiye. Çin’de üretilen bonzai Avrupa’ya üç yoldan getiriliyor. Rusya, Nil Nehri ve Balkan rotası.
Yüzde 300 artış var
En yaygın uyuşturucu olarak bilinen esrar kullanımı 1990-2010 arasında yüzde yüz artmış, ancak aynı dönemde sentetik türevli maddelerde yüzde 300 artış olmuştu. Bu oranlarda öne çıkan da bonzai. Avrupa’da Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi’nin (EMCDDA) yayımladığı Avrupa uyuşturucu raporunda dünya genelinde 350’nin üzerinde bağımlılık yapan madde var. Bunların çoğunluğu sentetik. Geçen yıl 83 yeni sentetik türevli madde piyasaya sürüldü.
***
Sentetik uyuşturucu bonzai gençler için büyük tehlike oluşturuyor. Bonzaiyi kokusu ve kolay içimi nedeniyle 'doğal ottur’ algısı yaratarak piyasaya sürüyorlar. Al Jazeera, Türkiye'nin doğusundan batısına bu ölümcül maddenin etkilerini, nasıl yaygınlaştığını haberleştirdi.
Eski bir bağımlı olan C.C.'nin anlattığı maddenin adı; Bonzai. Adı, Japon süs bitkisi Bonsai'den geliyor. Bon (tabak) ve Sai (ağaç) kelimelerinin birleşmesiyle "tabakta ağaç" anlamına gelen bu süs bitkisinin rahatlatıcı etkisine atıf için bu maddeye bonzai adı verilmiş. Narkotik dilindeyse, bonzai ya da jamaikan olarak bilinen uyarıcı ve halisünatif etkiler yaratan kimyasal madde anlamına geliyor.
Bonzai, Türkiye de dahil özellikle Avrupa ülkelerinde gençleri hedef alıyor. Yaydığı nane, kekik kokusuna aldanan gençler, çoğunlukla sigaraya katarak içtikleri sentetik türevli bu maddeyi soluyor ve bağımlılığa adım atıyor.
Türkiye'de son günlerde gençlerin ölümleriyle sık sık gündeme gelen bu maddenin nasıl bu hızla yaygılaştığı ve tehlike haline geldiği merak ediliyor.
"Ölümün eşiğinde gezintiye çıktık"
Hayata son anda tutunan eski bir bonzai kullanıcısı 28 yaşındaki C.C., Al Jazeera Türk'e yaşadıklarını anlattı. Her tür uyuşturucuyu kullandığını belirten C.C., "Ne yaşadığımızı biz biliyoruz. Biz ölümün eşiğinde gezintiye çıktık. Nasıl kurtulduğumuzu bir biz biliriz" dedi ve şöyle devam etti:
"Yaşadıklarımızdan sonra önce kendimizi kurtardık, sonra da mahallemizin gençlerini, bu yola düşen çocukları kurtarmak için büyük bir mücadeleye giriştik. Bir ton mücadele veriyoruz ama gizli, saklı herkes satıyor. Temizle, nereye kadar temizleyebilirsin ki. Götürüyoruz, karakola veriyoruz, olduğu yere polisi çağırıyoruz. Ama adliyede serbest kalıyorlar. Sonra bize kinleniyorlar. Bir paket alan torbacı oluyor. 60 liraya torbacı olanlar var."
Doğal ot diye satılıyor
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Madde Kullanımıyla Mücadele Büro Amiri Uğur Evcim’in verdiği bilgilere göre, sigara kullanan gençleri hedefine koyan uyuşturucu satıcıları, Avrupa’da ‘herbal spice’ olarak bilinen bonzaiyi esrara benzetiyor, yaydığı koku ve kolay içimi nedeniyle ‘doğal ottur’ algısı yaratarak piyasaya sürüyor.
Uyuşturucu üreticileri temel olarak bonzainin iyi bitkisel bir yapıda olduğunu düşündürerek kullanımını kolaylaştırmaya çalışıyor.
Şeffaf ve sıvı şeklinde bir kimyasal olan bonzainin etken maddesi Çin laboratuvarlarında üretiliyor. Bu bir ot değil ama otmuş gibi düşündürüyorlar. AM2201 kodlu etken maddenin bir litresinden bile büyük çaplı uyuşturucu elde edildiği için küçük miktarlarda, sıradan kimyasalmış gibi gümrüklerden geçirebiliyorlar. Bunun yanı sıra hazır halde de ülkeye sokulduğu görülüyor. Çin’den Avrupa, Balkanlar ve Kuzey Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye geliyor.
Bonzai aktarlarda satılan bir otla karıştırılıyor ve bir litre sıvıdan 200 bin paket üretilebiliyor.
Aktarlar uyarılıyor
Satışı iki şekilde yapılıyor; ya tek sigara içinde ya da hap olarak. Hap yönteminde antidepresan, ağrı kesici ilaç adı altında satılıyor. Bu haplar uyarıcı ve halisünatif etkilere neden oluyor.
Narkotik polisi, şehirdeki tüm işletmecileri, aktarları bonzai hakkında özel özel olarak bilgilendiriyor. Hapın tanesi 5 liraya bile satılıyor. 2-3 gramlık paketler 150 lira civarında. Satıcılar eğlence merkezleri, okul, kahve gibi gençlerin yoğunlaştığı yerleri mekan tutuyor.
Paketi bölüşüyorlar
Bir paket, arkadaş grubuyla da alınabiliyor. Bir paketi 20 küçük parçaya bölüp sigaranın içine katabiliyorlar ya da maddeyi teneke kutu içinde yakıp dumanını soluyarak da kullanıyorlar. Böylece bağımlı gençler ailelerine hissettirmeden bonzai kullanıcısı olabiliyor.
Türkiye’de ilk kez üç yıl önce farkedildi
Bonzai ilk kez 2002’de Almanya ve İspanya’nın ardından Avustralya’da görüldü.
Türkiye’de ise ilk kez 2011’de fark edilerek yasa kapsamına alındı. İlk bonzai operasyonu 7 Ocak 2011’de gerçekleşti. Bu yıl yakalanan bonzai miktarı 10 kilo civarında. İstatistiklere göre dünya genelinde en çok bonzai yakalayan ülke Türkiye. Çin’de üretilen bonzai Avrupa’ya üç yoldan getiriliyor. Rusya, Nil Nehri ve Balkan rotası.
Yüzde 300 artış var
En yaygın uyuşturucu olarak bilinen esrar kullanımı 1990-2010 arasında yüzde yüz artmış, ancak aynı dönemde sentetik türevli maddelerde yüzde 300 artış olmuştu. Bu oranlarda öne çıkan da bonzai. Avrupa’da Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi’nin (EMCDDA) yayımladığı Avrupa uyuşturucu raporunda dünya genelinde 350’nin üzerinde bağımlılık yapan madde var. Bunların çoğunluğu sentetik. Geçen yıl 83 yeni sentetik türevli madde piyasaya sürüldü.
tkileri ve bağımlılık belirtileri
Bonzai içildikten sonra iki, üç saat içinde etkisini gösteriyor. Nane, kekik kokusu veriyor. Genç yaşta kalp krizlerini tetikliyor. Ayrıca kalp ritmi bozukluğu, kan basıncının artması ve böbrek yetmezliği gibi semptomlara yol açıyor.
Bonzai kullanıcılarında ağız kuruluğu, çok sıvı tüketimi, aşırı şekerli madde tüketimi, kilo kaybı, paranoya, halisünasyon, endişe, kaygı çok fazla görülen belirtiler.
‘Ölüm tribi’ne sokuyor
Aynı zamanda psikolojik danışman olan Madde Kullanımıyla Mücadale Büro Amiri Uğur Evcim’in yaptığı yüz yüze görüşmelerde bonzai kullanıcıları, diğer uyuşturucu türlerinde de olduğu gibi içine düşmüş oldukları boşluğu doldurmak için içtiklerini söylüyor. Genelde söyledikleri ‘Uçuyorum sanmıştım ama düşüyorum” oluyor. Yüzde 60’tan fazlası bağımlı olduğunu kabul etmeyen bonzai kullanıcılarının kollarında, yüzünde ve iç organlarında sivilceler görülüyor.
İşte üç yıllık bilanço
Narkotik polis, bonzainin Türkiye’de ortaya çıktığı 2011’de yurt genelinde tespit ettiği 16 olayda 48 kilo 223 gram bonzai ele geçirdi. İşlem yapılan 198 şüpheliden 116’sı tutuklandı. 2012’de 34 olayda elde edilen bonzai miktarı ise 148 kilo 675 grama çıktı.
İşlem yapılan 595 şüpheliden 125’i tutuklandı.
Olay sayısı 2013’te ise 83’e yükselirken, yakalanan bonzai miktarında düşüş var. 121 kilo 333 gram bonzai ele geçirilirken 783 şüpheliden 491’i tutuklandı. Bu yıl mayıs sonu itibarı ile operasyon yapılan 94 olayda 42 kilo 344 gram bonzai ele geçirildi. İşlem yapılan 531 şüpheliden 206’sı tutuklandı.
Türkiye genelinde ele geçirilen toplam 540 kilo 559 gram bonzainin 275 kilo 895 gramının, yani neredeyse yarısının İstanbul’da yakalanması dikkat çekti.

19 Haziran 2014 Perşembe
Evren’in Cumhurbaşkanlığı haklarının geri alınması başvurusu

HDP’li Sırrı Süreyya Önder, Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığından kaynaklanan bütün haklarının geri alınması için verdiği yasa teklifinin görüşülmesi için Meclis Başkanlığı’na başvurdu.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, müebbet hapis cezasına çarptırılan ve rütbelerinin sökülmesine karar verilen darbeci Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığından kaynaklı tüm haklarının da geri alınmasını istedi.
Sırrı Süreyya Önder, 1980 askeri darbesinin mimarı Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığından kaynakları tüm haklarının da geri alınmasına dair 27 Ocak 2012 tarihinde verdiği kanun teklifinin TBMM İç Tüzüğü’nün 37′inci maddesi uyarınca doğrudan Genel Kurul gündemine alınması için bugün TBMM Başkanlığı’na başvurdu.
Ne olmuştu?
18 Haziran Çarşamba günü görülen duruşmada Ankara 10′uncu Ağır Ceza Mahkemesi, faşist askeri darbenin hayattaki komutanları olan dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’yı, ‘darbe’ ve ‘muhtıra’ suçlarından ‘müebbet hapse’ mahkum etmişti. Mahkeme iki generalin rütbelerinin sökülmesine de karar vermişti.
Milletvekili Önder, Ocak 2012′de verdiği kanun teklifinde darbecilerin işlediği suçları sıralamış, “Darbe suçunun bir numaralı sanığı olarak yargılanması gereken Kenan Evren çıkardığı Darbe Anayasası’nın olanaklarıyla Cumhurbaşkanı olmuştur (…) İnsanlığa karşı suç işlemiş birinin bu haklardan yararlanıyor olması günümüz demokrasisi için bir ayıp olduğu gibi darbenin mağdurlarına da hakarettir” demişti.
Kitapseverler, yayınevleri, kitapçılar, sahaflar, öğrenciler !
Hepimizi derinden acıtan Soma Faciası‘nda herkes elinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştı Resmi rakamlar 432 çocuğun yetim kaldığını bildirdi. Bir o kadar çocuk da abisiz, amcasız ve dayısız kaldı.
Bu üzüntüyü paylaşmak ve kayıplar yaşayan çocuklarımızın yaralarını sarmak için geliştirilen bir diğer muhteşem proje Gökyüzü Kütüphanesi, çocuklarımızın geleceğini kitaplarla aydınlatmayı planlıyor.
Bu harika projenin yaratıcıları Aslı Dağlı, Armağan Tuna, Gökçe Yılmaz ve Onur Kınacı Birler’e sonsuz teşekkürler. İyi ki varsınız ve iyi ki sizin gibi insanların çoğalmasına ön ayak oluyorsunuz.
İçimizi ısıtan, bizi birbirimize daha da kaynaştıran bu projeyi sizlere de anlatalım istedik huzurlarınızda Gökyüzü Kütüphanesi…
Gökyüzü Kütüphanesi nedir?

Yakınlarını kaybeden çocuklar için, Soma’nın 5 köyüne 5 Gökyüzü Kütüphanesi inşaa etmek amacıyla, 24 Saat Açık Kitapçı ve The Reading Lady bloglarının öncülüğünde başlatılan bir yardım kampanyasıdır.
Nasıl örğrendik?

Gökyüzü Kütüphanesi kampanyasının Facebook’ta bir sayfası var. Tüm iletişimini bu sayfadan sağlıyorlar. İhtiyaç listelerini, teşekkürleri, kampanya ile ilgili detayları Gökyüzü Kütüphanesi Facebook sayfasından takip edebiliyoruz.
Kendilerini nasıl anlatıyorlar?

“Soma’da, Soma’nın karanlık madenlerinde yüzlerce can yitirdik. Yüzlerce çocuk, babasını, ağabeyini, dayısını, amcasını kaybetti. Onlar, hem sevgileri hem de kazançlarıyla o çocukların ışığıydı. Şimdi, ülke olarak ayağa kalkma ve madencilerimizin bize bıraktığı mirası aydınlığa ulaştırma zamanı. Sizlerin de yardımıyla o küçücük çocukların karanlıktan aydınlığa kitaplarla ulaşmasına yardımcı olacağız. Karanlık madenlere değil, gökyüzüne baksınlar diye…
Gökyüzü Kütüphanesi, Rafların Arasından ve The Reading Lady bloglarının öncülüğünde başlatılan bir kitap kampanyası. Amacımız, Soma’daki çocuklar için kocaman bir kütüphane oluşturmak. Elinizdeki kitapları gönderebileceğiniz gibi, İnternet üzerinde çok cüzi fiyatlara satılan çocuk ve genç kitaplarını satın alıp kargoyla bize göndererek de kampanyamıza destek olabilirsiniz. Tek bir kitap, bir hayatı değiştirebilir. Hele, bahsettiğimiz bir çocuğun hayatıysa ona, sayfalara baktığında harfleri değil, gökyüzünü görmeyi öğretebiliriz. Belki kaybettiklerini ona getiremeyiz ama o küçücük çocuğun, bir kitabın sayfalarında kendisini bulmasına ve ayakta kalmasına yardımcı olabiliriz. Kitapseverler, yayınevleri, kitapçılar, sahaflar, öğrenciler, bloggerlar ve hatta en son dokunduğu kitap Cin Ali olanlar! Şimdi destek zamanı!”
Süreç nasıl ilerleyecek?

“Gökyüzü Kütüphanesi’ni kurmak uzun bir süreç olacak, amacımız binlerce kitap toplamak. Hatta bir değil, on kütüphane kurabilmek. Süreç şu şekilde işleyecek: Kitaplarınızı kargoyla iletişim adresimize göndereceksiniz; bizler ise gönderdiğiniz kitapların indeksini hazırlayacak ve kütüphanenin fiziki ortamı hazırlanana kadar depolayacağız. Hazırladığımız indeksi düzenli aralıklarla paylaşacağız. Bu şekilde, bir kitabın daha önce gönderilip gönderilmediğini de görebileceksiniz.”
Nasıl yardım edebiliriz?

Gökyüzü Kütüphanesi‘ne kitap bağışlayarak, boş koli temin ederek, kargo konusunda, indeksleme ve kitapların ayrılması ve kütüphanelerin yerleştirilmesi aşamasında yardım edebiliriz.
Nereye Gönderebiliriz?

Bağışlamak istediğiniz kitapları yollayacağınız adres:
Gökyüzü Kütüphanesi
Şehit Nihat Bey Cad. No 247 D.10 Mithatpaşa Mah.
Küçükyalı / Konak / İzmir
Ayrıca gokyuzukutuphanesi@gmail.com adresine mail atarak iletişime geçebilirsiniz.
10-16 Yaş arası çocuklar

Kitap gönderirken, 10-16 yaş grubundaki çocuklara okumayı sevdirecek, zihinlerini temizleyecek, yaşlarına uygun kitaplar göndermeye dikkat etmeliyiz. Aileler ve lise öğrencileri için kitaplar da gönderilebilinir. Para yardımı kesinlikle yapılmamaktadır. Evinizde çocuklara uygun kitaplar yoksa internet üzerinden kitap satın alıp gönderebilirsiniz.
İlk Gökyüzü Kütüphanesi: Beyce Köyü İlköğretim Okulu

Okulda tek bir sınıf ve tek bir öğretmen var. Okul mevcudu 16 ancak seneye 20 civarında olması bekleniyor. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü sınıflar tek bir derslikte eğitim görüyor.
Mardin’den Soma’daki arkadaşlarına gelen Mektup

Bursa’daki çocukların desteği

Bursa Nilüfer Öğretmen Hasan Güney İlk ve Ortaokulu, Soma’daki arkadaşları için daha fazla kitap toplamak amacıyla böyle bir etkinlik yaratmışlar.
Destek olan kurumlar

Gökyüzü Kütüphanesi’ne yayın evleri, kurum ve kuruluşlar da destek veriyor. Bireysel olarak destek vermeyi yetersiz bulan duyarlı kurumlar da kampanyaya destek verebilir. Haydi sizler de buradan buyurun.
EDREMİT’TE ‘TAKDİR’E KİTAP” KAMPANYASI
Balıkesir’in Edremit ilçesinde Kaan Abi Kırtasiye ve Körfez’de Edebiyat Dergisi sahibi “Takdirli Karneni Getir –Kitabını Al” Kampanyası başlatıp, bine yakın öğrenciye Türk Yazarlarının öykü ve şiir kitaplarını hediye etti.
14 Haziran 2014 Cumartesi 18:02 Balıkesir’in Edremit ilçesinde Kaan Abi Kırtasiye ve Körfez’de Edebiyat Dergisi sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Kaan Turhan, “Takdirli
“Takdirli Karneni Getir –Kitabını Al” Kampanyası başlatıp ‘Karnelerinde pekiyi olan ve takdir kazanan yüzlerce başarılı öğrenciye Türk Yazarlarının öykü ve şiir kitaplarını ücretsiz hediye ettiğini açıklayan Körfez’de Edebiyat Dergisi sahibi Kaan Turhan, Edremit’te okumaya teşvik etmeyi hedeflediğini söyledi.
Edremit’te okumaya ve edebiyat’a meraklı satın alma gücü olmayan okuyuculara için “Kitap Oku Getir ve Paylaş Kampanyası” başlatıp ücretsiz kitap okuma ve arkadaşlarına okuma üyeliği başlattıklarını açıklayan Turhan, “Bu kampanya ile 2 bine yakın kitap dostu okuyucu üyemiz oluştu. Bu gün okuyucu zengini olma yolundayız” dedi.
.jpg)
Kaan Turhan, Cumhuriyet İlk Öğretim Okulunun sezon başında başlattığı ‘Yardıma Muhtaç Çocuklara Kitap ve Kırtasiye Yardımı Kampanyasına’ katılıp, 1000 kalem ucu, yüzlerce silgi, defter, kalemtıraş yanı sıra okul kütüphanesine ansiklopedi hediye edip edebiyat ve okumaya destek yanı sıra eğitime de destek verdiklerini açıkladı
Gece Üç

gece 3ten sonra söylenen hiçbir
şey ciddiye alınmasın.
gece 3ten sonra kimse aranmaz.
gece 3ten sonra mesaj atılmaz.
gece 3ten sonra yemek yenmez.
gece 3ten sonra içilmez.
gece 3ten sonra aşık olunmaz.
gece 3ten sonra kimse ölmez.
gece 3ten sonra baban ölmüş
denmez kimseye.
gece 3ten sonra sabah olmaz
bazen.
gece 3ten sonra sabah da birdir
bazısı için gece de.
gece 3ten sonra sokaktasındır
bazen, polisler çevirmiştir, yanında
kimliğin yoktur, inandıramazsın
kimseyi düzgün bi adam olduğuna.
sabah annene gidersin kahvaltıya.
ve gece 3te neler olup bittiğiyle
ilgili hiçbir şey anlatamazsın ona.
gece 3te olan her şey anneleri üzer
sadece.
Hüzünlü dizeler yazabilirim

Neruda’nın yayımlanmamış 20 şiiri bulundu
Nobel ödüllü komünist şair Pablo Neruda’nın daha önce yayımlanmamış 20 şiiri ortaya çıktı.
Pablo Neruda Vakfı, şiirlerin Nobel Edebiyat Ödülü sahibi şairin el yazmaları arasında bulunduğunu ve uzmanların bunların gerçekliğini teyit ettiğini açıkladı.
Nobel ödüllü komünist şair Pablo Neruda’nın daha önce yayımlanmamış 20 şiiri ortaya çıktı.
Pablo Neruda Vakfı’ndan yapılan açıklamaya göre, uzmanların gerçekliğini teyid ettiği şiirler şairin el yazmaları arasından çıktı.
Vakıf altısı aşk şiiri olan şiirlerin çoğunun 1956′dan sonra yazıldığını bildirdi.
Sözkonusu şiirlerin şairin doğumunun 110′ncu ve onun adının duyulmasını sağlayan 20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı kitabının 90′ıncı yıldönümünde yayımlanması planlanıyor.
El yazması dolu kutuların içinde bulunan şiirler, Latin Amerika’da bu senenin sonlarında, İspanya’da da gelecek sene yayımlanmış olacak.
Neruda kimdir?
1973’te hayatını kaybeden Nobel ödüllü Neruda Şili Komünist Partisi üyesiydi.
Eserleri çok sayıda dile çevrildi, Latin Amerika’nın dışında da Türkiye dahil birçok ülkede yayımlandı.
1904 doğumlu Pablo Neruda ya da asıl adıyla Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto’uın ilk şiirleri daha 13 yaşındayken günlük La Mariana gazetesinde yayımlandı.
1920′den itibaren yazılarını Pablo Neruda adıyla yazmaya başladı.
1923′te kendi parasıyla ilk kitabı olan Crepusculario’yu bastırdı.
1927′de başladığı diplomatik görevlerinde Burma, Sri Lanka, Java, Singapur, Arjantin ve İspanya’da bulundu.
1945′te Şİli Komünist Partisi’ne girdi. Başkanlık seçimlerindeki tavırları nedeniyle vatan haini ilan edilince Şili’den kaçtı. Tekrar ülkesine döndüğünde, 1957′de Şili Yazarlar Birliği’nin başkanlığına seçildi.
1969′daki başkanlık seçimlerinde Komünist Parti’nin güçlü adayı olmasına rağmen, adaylığını Salador Allende’ye bıraktı.
1970′de Şili elçisi olarak Fransa’ya gittikten iki yıl sonra ülkesine geri döndü.
16 Haziran 2014 Pazartesi
Babamızı öldüremedik . .

Türkiye’deki kültür-sanat algısını eleştiren Bilginer, 'Bizim kültür sanat diye tarif ettiğimiz şeylerin yüzde 99’u eğlence endüstrisi. Hâlâ ergeniz biz' ifadelerini kullandı
Cannes’da Nuri Bilge Ceylan yönetmenliğinde Altın Palmiye Ödülü’nü kazanan “Kış Uykusu” filminin başrolünde oynayan usta oyuncu Haluk Bilginer, Türkiye’nin Atatürk’e tapınmaktan vazgeçemediğini söyleyerek, “Padişahlıktan Cumhuriyet’e geçişte adapte olmanın çok zor olduğu gibi. 91 yıldır adapte olamamışız. 91 yıldır güce tapıyoruz. Biz gücü çok severiz. Kendini güçlü gösteren herkese tapınırız. Bizim babalarımız da öyledir çünkü. Evde bir güç isteriz hep. Baba sendromudur o. Bir laf vardır çok severim: Erkekler babaları öldükten sonra büyür” dedi.
Gezi Parkı direnişi için “İsyan etmeyi öğretmek 90 gençliğine düştü, çok da iyi oldu. Bizim çocuklarımız çok daha mutlu bir ülkede yaşayacaklar, ondan emin olun” diyen Bilginer, Kültür Bakanlığı’ndan tiyatrolara yapılan yardımın kesildiğini açıklayarak, “Hiçbir beklentim olmadığı gibi, gölge etmesinler başka ihsan istemem. Ben 25 yıldır Türkiye’de tiyatro yapıyorum, ilk kez ‘Oyun Atölyesi’ Kültür Bakanlığı yardımını almadı. Vermediler” dedi.
Cannes'da, Altın Palmiye ödülünü kazanan Nuri Bilge Ceylan imzalı 'Kış Uykusu' filminde bir Türk aydınını canlandıran Haluk Bilginer, Hürriyet gazetesinden Cansu Çamlıbel'e konuştu. Cansu Çamlıbel’in Haluk Bilginer ile yaptığı söyleşi şöyle:
Nuri Bilge Ceylan’ın bu hafta sonu vizyona giren Altın Palmiye’li ‘Kış Uykusu’ filminin başrolünde bir Türk aydını var. Özgüvensizliklerini kibrinin arkasına saklayarak yola devam etmeye çalışan o karakterin, hayatın akışı içinde nasıl da çözülüp dağıldığını izleyeceksiniz. Tekrar toparlayıp toparlayamadığına bir türlü karar veremeyeceksiniz. Her Nuri Bilge filminde olduğu gibi finalde ne hissedeceğinize şaşıracaksınız ama Haluk Bilginer’in canlandırdığı Aydın’ın gerçek bir kişi olduğuna neredeyse inanacaksınız. Cannes heyecanını ıskalamadan tiyatro sezonunu tamamlamak için olağanüstü bir tempoda çalışan Haluk Bilginer’in kıymetli zamanına Oyun Atölyesi’ndeki oyunu öncesinde ortak oldum. Hem nalına hem mıhına bir söyleşi oldu. Sitemkâr oldukları arasında biz gazeteciler de vardı, sokakta rastladığı hayranlar da... Onu hiç şaşırtmayansa devletin 90 küsur yıllık refleksleri.
Artık önemsemeye başlarlar belki.
Aahhh... Hep biri olduktan sonra bir şeyler yaparız ya biz. Tamir ederiz falan. Ödül aldıktan sonra belki önemserler ama bütün dünya oradaydı, Türkiye yoktu. Sizi tenzih ederek söylüyorum. Orada bir televizyon kamerası gördünüz mü Türkiye’den. Ben Çin, Japon, Fransız, Alman, Belçikalı, Hindistan kanallarıyla röportaj yaptım. Bir tek Türkiye yoktu.
Neye bağlıyorsunuz bunu?
Bugüne kadar zaten gösterilen ilgisizliğin artık toplamda başka bir şeye dönüşmesi. Bu yıla kadar haber kanalları töreni canlı verirdi değil mi? Bu sene öyle bir şey olmadı. Patronlar istememiştir, “Ne yapacağız canım, sinemadan, festivalden bize ne” diye düşünmüş olabilirler.
Cannes hiçbir zaman reyting getirecek bir şey olmamıştır tahminen ama haber kanalları yayınlıyorlardı. Bu sene yayınlanmamasının içinden geçtiğimiz toplumsal durumla ilgisi olabilir mi?
Teklifini başta sanırım üç defa reddetmiş olmanıza rağmen...
Siz de kendinizden bir parça buldunuz mu?
Kendimden olmasa da yakınlarımdan, tanıdığım insanlardan çok buldum. Bir şeyi oynarken illaki kendinizden bir şey bulmak zorunda değilsiniz. Katil de oynayabilirsiniz. Ama o kadar tanıdık bir şey ki bu, zaman zaman siz de yapmış olabilirsiniz. Ama gözlemlerinizden bunun ne olduğunu siz zaten biliyorsunuz. Zaten bildiğiniz, kavradığınız ve “Ah gözünü sevdiğim Türk aydını” dediğiniz bir durum.
Aydın kötü bir oyuncu!
Filmi seyredenlerin yorumlarına baktım sosyal medyada; özellikle Aydın’ın imamla olan ilişkisi çok dikkatlerini çekmiş. Arkada ister istemez böyle bir Türkiye, böyle bir siyasi ve sosyal fon olunca algıda seçicilik de kaçınılmaz oluyor sanırım.
Türkiye’de ve benzeri ülkelerde yaşayan aydınların ortak sorunudur zaten bu. Çünkü aradaki mesafe çok açıktır. Demokrasiyle yönetilen, demokrasiyi barındırmayı becerebilmiş ülkelerde bu kadar büyük fark yoktur aydınıyla sıradan insanı arasında.
Fransız seyircisi ‘Kış Uykusu’nu başka duygularla mı izlemiştir?
Bence öyle. Ama bizim seyircimiz ya da bize benzeyen ülkelerin seyircisi kendisinden çok şey görecektir. Ve bu aslında tırnak içinde söylüyorum, aydının da suçu değildir. Aydın olabilmek için halktan kopmuştur, “Dur ben şimdi şunları aşağılayayım” diyerek yapılan bir şey değil bu. İster istemez farklı bir düzleme geçip orada yaşamaya başlıyorsunuz ve o düzlem size başka bir gezegenmiş gibi geliyor. Burada kötü niyet yok. Snob bir tavır değil bu. Son derece masum bir şey aslında. Filmdeki Aydın da masum. Sürekli bir şeyler yapma isteği içinde ama onu engelleyen o kadar çok şey var ki. Aydın yetersiz. Geri kalmış ülkenin aydını niye ileri gitmiş olsun ki? Aydın’ın da yeteneği o kadar. Aydın kötü bir oyuncu. “Ben 25 yıldır tiyatro yaptım” diyor ama yalan dolan. Bunun yalan olduğunu kendi de biliyor. Aydın’ın oyunculuğu da yetmemiş, kültürü, birikimi de yetmemiş bazı şeyleri yapmaya. Karısıyla ilişkisine de yetmemiş. Gözünün önünde sıkıntıdan patlayan, bunalan genç bir kadın. Aydın’ın kadının yaptığı yardım faaliyetleriyle tek ilgilendiği an, onu methettikleri mektup. Daha önce aklın neredeydi be adam? Ama Aydın bu kadar zaten. O kadar geniş bakmasını, 360 derecelik bir perspektiften görmesini bekleyemeyiz. Aydın da 45 derecelik bir açıyla bakıyor dünyaya.
Ben filmden çıktıktan sonra beraber izlediğim insanlarla saatlerce “Kim haklı kim haksız ya da illa biri haklı mı olmalı” bunları tartıştım.
Niye olsun ki? Yani derdimiz bu mu? Kim haklı çıkacak! Tabii filmin böyle bir derdi olmaması bildiğimiz Türkiye algısına da ters. Çünkü Türkiye’de her şey siyah beyaz. Hep kim haklı, kim haksız onu ayırmaya çalışırız. İkisi de haksız olabilir, ikisi de haklı olabilir. Ama Türkiye’de biz illaki birinin haklı olmasını isteriz. Çünkü anlamamızı kolaylaştırır, biz kolaycıyız. Kim haklı söyleyelim, net, oh kurtulduk bitti.
Ama filmde tarafların kendilerinin haksız olduğu durumları anladıkları anlar da var sanki değil mi?
Bence var, olmalı da. Olmasaydı biraz tuhaf olurdu. Olmasaydı senaryodaki karakterler biraz iki boyutlu, karton karakterler olarak kalırdı.
Türkiye toplumunda yaşayıp, bütün olayları ‘haklılık-haksızlık’ paradigması üzerinden tanımlamaya alışık olan bizler, bir noktada kendi haksızlıklarımızı da görebilecek miyiz? Ne dersiniz? Bu yönde bir umudunuz var mı?
(Gülümsüyor) Çok yok. Belki bazıları görebilecek. Bu film ya da benzeri şeyler yardımcı olursa ne mutlu. Ama bunu yapmak için düşünmeyi becermek lazım. Biz çok analitik düşünmeyi bilen bir toplum değiliz açıkçası. Biz ezberci bir toplumuz, ezberimizi bozmak bizim çok işimize gelmez. Darmadağın oluruz. Ezberin dışında herhangi bir şey sizi allak bullak eder. Nerede olduğunuzu şaşırırsınız ve adapte olmanız çok zaman alır. Padişahlıktan Cumhuriyet’e geçişte adapte olmanın çok zor olduğu gibi. 91 yıldır adapte olamamışız. 91 yıldır güce tapıyoruz. Biz gücü çok severiz. Kendini güçlü gösteren herkese tapınırız. Bizim babalarımız da öyledir çünkü. Evde bir güç isteriz hep. Baba sendromudur o. Bir laf vardır çok severim: Erkekler babaları öldükten sonra büyür.
Güçlüyü sevme durumu filmde aslında aydın-imam ilişkisinde de var. İmam içinden Aydın’a çok öfkelenmesine rağmen karşı karşıya geldikleri anda ‘Siz güçlüsünüz’ teslimiyeti içinde bir tavırda değil mi?
Tabii. Aydın’la olan sahneleri boyunca bence dilenerek de değil... Tam tersi o gücün karşısındaki ezikliği ve çaresizliği... İaşe istemek de değil o. Adam perişan, sokakta kalacak yahu, daha ne yapsın. “Allah rızası için bize para ver” demiyor, “Borcu halledeceğiz biraz sabır” diyor. Beş kişi bir imam maaşıyla geçiniyor. Ne yapsın bu adam? Bu adam bu güce mecbur. O gücü kabul ederek davranmaya mecbur.
Nejat İşler’in oynadığı kardeş, o gücü reddeden bir karakter ama...
Sağlam bir duruşa ya da ideolojiye bağlı olarak reddetmiyor ama. Hayatı kopardığı ve kendini alkole verdiği için reddediyor. “O imam maaşıyla beş kişi geçindirmeye çalışırken, sen imam maaşıyla içiyorsun değil mi bu içkiyi” diye sorarlar adama. Sadece kafası iyi olduğu için o tavırda olmak hoşuna gidiyor onun. O gerçeklikle baş edebilmek için sürekli içiyor. Esrik dolaşıyor. Sağlam kafada olsaydı, başka şeyler konuşuyor olabilirdik.
Kimsenin beklemediği 90 gençliği başardı
Normalde o tür karakterlere çok kızmamıza ya da onları reddedecek olmamıza rağmen şömine sahnesinde onu da haklı buluyoruz. En azından ben böyle hissettim.
Çünkü öyle hissetmek istiyorsunuz. Çünkü isyan her zaman çok caziptir ama biz beceremeyiz.
Neden? Geçen sene Gezi’de isyan edilmedi mi?
- Ahhh... Keşke. O 90’lı gençliğin yaptığı Türkiye’de bir milattır. Bundan sonra kimse Gezi’yi yok sayarak siyaset yapamaz. Hiç kimse Gezi’yi yok sayarak holding işlerini de yürütemez.
Hem de 90 gençliğinden geldi, hiç beklemedikleri yerden değil mi?
Hiç beklemedikleri, hiç çalışmadıkları yerden geldi. Ve o kadar güzel oldu ki. 90 gençliğinin bu direnci ve isyanı benim gibi toplumdaki birçok insanı niye şaşırttı? Çünkü biz mızmızlanmayı çok severiz ama hiçbir zaman isyan etmeyiz. Kapalı kapılar ardında, kahvehanelerde ya da meyhanelerde dertleşiriz sürekli. Ondan sonra unuturuz. İsyan etmeyi öğretmek 90 gençliğine düştü, çok da iyi oldu. Bizim çocuklarımız çok daha mutlu bir ülkede yaşayacaklar, ondan emin olun. Yoksa umudumuzu kaybetmek için o kadar çok sebep var ki, sabaha kadar sayabilirim size.
Kendinizi yasaklamaya başlarsanız...
İlk üçünü söyleyin.
Demokrasi yokluğu en önemlisi. Gelir dağılımındaki büyük eşitsizlik. Demokrasi olmayınca bu da olmuyor. Korku. Demokrasi yok ve korku var. Ve korkunun yarattığı otosansür. Bu sansürlerin en tehlikelisi. Biri size bir şeyi yasaklar ve siz onunla mücadele edersiniz. Ama siz kendi kendinizi yasaklamaya başlarsanız o felaket.
Turnelerde sizin Anadolu’da neredeyse gitmediğiniz şehir kalmıyor. Bizim şehirde yaşadığımız buhranların nasıl bir karşılığı var oralarda?
Yolsuzluk, rüşvet hiç kimsenin umurunda değil. Tabii yönetenler de bunu bilerek davranıyor. Çünkü Türkiye’de herkes küçük bir işletme. Adam 2000 TL’lik maaşıyla bir tane Doblo almış. Karısı çalışıp 1500 TL alıyor, oğlu çalışıp 1500 TL alıyor. Yaklaşık 5000 TL giriyor eve. Doblo’nun taksidi ödeniyor mu, ödeniyor. Aman düzenim bozulmasın. “Benden mi yedi” diyor. Gelir dağılımının adaletsizliği üzerinden herkesi böyle bir küçük işletme gibi yaparsanız, bu insanları sarsmak, “İsyan edin” demek çok zordur. “Abi Doblo’nun taksidi” der size. Böyle bir korku. Bu tüm dünyada yönetenlerin hep işine gelmiştir. Mesela, aileyi çok savunurlar ve herkesin aile olmasını isterler. Aile tehlikesizdir çünkü onlar için. Aile işin içine girdiği zaman sorumluluk başlar. Bunlar dünyanın tüm yönetenleri için son derece faydalıdır. Din son derece faydalıdır. İsyan etmekten alıkoyar bunlar sizi.
En çok porno Konya ve Yozgat’ta izlenir
Muhafazakâr yaşam tarzının ve oradan gücünü alan türde bir mahalle baskısının Anadolu’da son dönemde daha da baskın olduğu yönündeki kanaate katılır mısınız?
Anadolu’da neredeyse hiçbir yerde içkili lokanta yok. Nerede buluyorsunuz alkolü biliyor musunuz? Evlerde. Yıllardır Türkiye’de en çok içki nerede satılır biliyor musunuz? Konya’da ve Yozgat’ta. İstatistiklere bakın. Özelleştirilmeden evvel TEKEL’in hangi şehirlere ne gönderdiğine bakın. En çok porno film nerede satılıyordu diye sorun. Yanıt yine Konya ve Yozgat. Yıllardır bu böyle ve bunu herkes biliyor. Bir şeyi bastırırsanız alttan fışkırır.
Yeraltına iniyor...
Tabii ki. Soruyorsunuz “İçki nerede içilir” diye. “Yok abi öyle bir yer” diyor. E peki siz nerede içiyorsunuz? “Evde içiyoruz abi” diyor.
Evde içiyor ama işletmesinde onu satmamayı kabul ediyor.
Tabii ki. Aman neme lazım, işletme ruhsatımızı alırlar elimizden. Kimse “Sakın satma” demiyor. Ama bu korkularla o bir anda satmaktan vazgeçiyor. İşte bunlar çok tehlikeli. Bütün bu konuştuğumuz şeyler otosansür adı altında toplanabilir ve en tehlikelisidir. İlerde çok kötü patlar çünkü. Toplum tarihini incelediğimizde sebep-sonuç ilişkisinin böyle olduğunu bütün toplumlarda görürüz aslında. İlk biz değiliz. Son da olmayacağız.
Tesis mi vardı da Nuri Bilge ‘Mayıs Sıkıntısı’nı çekti
Yekta Kopan yazısında anlattı; Cannes’da filmi izledikten sonra gelip size “Nuri Bilge’nin bu yıl tek rakibi var, o da sensin” demiş. Şöyle yorumlar da okudum: “İyi ki üç defa reddetmesine rağmen Haluk Bilginer rolü kabul etmiş yoksa Altın Palmiye’den olacaktık.”
Sağ olsunlar iltifat ediyorlar tabii. Bu filmin Palme d’Or alması bence çok daha önemli. Gerçekten böyle düşünüyorum. Bu Türkiye sineması için de çok önemli, Türkiye’de sinema yapmaya başlayacak gençler için de çok önemli. 20 yaşındaki bir genç Nuri Bilge’nin hayatına bakacak. Koza diye bir kısa filmle başlamış, bak şimdi ne olmuş. Bunlar çok güzel örnekler. Eskiden olimpiyatlara katılan sporcular bahane diye “E tesis yok bizde” derdi. E tesis mi vardı da Nuri Bilge Ceylan, ‘Mayıs Sıkıntısı’nı çekti tek kamerayla. Ekibin tamamı beş kişi. ‘Demek ki olabiliyormuş’un ispatı bu. Siz de yapın, siz de yapabilirsiniz. Direnin, inandığınız şeyi yapmaya devam edin. Bu sadece sinema yapacak gençler için değil, herhangi bir şey yapmak isteyen gençler için de çok güzel bir örnek.
Türkiye’deki kültür piyasasıyla ilgili ne söylersiniz? Devletten herhangi bir beklentiniz var mı?
Hiçbir beklentim olmadığı gibi, gölge etmesinler başka ihsan istemem. Ben 25 yıldır Türkiye’de tiyatro yapıyorum, ilk kez ‘Oyun Atölyesi’ Kültür Bakanlığı yardımını almadı. Vermediler.
Neden?
Gezi’yi desteklediğimiz için. Bu kadar basit ve net. Onlar da biliyor böyle olduğunu, ben de biliyorum. Ama ‘9. Madde diyorlar’. Güya turne yapılmadığı içinmiş bilmem ne. Turnenin Allah’ını yapıyorum, benim kadar turne yapan yok. Yalan dolan. Bize vermediler, Genco Erkal’a vermediler, Ankara Sanat’a vermediler. Onların vereceği paraya ihtiyacımız olduğu için değil. Ama davayı açtık, hiç değilse davayı kazanmış olalım diye. Yoksa verdikleri en yüksek rakam geçen yıl 70 bin TL’ydi. Benim bir yıllık gazete ilanım bile değil o. Ama bu sembolik miktarı bile bizden esirgeyip daha önce hiç tiyatro yapmamış bir kuruluşa iki ayrı destek vermek...
Kim onlar?
Hiçbir fikrim yok! İki ayrı oyuna destek veriyorlar ama tek şirket hepsi. Hakikaten adlarını bile bilmiyorum. Ankara’da bir tiyatro.
Türkiye’de kültür sanatla nasıl bir ilişkimiz var bizim?
Bizim kültürle olan ilişkimiz nesne ilişkisi. Bu saçmalıkları atlatmış, özgürleşmiş ve demokrasiyle yaşayan ülkelerde bu ilişki ihtiyaç. Sanatla ve kültürle olan ilişki kendini daha iyi hissetme ve doyum sağlama için. Bizdeyse direkt nesne ilişkisi. Şuradan bir örnek vereyim: “Tanıdın mı amcayı bak” diyor çocuğuna. E amca orada, sen ilk önce bir “Merhaba” desene. Yok, çocuğuyla konuşuyor siz orada masasınız. “Bir fotoğraf çekinebilir miyiz?” Çektirme ifadesine ne olduysa, Türkçe de bozulmuş! Çekindikten sonra da yüzünüze bile bakmadan gidiyor. Bir nesne var artık elinde: Bir ünlüyle fotoğraf. Ne olacak o fotoğraf? Yarın çöpe atılacak ondan eminim. İlişki bu. Eğlence. Bizim kültür sanat diye tarif ettiğimiz şeylerin yüzde 99’u eğlence endüstrisi. Hâlâ ergeniz biz. Çünkü neden? Bizim babamız ölmedi hâlâ da ondan. Hâlâ yaşıyor. İçimizde!
Atatürk’e tapınmaktan vazgeçemedik
Kim o baba?
Ooooh ohoho... Oto-sansürlettirmeyin beni. Türkiye’nin babası. 90 yıldır bir tane.
Yani, içimizdeki Atatürk’ü mü öldürmemiz lazım?
Atatürk’ü öldürmeyeceğiz. Atatürk’ü olduğu gibi anlamaya çalıştığımız zaman onu daha iyi analiz edebileceğiz. Atatürk’ü insan olarak anlayabileceğiz. İkon olmaktan çıkarıp, insan olarak anlamak gerekiyor. 90 yıldır sadece tapınmakla meşgulüz.
Ak Parti döneminde de böyle mi devam etti sizce?
E etmek zorunda çünkü aykırı olur tersi. Statükoyu bozarsanız iktidara da gelemezsiniz. Status quo! Bunu sadece Atatürk diye de geçiştiremeyiz. Bu, tamamıyla bir algı ve yaşama hali. Yaşama tutunma hali. Başka türlü tutunamıyoruz, bize hep bir baba lazım. Babasız olmuyor. Biz babalarımızı öldüremedik.
14 Haziran 2014 Cumartesi
IŞİD Orta Doğu'nun haritasını yeniden çizmek istiyor

İsrail'de bu hafta gerçekleştirilen bir güvenlik konferansında genelkurmay başkanı uzun bir süre önce ölmüş iki diplomatın resmini gösterdi.
İngiliz Mark Sykes ve Fransız François Georges-Picot, modern Orta Doğu'nun sınırlarını çizen bir anlaşmayı gerçekleştirerek tarihe isimlerini yazdırdılar.
Bu insanları hatırlamanın amacı: Koca bir yüzyıl aynı kalan bu sınırların ve ülkelerin değişme ve hatta ortadan kaybolma ihtimali bulunuyor.
General Benny Gantz, "Sistemin tümü iskambil kartlarından yapılmış bir evin çökmesi gibi yıkılmaya başladı," ifadesini kullandı.

İslamcı militanlar Suriye'deki kontrol ettikleri bölgeden şimdi de Irak'a geçti ve şehirleri ele geçirip ABD'nin milyarlarca dolar ve binlerce Amerikan askerinin hayatını vererek desteklediği Irak hükümetini tehdit ediyor.
IŞİD olarak bilinen örgüt sadece Irak ve Suriye için tehdit oluşturmuyor. Örgüt aynı zamanda Suriye'nin Akdeniz sahilinden modern Irak'a kadarki toprakları kapsayan bir radikal İslamcı devlet kurmayı planlıyor.
Hükümetler ve sınırlar farklı yerlerde de kuşatma altında bulunuyor. Bir yılı aşkın bir süredir Lübnanlı Şii militanlar Suriye'ye geçerek Suriye hükümetinin gayrı resmi kolu görevini gördü. Bu sırada birçok Suriyeli mültecinin Lübnan'a kaçmasıyla Lübnan'da şu anda okul çağında olan Suriyeli çocuk sayısı okul çağındaki Lübnanlı çocukların sayısını aşmış bulunuyor.
Irak'ta ise Kürt nüfus Irak hükümetinin direnmesine karşı Türkiye'nin yardımı sayesinde ülkenin kuzeyinde kendilerine bir vatan oluşturdu. Kürdistan Bölgesel Yönetimi kendi petrolünü ihraç ediyor, kendi gümrük ve göçmenlik işlerini idare ediyor ve peşmerge adı verilen güvenlik güçleriyle kendisini savunuyor.
Bölgede istikrarı sağlamaya odaklanmış olan ABD için resim zorlaştı. Irak'ta hızla kötüleşen durum ise Obama hükümetinde alarm zillerini çaldırıyor. Beyaz Saray Perşembe günü yaptığı açıklamada ABD'nin Irak Başbakanı Nouri al-Maliki'ye doğrudan askeri yardım yapmayı değerlendirdiğini belirtti. Yetkililer Bağdat'ın yarım saat uzağına ulaşan militanlara havadan müdahale edilebileceğini ima etti.
"Kısa vadede yapılması gereken bazı askeri müdahaleler var," diyen Başkan Barack Obama, "Ulusal güvenlik ekibimiz tüm seçenekleri değerlendiriyor," ifadesini kullandı. Obama Irak'ın Şii hükümetinden Şii ve Sünniler'in cihatçılara karşı birlikte hareket etmesi için siyasi yollar aramasını istedi. Obama "Bu olay Irak hükümeti için bir uyanış çağrısı olacak," dedi.
Peki Orta Doğu devletlerinin sınırları neden bir anda geçirgen ve etkisiz hala geldi?
Kısaca Irak ve Suriye'deki şiddet olayları bölgenin tarihteki etnik ve dini imparatorlukları arasındaki bir çekişmeye dönüştü: Persli ve Şii İran, Arap ve Sünni Suudi Arabistan ve Türk ve Sünni Türkiye. Orta Doğu'nun tamamına tarihte bir zamanlar hükmetmiş olan bu imparatorluklar şu anda Akdeniz'den Körfez'e kadarki topraklar üzerinde etki kurabilmek için bir savaş halinde bulunuyor.
Örnek olarak Irak'ın Şii hükümetini tanımayı reddeden Suudi Arabistan Suriye'de sadece Sünni isyancı gruplarını desteklerken Şii Hizbullah'a karşı çıkıyor.
İran ise Şii bağlantılı Suriye rejiminin destekçiliğini yapıyor ve Irak'ın Şii hükümetiyle de derin bağlar kurdu. İran'ın Devrim Muhafızları'nın 1980'lerde kuruluşuna yardım ettiği Hizbullah ise silahlı ve eğitimli birlikleriyle güçlü olmaya devam ediyor.
ABD de burada rol oynadı. 11 Eylül'den sonra saldırılarla hiçbir ilgisi bulunmayan Saddam Hüseyin'i deviren ABD bölgeyi değiştirmek için ilk adımı Irak'ta attı.
Arap Baharı ise etnik ve dini tansiyonu yüksek tutan otoriter rejimlerin başındaki diktatörleri koltuğundan etti. Suriye ayaklanması sonuç vermedi ve bunun yerine bir iç savaşa dönüştü. İki tarafta dini ve etnik propaganda ve zalimliği avantajlarını korumak için kullandı.
ABD bölünmelerin bir kısmını destekliyor. Örnek olarak Şii Suriye rejimini desteklemezken Irak'ta kurulmasına yardım ettiği Şii hükümetini destekliyor. ABD'nin Iraklı lideri devirmesi ve mezhepsel yönetimi cesaretlendirmesi gerginliklerin dini ve etnik çizgilere kaymasına sebep oldu. ABD daha sonra uzun ve sorunlu Irak işgaliyle yerel otoriteye daha da zarar verdi.
Küresel güç yapısındaki genel değişimler de değişime yol açtı. Onlarca sene boyunca Orta Doğu, Soğuk Savaş ve petrol siyaseti sebebiyle kilitli kalmıştı. ABD Sovyet Birliği'ne karşı çıkan ülkeler olan Körfez ülkeleri, Ürdün ve Mısır'ı desteklerken, Sovyetler ise kendi dostları Suriye, Irak, Libya ve bazen Yemen'i destekledi. ABD birçok demokrasi karşıtı ve otokratik rejimi destekledi ama sonuç göreceli bir istikrardı.
Ancak şu anda Soğuk Savaş yapısı yıkıldı ve başka yerlerde yeni enerji kaynaklarının belirmesi istikrar üstüne konulan primi düşürdü.
ABD ve bölgesel güçler için temel sorun düzensiz konumdaki tehlikeli grupların yükselişiyle kontrolü ellerinden kaybetmek gibi gözüküyor.
IŞİD hem Türkiye hem de Suudi Arabistan için bir tehdit oluşturuyor. Ancak Irak'ın 2. en büyük şehri Musul'un ele geçirilmesi de dahil olmak üzere örgütün geçen hafta gerçekleştirdiği kolay saldırılar hükümetlerin yıllar süren isyanlarla tökezlemesi ve bu iki ülkenin ve Körfez ülkelerinin muhalefeti desteklemesiyle gerçekleştirildi.
İran şiddet yanlısı ve sık sık Sünniler'i hedef alan Şii militanları cesaretlendirerek onlara eğer IŞİD hükümetin sağlayamadığı güvenliği sağlarsa birçok Sünni'nin IŞİD'i kabulleneceği mesajlarını verdi.
Bu karmaşıklık Obama'yı zor duruma sokuyor. Birkaç hafta önce Obama ABD'nin çıkarlarıyla ilgisi olmadığını belirttiği mezhepsel çatışmalardan uzak durmasının sebeplerini bir politika konuşmasında aktardı. Ancak Obama şimdi ABD'nin bir şey yapmak zorunda olduğunu kabul ediyor.
Başkan için asıl tehlike ABD'nin tekrar çatışmaya sürükleniyor olması. Bu sefer daha az seçenek bulunuyor ve bunların hiçbiri iyi değil.
9 Haziran 2014 Pazartesi
sevgili küçük kızım









Höstsonaten (Autumn Sonata) | Ingmar Bergman, 1978
Geç kalmış bir hesaplaşmanın filmidir bu. Bir anne ile kızın göbek bağı hiç kopmamış gibi yaşadıkları acıdır. Biz Charlotte ve Eva ile o gözle görülmez acıyı iliklerimize kadar hissediyoruz. Ingrid Bergman’ın canlandırdığı Charlotte Andergast karakteri çok yetenekli bir piyanist ama berbat bir anne. Kariyeri uğruna kızını yıllarca ihmal etmiş, kendinin çok yetenekli bir piyanist olduğunun farkında ve asla kendinden ödün vermiyor, olabildiğince kibirli, iç dünyası yıkıntılarla ve görmekten kaçındığı vicdan azaplarıyla dolu. Liv Ullmann’ın canlandırdığı Eva karakteri ise her zaman annesinin o muhteşem yeteneklerine, güzelliğine, karakterlerine yetememenin acısıyla büyümüş. Annesinin gücünün altında ezilmiş, sevilmeme korkusu ile gerçek Eva’yı asla gün yüzüne çıkarmayıp her daim Charlotte’nin istediği Eva gibi davranmaya çalışan duygu yüklü bir kadın olmuştur. Birde üstüne üstük bu iki kadın büyük kayıplar yaşamışlardır. Charlotte hayat arkadaşını kaybederken, Eva ise küçük oğlunu kaybetmiştir.
Tüm bu kayıpların, enkazların, ölü çocuklukların sonrasında henüz kapanmamış bir hesabın özetini gösterir bize Bergman. Film tamamen kuvvetli replikler üzerine kurulmuş, bir sinema filminden çok tiyatro izler gibiyiz yani kısaca her zaman bildiğimiz Bergman tarzı. Öyle bir hale geliyorsunuz ki filmi izlerken acıdan nefes alamadığınızı hissedebiliyorsunuz, sanki hesaplaşmanın enkazı altında kalıyorsunuz.
Oyunculuklar zaten müthiş yani bunun bir sinema filmi olduğunu tam anlamıyla fark etmem yukarıdaki set fotoğraflarından sonra oldu diyebilirim. Gerçek bir anne kız ilişkisi gördük biz, rol gibi değildi çünkü.
Ayrıca filmdeki piyano yorumları enfes… Bergman için chopin ve beethoven’ın özel bir yeri olduğunu anlıyoruz bu filmde. Piyanist annenin eserleri anlatışı da insanı chopin’in dünyasına, duygu, acı ve gururun alemine götürüyor.
Beğendiğim bir kaç repliği paylaşmadan edemeyeceğim;
”chopin duyguludur ama aşırı duygusal değil. duygu aşırı duygusallıktan çok uzaktadır. bu prelüd acıdan bahsediyor düşlerden değil. sakin, açık ve haşin olmalısın. şimdi ilk partisyonu çalalım. acısı vardır ama onu göstermez. sonra kısa bir rahatlama. ama bu rahatlık aniden kaybolur…ve aynı acı kalır… her zaman kendini dizginler. chopin gururluydu, ihtiraslı…acı çekmiş ama erkekçe. aşırı duygusal yaşlı bir kadın değildi. bu prelüd kulağa kötü gelecek şekilde çalınmalı. asla kulağa hoş gelmemeli. yanlış çalınıyormuş gibi duyulmalı. onunla kendi mücadeleni verip zafere ulaşmalısın.”
Eva’nın kaybettiği oğlunun varlığını hissettiğini annesine anlattığı sahne ise bizim bildiğimiz o gerçeklik anlayışının derin ve algı kapılarını kaldıran cinsten.
”bence insan muazzam bir yaratılış, tasavvur edilemez bir düşünce. en yüksektekinden en aşağıya her şey insanın içindedir… aynı şekilde sayısız gerçeklik olmalı. sadece bizim körelmiş duyularımızla algıladıklarımız değil aynı zamanda içiçe geçmiş bir gerçeklik kargaşası var. sınırlara inanmamız sadece korku ve ukalalıktan. hiçbir sınır yoktur. ne düşüncelere ne de duygulara. sınırları koyan korku ve endişedir.”Bir sahne var ki o an annenin sevgisizliğinin sırrı da dökülmüş oluyor;
”çocukluğumu çok az hatırlıyorum. anne ve babamın bana dokunduklarını hatırlamıyorum bile. ne şefkatli ne ceza için. sevgiyle alakalı ne varsa tamamen habersizdim: şefkat, dokunma, mahremiyet, samimiyet. duygularımı göstermenin tek yolu müzikti. bazen geceleri uyanıkken gerçekten yaşayıp yaşamadığımı merak ederdim. bu herkes için böyle midir? yoksa bazı insanlar sevme konusunda daha mı yetenekli oluyorlar. ya da bazı insanlar yaşamak yerine sadece var mı oluyorlar? sonra korku beni ele geçirdi. korku ele geçirince kendi korkunç görüntümü gördüm. hiç olgunlaşamadım. yüzüm ve vücudum yaşlandı. anılar ve tecrübeler elde ettim. ama içimde henüz doğmamıştım bile. kendiminki de dahil hiçbir yüzü hatırlamıyorum. senin ve helena’nın doğumlarını hatırlıyorum ama doğumlar hakkında bütün bildiğim çok can yaktıkları. ama ya acı? nasıl bir şeydi? hatırlamıyorum. ”
Ya peki Eva’nın bu yakarışı! Gerçekten sinema tarihinde anne kız ilişkilerinde geçen en iyi replik olabilir bu;
Senin için, boş vakitlerinde oynadığın oyuncak bir bebektim. Hasta olursam veya yaramazlık yaparsam, beni bakıcıya teslim ederdin. Kendini odaya kapatıp, çalışmaya başlardın ve kimsenin rahatsız etmesine izin vermezdin. Genellikle dışarıda durup dinlerdim. Kahve için mola verdiğinde içeriye girip gerçekten var olup olmadığına bakardım. Her zaman naziktin ama kafan başka yerlerdeydi. Seninle konuştuğumda nadiren cevap verirdin. Her zaman o kadar hoş görünürdün ki, ben de güzel olmak isterdim. Görünüşümü beğenmeyeceksin diye endişelenirdim hep. Çok çirkindim. Sıska, kemikli, büyük dana gözlü kaşları olmayan ve geniş ağızlı Kollarım çok zayıftı, ayaklarım ise çok büyük. Hayır, aslında iğrenç göründüğümü düşünürdüm. Bir keresinde: “Sen erkek olmalıydın, ” demiştin. Sonra da üzülmemem için gülmüştün. Ama tabiki üzülmüştüm. Sonra bir gün valizlerin aşağıdaydı sen de telefonda yabancı bir dilde konuşuyordun. Bir şeylerin gitmene engel olması için hep dua ederdim, ama hep giderdin. Beni kollarının arasına alıp öperdin sonra bana bakıp gülümserdin. Çok güzel ama tuhaf kokardın. Gitmek üzereyken, bir yabancı gibiydin. Beni görmezdin. Sonra gitmiş olurdun Hep şöyle düşünürdüm, “Artık öleceğim canım çok yanıyor. Asla tekrar mutlu olmayacağım. “İki ay böyle bir acıya nasıl katlanabilirim?” Ve babamın kucağında ağlardım. Yumuşak eli başımda sessizce otururdu. Eski piposunu içerek oturmaya devam ederdi. bazı günler, “Hadi bu akşam sinemaya gidelim, ” veya “Akşam dondurma yemeye ne dersin? ” derdi. Ama benim tek istediğim ölmekti. Böylece günler ve haftalar geçti. Yalnızlığı onunla beraber paylaştık. Konuşacak çok şeyimiz yoktu ama asla onu rahatsız etmedim. Bazen sıkıntılı görünürdü. O zamanlar bilmiyordum ama parası neredeyse bitmişti. Ne zaman şakalaşmak için yanına gitsem yüzü aydınlanır ufak solgun eliyle hafifçe vururdu bana. Eve dönmene bir kaç gün kala heyecandan ateşlenirdim. Gerçekten hastalanacağım diye kaygılanırdım, çünkü hasta insanlardan korkardın. Eve geldiğinde o kadar mutlu olurdum ki sanki dilim tutulurdu. Sabırsızlanıp derdin ki: “Eva annesi eve döndüğü için pek mutlu olmuş görünmüyor. ” Utancımdan pancar gibi kızarırdım ve ter içinde kaçardım oradan. Hiçbir şey diyemezdim, Söyleyecek tek bir lafım yoktu. Evimizdeki bütün kelimelerden sanki sen sorumluydun. Utancımdan daha fazla konuşacak cesaretim kalmadığında açıklamalarını yaparsın ki her zaman olduğu gibi dinler ve anlayışla karşılarım. Seni sevdim anne, bu ölüm kalım meselesi. Söylediklerini hep şüpheyle karşıladım. Gözlerindeki ifadeyi anlatmıyorlardı. Çok güzel bir sesin var. Küçükken, onu bütün vücudumda hissederdim. İçgüdüsel olarak anlardım ki söylediklerin kastettiklerin değil. Söylediklerini anlayamazdım. En korkunç olanı da, sinirden deliye döndüğünde gülümsemendi. Babamdan nefret ettiğin zamanlar onu “sevgilim” diye çağırırdın. Benden bıktığın zamanlar “sevgili küçük kızım” derdin.
- O yaz çok mutluyduk. Öyle değil mi? Mutlu değil miydik?
-Hayır.
- Daha önce hiç bu kadar iyi olmadığınızı söylemiştin.
- Seni üzmemek için öyle söyledim.
- Evet, öyle görünüyor. Neyi yanlış yaptım?
- On dört yaşındaydım ve bastırdığın bütün enerjini bana yönlendirmiştin. İhmal ettiklerini çok iyi telafi edecektin Kendimi savunmaya çalıştım, ama hiç şansım yoktu. Bütün düşünceliliğin ve kaygılı sesinle koşuşturup durdun. Bu sevgi dolu enerjinden kaçabilen tek bir ufak ayrıntı bile yoktu. Başım önüme eğikti hep. Hani cimnastik yapman gerekiyordu beraber egzersizler yapıyorduk. Saçımın çok uzun olduğunu düşünüp, kısacık kestirdin. Öyle korkunçtu ki. Sonra da dişlerimin eğri olduğu fikrine kapıldın. Diş telleri takdırdın. Çok acayip görünüyordum. Daha fazla pantolon giyip dolaşamayacağımı söyleyip bana sormadan elbiselerimi değiştirmiştin. Bunları söylemeye cesaretim yoktu çünkü seni üzmek istemiyordum. Okumam için kitaplar getirirdin. Hiçbirini anlamazdım. Devamlı okur sonra seninle onlar hakkında tartışırdık. Sonra lafı o kadar uzatırdın ki sanki kafam dururdu. Aptallığımı açığa çıkaracaksın diye ödüm kopardı. Anladığım tek şey gerçek benim en ufak bir parçamın bile sevilip kabul edilmeyeceğiydi. O kadar takıntılıydın ki, gittikçe daha da korkak ve paramparça oldum. Ne söylememi istiyorsan onu söyledim, senin mimiklerini yaptım. Tek başımayken bile kendim olmaya cesaret edemiyordum. Çünkü kendim olmaktan nefret ediyordum. Bu korkunçtu, Anne! Hala o günleri düşündükçe titriyorum. Çok korkunçtu. Birbirimizi sevdiğimizden o kadar emindim ki senden nefret ettiğimin farkına varamadım. Ama senden nefret edemezdim, bu yüzden nefretim delice bir korkuya dönüştü. Kabuslar görmeye başladım. Tırnaklarımı kemirdim. Tomak tomak saçlarımı yoldum. Çığlık atmaya çalıştığımda sadece boğulur gibi hırıltılar çıkarttım. Aklımı kaçırdığımı düşünmek beni daha da çok korkuttu.
http://sinemaraf.blogspot.com.tr/
Onlar Proust’a Fransız diyene faşist, Fransalı diyene devrimci demez. Anlatabildim mi? Milliyetçi, sığdır.
Gelgelelim 26: Bir kırkambar denemesi
Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da yaptığı konuşmaya iki tane birbirinden sığ eleştiri geldi. Bir tür milliyetçi “vay efendim neden Türkçe konuşmadı” diye homurdandı (milliyetçi homurdanır); diğer tür de “Türk gençleri değil Türkiyeli gençler dedi” şeklinde hak aradı (milliyetçi sürekli hakkının yendiğini düşünür). İkisi de birbirinden korkunçtur

Milliyetçi nasıl şey biliyor musun, anlatayım dinle bak. Nuri Bilge Ceylan, Cannes’da Altın Palmiye’yi aldıktan sonra yaptığı konuşmada İngilizce şunları söyledi: “I want to dedicate the praise, to the young people of Turkey.” (Kısacası ödülünü, “memleketinde” ölen gençlere adadı.) Buna iki tane birbirinden sığ eleştiri geldi. Bir tür milliyetçi “vay efendim neden Türkçe konuşmadı” diye homurdandı (milliyetçi homurdanır); diğer tür de “Türk gençleri değil Türkiyeli gençler dedi” şeklinde hak aradı (milliyetçi sürekli hakkının yendiğini düşünür). İkisi de birbirinden korkunçtur. Frenk sunucu konuşmayı “jeunes Turc” (evet, bildiğin jön Türk) diye aktarıp geçti. Çünkü Frenk bizde Türkiyeli - Türk diye bir ayrım olduğunu bilmez; onlarda öyle Fransalı - Fransız diye ayrımlar yoktur, salak mı adamlar! Onlar Proust’a Fransız diyene faşist, Fransalı diyene devrimci demez. Anlatabildim mi? Milliyetçi, sığdır.
• • •
“Geçmişin bütün edebiyatı bir gelenektir ve biz belki yazılmış olanların olsa olsa bazı ufak tefek, son derece mütevazı çeşitlemelerini deneyebiliriz. Anlatmamız gereken öykü aynıdır, ancak biraz farklı olarak belki tonunu hafifçe değiştirerek, o kadar... Yine de üzülmenin gereği yok.” Böyle demiş Borges. Çok üzülmeyin yani. Mazhar Alanson’un nefis şarkısından dem vurayım bir de. Özellikle kullandım dem kelimesini, çay demlensin, kahve demini alsın yürüsün. Albümün adı Vak the Rock, 1986. Adımız Miskindir Bizim’den Hep Aynı’ya, canım Kelimeler Kafi’den Sanatçının Öyküsü’ne... Ben de Sanatçının Öyküsü’nden bahsedeceğim. Sözler: “bütün kabile kızar bana / derler bu adam çalışmaz mı / bu adam hep düşünür mü / bir kuş ölmüş diye üzülür mü / gündüz böyle diyenler / gece olunca / ateşler yakılınca / denizler coşunca / ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara / bakın bakın martılar uçar / bakın bakın yıldızlar koşar / bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda / bir hüzün çöker bir garip olur insanlar / yaklaşırlar birbirlerine / şarkım sürer sabaha kadar / melekler uçar üstünüzde / şarkım sürer sabah kadar / melekler uçar üstünüzde / bu sabah uyandırmamışlar beni / ava giden dostlar / ne güzel, ne güzel...” Bir de Sait Faik’in Sivriada Geceleri adlı hikâyesinin kanatlarında okşanalım, ufak bir pasaj: “Dünyanın yaratılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim. Bütün kabile halkı bana kızmıştı: ‘Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara düşünecek mi? Martı ölmüş. Onu seyredip bize masal mı anlatacak?’ Gündüz güneşin altında böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta rüzgâr denizi homur homur söyletirken, martılar hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, bir birbirine sokulma hissi saracaktı. Sonra bu hal belki de işe yaramaz adamın bir vazifesi olarak tanınacaktı. Bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküler söyleyemeyecektim. ‘Ne susarsın be herif’ diyeceklerdi. ‘Hani bülbül gibi öterdin geceleri.’ Ertesi sabah beni balığa çıkarken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi halime.” Sorayım mı? Mazhar Alanson, Sait Faik’ten çalmış mıdır sizce? Öyle düşünüyorsanız en başa dönüp Borges alıntısını tekrar okuyalım. Tekrar Borges, buyurun.
• • •
Shakespeare’nin As You Like It adlı oyunundaki karakterlerden Rosalind, zavallı dünyamız neredeyse altı bin yaşında diye düşünür. Muhtemelen üstat bu rakamı İncil’deki basit bir kronolojiden çıkarır. Bilim bunca öne geçmemişken, her şeyin göksel kitaplarda yazılı olduğuna inanılıyordu; hâlâ da inanan var, neden olmasın, ne diyordu Marías: “Her şeye inanılan bir zaman vardır.” As You Like It’ten birkaç zaman sonra Armagh başpiskoposu Ussher ve John Lightfoot, yaradılışın kesin tarihini açıklar: “Teslis tarafından, MÖ 23 Ekim 4004 yılında, sabah saat dokuzda yaratıldık.” Tabii ki bugün bunun yanlış olduğunu neşeyle açıklayabiliyoruz. Her şey göksel kitaplarda yazıyor gelgelelim doğruluğunu insan açıklıyor. Üstelik dünya bu tarihten beş gün önce yaratılsaymış fena mı olurmuş! Doğum günüme denk gelir, hoşluk yapardık.
• • •
Yazılmış kitap, yayınlandıktan sonra tekrar yazılabilir mi? Yazarın en büyük takıntısı: Ya sonradan kitapta bir bölümün öyle olmasını istemezse ne olacak? Bu durumda aynı eserin farklı basımları, yazar tarafından değiştirilir. Bu önceki basımı okuyan kişiye haksızlık mı? John Fowles, Yunanistan’da tuttuğu ayrıntılı notlar ve çektiği fotoğraflar nedeniyle Büyücü adlı kitabının zaman içinde çeşitli bölümlerini, çoğu paragrafını değiştirmiş, bu yüzden kitabı hep yeniden yazmış. Kitapta bulunan villanın mevsimlere, saatlere ve ruh durumuna göre değişen yüzlerce farklı betimlemesini yeni baskılara serpiştirip durmuş. Bu işe öylesine meraklıymış ki romanının sonunu beş kez değiştirdiğini açıklamış. Yazdıklarını canlı tutmak adına hiçbir zorluktan kaçınmayan Fowles, Fransız Teğmenin Kadını’nı yazarken kafasındaki Sarah’a karakterine uyan kadını bulmak için yaşadığı yerdeki tüm pastaneleri dolaşıp durmuş. 2005 yılında yitirdiğimiz yazar, okuyucularını sevmediğini de şöyle anlatmış: “Benimle konuşmak istemelerinin sinirime dokunacağını fark etmiyorlar, onları böyle alıştıran şöhret budalası yazarlardan nefret ediyorum.” Ayrıca Fowles roman okunmuyor diyenleri “o zaman romanlarımızı satın alan milyonlarca hayalete teşekkür etmemiz lazım,” şeklinde azarlarmış. O hayaletler olmasa ne yapardık bilmem.
Onların hayallerine cevap olamayan bu sistemdir.
Neden çocuklar dağa çıkıyor? Aslında kapsamlı, pek çok açıdan analizi yapılabilecek bir soru. Ben sadece gördüğüm yaşadığım kadarıyla bulunulan duygusal-düşünsel atmosfere dair birkaç şey belirtebilirim.
Biz çocuk olarak tanımlıyoruz (18 yaş ve altı) ama dağa giden bu insanlar kendilerini çocuk olarak görmüyorlar ki! Bilirsiniz insanlar on dört, on beş yaşından itibaren kendilerini çocuk olarak görmezler. Önemli bir eşiktir. Arayış içinde olunan, ‘bir şey’ olmak istenilen bir dönemdir.
Türkiye barındırdığı pek çok çeşitliliğe, farklılığa karşın oldukça çalkantılı, sorunlu bir toplum. Sağcısı, solcusu, liberali, sosyal demokratı, dincisi, tarikatçısı vs. Çocukluktan çıkarken mutlaka bunlardan birinin etkisinde oluyor insanlar. Dağa giden de dağın, devrimciliğin, gerillanın etkisinde oluyor. Bu kadar basit.
Ben de belki çocuk sayılabilecek bir yaşta dağın yolunu tutanlardan oldum.Tabi ne o zamanlar ne de sonrasında kendimi çocuk olarak görmedim, görülmedim de. On altısında, on yedisinde pek çok arkadaşım vardı. Biz çocuk değil de çok genç katılımlar olarak adlandırırdık.
Devrimci cenahta katılan birine çocuk demek, bu gözle bakmak hoş görülmez. O insan da buna müsaade etmez, kızar. Zira inanarak gelmiş, ciddi bir işe kalkışmıştır. Ona çocuk demek bir nevi hakaret etmek, küçük görmek anlamına gelir.
Burada önemli bir parantez açmak isterim. Evet dağa gelene çocuk değil de genç deniliyor, saygı duyuluyor. Bunun yanında yaşının küçüklüğü baz alınarak ona göre konumlandırıyor. Mesela çatışma alanlarından, yine ağır, yorucu eğitim ve işlerden uzak tutuluyorlar. Kendi yaşıtlarıyla kaldıkları yerler oluşturuluyor.
Yani yaşına uygun imkanlar yaratılmaya çalışılıyor. Ben ordayken öyleydi, şimdi belki daha da geliştirmişlerdir. Malum dağ koşulları zordur her şey gönlün istediği gibi ayarlanamıyor. Buna rağmen her geçen gün daha fazla imkan yaratılıyor.
Şimdi yaklaşım bu iken devlet ne yapıyor; “sen çocuksun” diyor, dalga geçiyor, fikirlerin, inançların küçümseniyor, kandırılmışsın diyor vs. Bununla beraber gösterdiği yaklaşım ise bir çocuğun aklının alamayacağı denli korkunç oluyor.
Neden, nasıl?
Ben ilk yakalandığımda Diyarbakır Jitem de ikide bir yaşım soruluyor, çocuksun deniliyor ama ardından korkunç işkenceler yapılıyordu. Daha on yedisinde, on sekizindeyim. Bırakalım her şeyi, bir insanın bir insanın canına böyle zulmetmesini aklım almıyordu. Zaten bu olaydan sonra gittim. Şimdi iki yaklaşım arasındaki farkı siz değerlendirin.
Ben Maraş’ın alevi Kürtlerindenim. Alevi bilinci daha ön plandadır bizim oralarda. Kürtlüğümüzü hiçbir zaman inkar etmedik ama dilini, kültürünü bilmiyorsun, inkar etmemişsin ne fayda. Birçok şeyin bu mücadele içerisinde farkına vardım. Kürtçeyi de sonradan öğrendim.
Bizler daha çok Denizler’e, Mahirler’e, Kaypakkayalar’a yakılan ağıtlarla, onların hikayeleriyle büyüdük. O dönemin devrimcileri bizim oralardan çok geçmişler. Dolayısıyla devlete muhaliflik hamurumuzda, devrimciliğe sempati ise çocukluğumuzdan beri var.
İlk katılmak istediğimde on dört on beş yaşındaydım. Ama nasıl gideceğimi bilmiyordum, kaldım o zaman. Devrime zaten çok genç yaşlarda katılıyor insanlar. Mesela ordayken bir iki kişi gelmişti, 23-24 yaşlarında. Bunlar niye gelmişler ki bu yaştan sonra diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum.
Bizler (ki çoğunluğu kastediyorum) 24-25 yaşımızı göreceğimize inanmıyorduk. Çok fazla büyük geliyordu bu yaşlar. 20-21 olduğumuzda utanıyorduk yaşadığımızdan. Zira 20’sine varmadan yitirdiklerimiz o kadar çoktu ki…
O yaşlarda insanın zaman algısı da farklı oluyor tabi. Bir yıl dahi büyük bir zaman dilimi olarak algılanıyor. Dolayısıyla ben biraz daha büyüyüp, olgunlaşıp öyle gideyim diye düşünmüyorsun. Aksine geç kaldığını düşünüyorsun geçen her günle.
Gitmeden önce hem çalışıyordum, hem de açık öğretimde okuyordum. On altı, on yedi yaşlarındaydım. Ancak şimdi dönüp baktığımda henüz çocuk olduğumu görüyorum. Bunun dağa gitmekle alakası yok. İçinde bulunduğun toplumda da çocuk değilsin zaten.
Çocuk olmanın bazı kriterlerinden ve de haklarından bahsedecek olursak bunların yaşadığımız toplumda olmadığını da üzülerek belirtmek zorundayız. Bizim toplumumuzda erken büyüyüp olgunlaşıyor insanlar.
On beşinde
On beşinden sonra, varolma, kendini konumlandırma arayışı başlıyor. Toplumsal sorunlara karşı hassas yaklaşıyorsun. Birinin bir yerde burnu kanasa derinden üzülüyorsun. Devrimci bir etkileşim içindeysen eğer en radikalinden buna cevap olmak istiyorsun.
Haksızlık, eşitsizlik vs. tanımlarını aşıyor bizzat yaşadıkların veya görüp, duydukların. İnsanlar, gençler, “çocuklar” öldürülüyor. Oturup kendin için bir geleceği planlamak, kendi yaşamına bakmak utandırıyor insanı. Bir şeyler yapmak, buna karşı ben varım demek istiyorsun.Sonuç; kendini dağda (veya zindanda) buluyorsun.
Çocuklar (gençler) neden dağa çıkıyor deyip gerçekten bununla ilgilenenler bunu yaratan koşulları öncelikli sorgulamak durumundadır.
Yoksa aç çocuğun neden ekmek çaldığını sorgulamaktan farksız olur. Zira çocuk kandırıldığından değil, aç olduğundan çalmıştır. Başka bir çocuk dağa çıkmıştır çünkü toplumsal, sosyal duyarlılığı onu oraya götürmüştür. Alternatif orasıdır.
Başka bir deyişle “yüreğinin götürdüğü yere” gitmiştir. Kürt ve Kürdistan meselesinin artık çok iyi bilindiğini baz alarak değinmiyorum. Okuyarak doktor, mühendis, gazeteci, avukat, hakim olabilecekken çok rahat, veya farklı şekilde çalışıp hayatını kurabilecekken haksız yere öldürülen insanların, çalınmış hakların peşinden gitmenin gururu, onuru o yaşlarda inanın daha fazla hissediliyor.
Kanın sıcaklığı deniliyor ya, öyle. Canı canan’ı da erken gözden çıkarıyor insan o yaşlarda giderken dağlara. Zorlanmıyor mu ? Çok pek çok zorlukla başbaşa kalıyor. Kimileyin geride bıraktıkları, kimileyin yeni mekan ve koşulların zorluğu. Ama bunları dillendirmiyorsun bile.
Dağ değil de başka yollardan mücadele edeyim diye düşünmüyorsun çünkü toplumda çelişki çok, yakıcı sorunlar var. Kestirmeden yıkmak, kestirmeden düzeltmek istiyorsun.
Neyi? Toplumu, devleti, dünyayı… Evrensel, enternasyonal deniyor ya, o yaşlarda daha yoğun hissedilen duygular bunlar. Dünyanın herhangi bir yerinde bir olay, isyan oldu mu hemen orada olmak istiyorsun. Yani bunlar yitirilmiyor ama çocukluk, gençlik döneminde en saf haliyle ruhunun derinliklerinde hissediyorsun.‘’Kendini değil, insanları, haksızlıkları, sorunları düşünüyorsun. Düşünmekle kalmayıp müdahil olmak istiyorsun. Aidiyet duygusu da çok önemli bence ama kim ne derse desin o yaşlarda bir yere değil, kendini dünyaya ait hissediyorsun.
Kandırılmak
Çocukluk bence dar tutuluyor. Çocuktur kandırılıyor, deniyor. Belki kendi iradeleri tam olarak ortaya çıkmış olmuyor ama onlar yaşadıkları, gördükleri gerçeklerin farkındalar.
Çocukları kandıran bu toplumun gidişatıdır bence. Onların hayallerine cevap olamayan bu sistemdir. Ne bir gelecek, ne bir özgürlük, ne de demokrasi alanı sunan devletin kendisidir kandıran. Dağ, gül bahçesi vaat etmiyor ki, dizleri kanadıkça kandırıldığını düşünsün gidenler. Giderken insan biliyor az çok feragat ettiği şeyleri.
Okulunu (ki ben kesinlikle okunmasından yanayım), işini, belki varsa sevdiğin birini geride bırakacaksın. Mesela o yaşlarda anne babadan, kardeşlerinden ayrılmak, onları bir daha göremeyeceğini düşünmek çok zor. Anne derken duruyor insan. O insanları da zor durumda bırakıp gidiyorsun. Ama bu insanlara yapabileceğim en büyük iyilik yaşanabilecek güzel bir toplum bırakmak diye düşünüyorsun.
Benim en çok zoruma giden şey bizim dönemimizde çocuk olanların büyüyüp katıldığını, öldüğünü görmek oldu, oluyor hala. Beni hiçbir şey o kadar etkilemedi, yıkmadı.
Biz son kuşaktık; öyle düşündük. Belki bizden öncekiler de böyle düşünmüştü. Çocuklar bizim yaşadıklarımızı yaşamasın, daha güzel, özgür ve eşit koşullarda yetişsin diye düşlemiştik. Kendimize böyle bir misyon da yüklemiştik. Uzun vadeli düşünemiyorsun zaten en büyük eksiklik burada. Varolan kötü düzen gidecek, yerine devrimle yaratılan yenisi gelecek…
Bugün benle senle bitecek bir mesele olmadığını görüyoruz elbet. Belki torunların torunları da mücadeleyi sürdürecek ama daha iyi koşullarda sürdürsün istiyorsun şimdi. Kan akmasın en azından, çocuklar ölmesin…
Bugün çocukların neden dağa çıktığı sorusuna en iyi yanıt onların yaşadıkları, gördükleri gerçeklerin gözler önüne serilmesidir bence. O çocukların köyleri yakılıyor, babaları kaybettiriliyor, işkenceler görüyor, postallarla çiğneniyor oyuncakları, bazıları daha anne karnındayken tekmeleniyor coplarla, kendi dilleri belki yasak değil artık ama dalga geçiliyor hala, ekonomik, sosyal hiçbir imkan sunulmuyor.
Şu sıralar en çok duyduğum şey İstanbul’daki çocukların yarısından fazlasının uyuşturucu batağında olduğu. Biraz da bunlar tartışılsa, çözüm yolları aransa. Devlet bu hale gelinmesine neden izin veriyor? Marjinal, arabeskçi, jiletçi bir gençlik yetişsin diye elbette.
Dağa gidenler sadece ellerine silah alıp bu tür şeylere karşı duracaklar diye az buçuk umursanıyor. Yoksa onlar düşünüldüğünden değil. Düşünülse cezaevleri çocuklarla dolup taşmazdı. Orada kötülüğün her türlüsü reva görülmezdi onlara.
Haksızlık
Çocukken görüp tanık olduklarımız gerçekten kişiliğimizde olduğu gibi gelecekte olmak istediğimiz şey konusunda da bir veri sunar. On beş on altısından itibaren ne olmak istediğimizi sorgulamaya, hedefleri belirlemeye başlarız. İşte okuyup hangi mesleği edineceğine karar verme aşaması.
Bunlar da ciddi meselelerdir. Ama bunun için katedilmesi gereken bir süreç vardır. Serinde dağ olan ise beklemez, gider. Geç kalmak istemez. Olmasını istediği şeylerin ancak bu yolla sağlanacağına inanır. Bu uğurda ölenler idoldür. Hatta zamanla bu idole ulaşmak hedeflenir sadece. Canın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. İşte çocuk dediğimiz dağa çıkan o insanlar bu duygu ve düşüncelerle yüklü oluyor.
Çocukluktan gençliğe geçiş evresi belirsizdir, keskindir. Bu yüzden daha radikaldir. Dikkat edin şehirlerdeki eylemlere, gösterilere bu çok nettir. Ben de yaşadım çünkü, biliyorum.
Olaylı geçmeyen kutlama veya eyleme tadı tuzu yoktu derdik. Hiçbir şey olmasa dahi mesela 1 Mayıs, Newroz veya 8 Mart yürüyüşündeyiz, yüzümüzü illa kapatacağız. Bu bir görüntüdür. Aç yüzünü, ne var yani? İllegal değil, bir şey değiliz. Orada bir duruş görüyorsun kendinde. Bu bir savunma, bir sembol. Aslında çok güzel bir duruş, şimdi bazen özlüyorum.
Adrenalin çok fazla, zeka gelişiyor, duygusal açıdan ha keza öyle. Müthiş bir arayış, bir enerji oluyor insanda. Aslında her gencin dağa çıkma potansiyeli vardır. Dağ radikalizmin merkezi. Kürt halkı açısından reva görülene ‘’hayır’’ demenin, ‘’karşı koyma’’nın, bir ’’duruş’’ göstermenin yeri, sembolü.
Bugün sürdürülen ‘’dağa çıkan çocuklar’’ tartışması ile çocuklar çok manipüle ediliyor. Bu elbette tartışılmalı ama göze batıyor diye bu ön planda tutulurken yaşanan başka binbir soruna gözümüzü, kulağımızı kapatırsak bu, çocuklara büyük haksızlıktır, vicdansızlıktır.
Bu çocuklar belki de çoğu yüreğimizin kaldıramayacağı sorunları, acıları yaşarken, kimse yaşatanlara dönüp “neden” diye sormuyor, dağa çıkınca sorun haline geliyor. Belki de kendilerini nihayet fark etmemiz için çıktılar. Tabi çocukça bir oyundan bahsetmiyoruz ne yazık ki. Zaten gidenler de kendilerini çocuk olarak görmüyorlardır eminim.
Kürt insanının çok azı çocuğunu dağa kendi eliyle göndermiştir. Aileler gerillayı çok severler, bu sorun çözülsün isterler ama kendi çocuklarıyla değil. Normaldir. İşin ucunda ölüm var. Hangi anne baba çocuğunun ölümünü görmek ister ki. Benim çocuğum olsa belki ben de öyle hissederdim. Koruma içgüdüsü o.
Ve bu sorunlar çözüme kavuşmadıkça çocuklar ve gençler daha çok dağın yolunu tutar. Bunun için müneccim olmaya gerek yok. Zira bizden önce öyleydi, bizden sonra da öyle olduğuna göre, çözümün sırrı sorunlara gösterilen duyarlılıkta, daha demokratik ve eşit koşulların yaratılmasındadır.
Çocuklar o zaman dağın değil, okullarının yolunu tutup, toplumun refahı için çalışan bireyler olarak katkı sunacaklardır. Şuna inanıyorum ki dağın yolunu tutmaya cesaret etmiş bireyler, ki bu sorunlara karşı duyarlılığı gösterir, koşullar oluştuğunda toplum için çok daha fazla etkin ve nitelikli bir rol oynarlar…
Çocuklara Kıymayın Efendiler
Brezilya'da Dünya Kupası Katliamı yapılıyor mu ?
2014 dünya kupası Brezilya da yapılacak.Sokak Çocukları acımasızca Brezilya Polisi tarafından hunharca katlediliyor iddiası ortalığı karıştırıyor.
Kupanız batsın Brezilya !...
2014 FIFA Dünya Kupası bilindiği gibi bu defa Brezilya'da yapılacak. Yerel kaynakların gizlediği ama muhalif medyanın fotoğraflarla kanıtladığı büyük bir skandalın ortaya çıktığı iddia ediliyor.
Dünya çapında yüz binlerce turisti çekecek olan ülke, sıkı önlem kararları aldı. Hükümetin emriyle polisler sokak çocuklarının itlafına başladı.
Geçtiğimiz ay Rio De Jenerio'nun arka sokaklarında başlayan katliam sadece bir iddia olmasından dolayı muhatap alınmamıştı ama yeni fotoğrafların dünya basınına bomba gibi düşmesi emperyalizmin ulaştığı noktayı gözler önüne serdi.
Kaynak :İstanbul Times Haber Ajansı (İTHA)

Fil'e Son Şiir
Gözlerimde yaşanmamış bir hayatın buğusu kalmış,
Devletinin unuttuğu bir halk gibi yalnız bakıyorum dışarıya,
Puslu bir rüyaya benziyor düş,uyanık.
Piyasada yok satıyor arabesk öfke
Ve artıp duruyor cam silici çocuklar
Gözlerindeki camın buğusu ile
Şairler kuytuluklarında
Sözcük savuruyor hayata
Ve bagırıyor her gece işsiz bir genç
‘’-Tanrım neden verdin bu işi bana! ’’
Oysa bir hayli artmış ağızlarda sevgi sözcükleri
Yürekte azalan, ağızda artıyor işte..
Dili lal bir çocuk var duvar dibinde
üstüne maviliğin gülüşünü giymiş
ordan biri sesleniyor bana:
-‘’konuşamaz o ‘’
Dönüyorum ona;
-‘’evet, o arka sırada oturan çocuk
Siz ön sıradakilere,en kritik anda kalbini gösterip konuşacak.’’
Dönüp giderken bir ses duyar gibi oluyorum dili lal çoçuktan;
-‘’beni yalnızlık büyüttü, siz küçülttünüz ‘’
Ve soruyorum size;
temiz bir vicdanın maliyeti ne kadar?
arda kalır mı ömürden bişeyler;
bir aşk, bir mutluluk sığdırmaya.
Koşan bir tay hatırlatıyor özgürlüğü
düşüyorum ardına
sahibine varana kadar…
Sonra birlikte bağlıyoruz tayın segrini
Dünya 6 milyar insanın
düştügü ıssız bir ada
yanımıza almayı unuttuğumuz üç şey:
-kendimiz.
-kendimiz.
-kendimiz.
Kapılarımıza dizmişler çaresizliği, umutsuzluğu
Başka bir yüzle,başka bir dille çıkın diyorlar sokağa.
Ama sanmayın açmayacağız kapımızı
Düşe düşe örgendik ömür -metre engelli koşuyu
Koltuklarında izleyenler bilir bunu
Sen yalnızlığın babalık yaptığı bir ailenin çocuğusun
Kendini çoğaltmayı öğrendin kalbim.!
Bilirsin yaraların kanadığı yerde
Tuz uzatırlar en çok
Sen melhem ol yine de öfkene
Filler devrilirken üstümüze
devrik cümleye gerek yok
ne sonda ne başta
üstümüzde kalır
ölüm eylemi…
Bu çimenin file,son şiiridir
En yeşil yerinden,en griye.
8 Haziran 2014 Pazar
Türkiye’nin yakın tarihindeki en ağır trajedilerin yaşandığı ilçe: Lice
"kızımın Kuran'ı duvarda asılı kaldı "
"annemin eteğine sığdım " serpil Odabaşı
Türkiye’de boşaltılan ilk ilçe Lice. 1993′te katliamı yaşadı, 12 yaşındaki Ceylan Önkol gibi çocuklar, Medeni Yıldırım gibi gençler yaşamını yitirdi.. Lice yine şimdi yine gündemde.
Lice…
Türkiye’de boşaltılan ilk ilçe…
Bir generale yönelik suikastten sonra bir ilçenin yakılışını anlatan Türkiye’nin yakın tarihindeki en ağır trajedilerden biri.
Olay 22 Temmuz 1993 tarihinde Tuğgeneral Bahtiyar Aydın suikastiyle başladı.
Bahtiyar Aydın’ın ödürülmesinin ardından ilçede dört gün boyunca giriş-çıkış yasağı uygulandı.
İlçede çıkan olaylarda toplam 20 kişi hayatını kaybetti.
Resmi kayıtlara göre 401 konuttan 302′sine tam, 86′sına orta, 13′üne az hasarlı raporu verildi.
Diğer saldırı ise 4 Ağustos 1994′te gerçekleşti. 1 kişi hayatını kaybetti. 20 kişi de yaralandı.
Dosya, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşındı ve Türkiye dostane çözüme giderek ‘yaşam hakkını ihlal’den mağdurlara 4,1 trilyon lira tazminat ödedi.
Türkiye’de ise ancak 20 yıl sonra dosya arşivi tozlu raflardan indi.
Yıllar sonra Ergenekon soruşturmasını yürüten mahkemeye ifade veren ‘kıskaç’ kod adlı asker, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın ölümünün şaibeli olduğunu belirtti.
Faili meçhuller, yargısız infazlar, köy yakmalarla gündemdeki yerini hep korudu Lice
Lice denilence akla gelen olaylardan biri de Ceylan Önkol’un ölümüydü..
Ceylan Önkol, ilçenin Şenlik Köyü kırsalında 28 Eylül 2009 tarihinde meydana gelen patlama sonucunu yaşamını yitirdi. Önkol’un parçalanan bedenini ailesi topladı..
Patlama alanına savcıyı güvenlik gerekçesiyle götürmeyen jandarma görevlileri hakkındaki soruşturmada takipsizlik kararı verildi.
28 Haziran 2013′teki kalekol protestosunda Medeni Yıldırım adlı genç vurularak öldürüldü. aynı olayda çok sayıda kişi de yaralandı.
Kalekol protestoları Medeni Yıldırım’ın ölümünden bu yana Lice’de devam ediyor. Son haftada kalekol yapımını protesto eden halka gaz bombalarıyla çok sayıda müdahalede bulunuldu. Bu müdahaleler sırasında gerçek mermiler de kullanılmıştı.
Olay 22 Temmuz 1993 tarihinde Tuğgeneral Bahtiyar Aydın suikastiyle başladı.
Bahtiyar Aydın’ın ödürülmesinin ardından ilçede dört gün boyunca giriş-çıkış yasağı uygulandı.
İlçede çıkan olaylarda toplam 20 kişi hayatını kaybetti.
Resmi kayıtlara göre 401 konuttan 302′sine tam, 86′sına orta, 13′üne az hasarlı raporu verildi.
Diğer saldırı ise 4 Ağustos 1994′te gerçekleşti. 1 kişi hayatını kaybetti. 20 kişi de yaralandı.
Dosya, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşındı ve Türkiye dostane çözüme giderek ‘yaşam hakkını ihlal’den mağdurlara 4,1 trilyon lira tazminat ödedi.
Türkiye’de ise ancak 20 yıl sonra dosya arşivi tozlu raflardan indi.
Yıllar sonra Ergenekon soruşturmasını yürüten mahkemeye ifade veren ‘kıskaç’ kod adlı asker, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın ölümünün şaibeli olduğunu belirtti.
Faili meçhuller, yargısız infazlar, köy yakmalarla gündemdeki yerini hep korudu Lice
Lice denilence akla gelen olaylardan biri de Ceylan Önkol’un ölümüydü..
Ceylan Önkol, ilçenin Şenlik Köyü kırsalında 28 Eylül 2009 tarihinde meydana gelen patlama sonucunu yaşamını yitirdi. Önkol’un parçalanan bedenini ailesi topladı..
Patlama alanına savcıyı güvenlik gerekçesiyle götürmeyen jandarma görevlileri hakkındaki soruşturmada takipsizlik kararı verildi.
28 Haziran 2013′teki kalekol protestosunda Medeni Yıldırım adlı genç vurularak öldürüldü. aynı olayda çok sayıda kişi de yaralandı.
Kalekol protestoları Medeni Yıldırım’ın ölümünden bu yana Lice’de devam ediyor. Son haftada kalekol yapımını protesto eden halka gaz bombalarıyla çok sayıda müdahalede bulunuldu. Bu müdahaleler sırasında gerçek mermiler de kullanılmıştı.
6 Haziran 2014 Cuma
100 Film !
Türk sinemasının 100. yılı Kültür Bakanlığı'nın düzenlediği En İyi 100 Türk Filminin seçileceği ve bütün sinemaseverlerin oy kullanabileceği etkinlikle kutlanıyor.

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, geride bıraktığı yüzyılda birçok başarılı ve gurur verici yapımı armağan eden Türk sinemasının en iyi 100 filminin halkın oyları ile belirleneceğini bildirdi.
Çelik, yaptığı yazılı açıklamada, Türk sinemasının 100. yılının kutlandığını ve bakanlık olarak halkın sinemaya olan ilgisini arttırmayı hedeflediklerini belirtti.
Türk sinemasının Fuat Uzkınay tarafından 1914'te çekilen "Ayestefanos'taki Rus Abidesi'nin Yıkılışı" adlı belgesel ile tarihi yolculuğa başladığını kaydeden Bakan Çelik, "Geride bıraktığı yüzyılda birçok başarılı ve gurur verici yapımı bizlere armağan eden Türk sinemasının en iyi 100 filmini halkımızın oyu ile belirleyeceğiz" ifadesini kullandı.
Son yıllarda Türk sinemasının uluslararası alanda elde ettiği prestijli ödüllerin, katıldığı uluslararası festivallerin geleceğe yönelik umut ve beklentileri daha da yükselttiğini bildiren Çelik, açıklamasında şunları belirtti:
"Akademisyenler, meslek birlikleri ve sivil toplum kuruluşları tarafından belirlenen 500 film arasından seçilen 300 film halkımızın oyuna sunulacak. 1 Eylül'e kadar sürecek oylamanın sonuçlarını düzenleyeceğimiz özel bir gece ile kamuoyuna duyuracağız. Düzenlenecek gecede seçilen 'En İyi 100 Türk Filmi'ne ait afiş ve görüntüler de bir sergi ile sinemaseverlerle buluşturulacak. Ayrıca her filmden bir kostüm tekrar dikilerek kamuoyunun beğenisine sunulacak ve ardından bu kıyafetler, açılacak 'Ulusal Film Arşivi ve Sinema Müzesi'nde sergilenecek.
En iyi 100 filmi belirlemek için 'http://100yil100film.gov.tr/' veya 'http://www.yuzyilyuzfilm.gov.tr/' adresleri ziyaret edilebilecek."

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, geride bıraktığı yüzyılda birçok başarılı ve gurur verici yapımı armağan eden Türk sinemasının en iyi 100 filminin halkın oyları ile belirleneceğini bildirdi.
Çelik, yaptığı yazılı açıklamada, Türk sinemasının 100. yılının kutlandığını ve bakanlık olarak halkın sinemaya olan ilgisini arttırmayı hedeflediklerini belirtti.
Türk sinemasının Fuat Uzkınay tarafından 1914'te çekilen "Ayestefanos'taki Rus Abidesi'nin Yıkılışı" adlı belgesel ile tarihi yolculuğa başladığını kaydeden Bakan Çelik, "Geride bıraktığı yüzyılda birçok başarılı ve gurur verici yapımı bizlere armağan eden Türk sinemasının en iyi 100 filmini halkımızın oyu ile belirleyeceğiz" ifadesini kullandı.
Son yıllarda Türk sinemasının uluslararası alanda elde ettiği prestijli ödüllerin, katıldığı uluslararası festivallerin geleceğe yönelik umut ve beklentileri daha da yükselttiğini bildiren Çelik, açıklamasında şunları belirtti:
"Akademisyenler, meslek birlikleri ve sivil toplum kuruluşları tarafından belirlenen 500 film arasından seçilen 300 film halkımızın oyuna sunulacak. 1 Eylül'e kadar sürecek oylamanın sonuçlarını düzenleyeceğimiz özel bir gece ile kamuoyuna duyuracağız. Düzenlenecek gecede seçilen 'En İyi 100 Türk Filmi'ne ait afiş ve görüntüler de bir sergi ile sinemaseverlerle buluşturulacak. Ayrıca her filmden bir kostüm tekrar dikilerek kamuoyunun beğenisine sunulacak ve ardından bu kıyafetler, açılacak 'Ulusal Film Arşivi ve Sinema Müzesi'nde sergilenecek.
En iyi 100 filmi belirlemek için 'http://100yil100film.gov.tr/' veya 'http://www.yuzyilyuzfilm.gov.tr/' adresleri ziyaret edilebilecek."
Victor ve Mahomet
Ünlü Fransız yazar Victor Hugo'nun, 1855 yılında sürgündeyken yazmaya başladığı, insanlık tarihi ve gelişimini anlatan ve hala Fransa'nın gerçek anlamdaki tek destanı olarak kabul edilen, "La Légende des Siècles (Yüzyılların Efsanesi)" adlı eserinde; Allah, İslam, Kur'an ayetleri ve Hz. Muhammed ile ilgili çok sayıda şiirinin olduğu yüz yıllardır biliniyor. Ancak, aynı eserin Brüksel'de 28 Eylül 1859 yılında yapılan ilk baskısında yer alan İslam ve İslam peygamberine dair 'Mahomet', diğer baskılarından çıkarılmıştı. Yüzyılın Efsanesi'nde de yer alan "Mahomet"'i Le Centre national de la recherche scientifique (Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi), ancak, Hugo'nun ölümünden yüzyıl sonra yani 1985 yılında yayınlamıştı. Bu yayınla birlikte Hristiyan dünyasında bir çok tartışmaya neden olan Hugo'nun Müslüman olduğu da tartışılmaya başlanmıştı.
Hugo'nun 'Mohamet'i nin orijinal metinlerini Le Centre national de la recherche scientifique 'den elde eden Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Dil Eğitim Merkezi Fransızca Bölümü Öğretim Görevlilerinden Yakup Yaşa, uzun bir çalışma sonucu eseri Türkçe'ye çevirdi. Yakup Yaşa, "7 yıldır yaklaşık 400'e yakın Fransızca şiiri Türkçe'ye çevirdim. Uzun süredir Hugo'nun Hz. Muhammed'e yazdığı şiir üzerinde çalışıyordum. Fransa'da çeşitli üniversitelerde görev yapan edebiyatçı akademisyenlerle görüştüm. Hugo'nun

şiirinin orijinalini bulup Türçe'ye çevirdim. Çeviriyi henüz bitirdim. Üniversitede üzerinde çalışmalarımız sürüyor. Hugo şiirinde Hz. Muhammed'i o kadar güzel anlatıyor ki etkilenmemek mümkün değil. Bu anlatımlar Hugo'nun İslamiyet'le ne kadar ilgili olduğunu gösteriyor" dedi.
"Son zamanlarda Victor Hugo ile ilgili yazılan en ciddi yapıtlardan biri olan ve ünlü yazın araştırmacısı, Henri Guillemin imzasını taşıyan "Hugo" adlı eserin ön sözünde, Hugo'nun şu sözlerine yer vermektedir:
"Je m'ignore ; je suis pour moi-même voilé, DIEU seul sait qui je suis et comment je me nomme : Ben bile kendimi tanıyamıyorum ; kendi kendime yabancıyım, kim olduğumu ve adımın ne olduğunu, yalnızca Allah bilir."
Hugo'nun, gerek iki oğlu gerek erkek torununun vaftiz edilmediğini ve Hristiyanlık adetlerine göre defnedilmediğini belirten yazar, ayrıca kitabın bir çok yerinde onun sürekli evinde gizli ibadet ettiğini belirtir. Bu durum ve "Mahomet" mersiyesindeki içerik, detaylar ve anlatılan öykü Hugo'nun Müslümanlığının konuşulur hale gelmesine en büyük etkendir.
Yaşar'ın çevirdiği dizeler şöyle:
L'AN NEUF DE L'HEGIRE
(HİCRİ DOKUZUNCU SENE)
MAHOMET
HZ.MUHAMMED
Vazifesinin yakın olduğu içine doğmuştu
Metindi, kimseyi kınamıyor, incitmiyordu
Yolda gördüğü kimselerle selamlaşıyordu
Her gün sanki biraz daha yaşlanıyordu
Oysa sadece yirmi ak vardı siyah sakalında
Durup su içen develeri izliyordu arada sırada
Böylece, deve güttüğü zamanları hatırlıyordu.
Sanki Cenneti görmüş, İlahi Aşkı bulmuştu
Sanki kâinatın yaratılışına şahit olmuştu
Alnı dik, yanakları kusursuz, benzersizdi
Kaşları ince, bakışları anlamlı ve keskindi
Boynu, gümüş bir testinin boğazıydı sanki.
Tufanın sırlarını bilen Nuh'un havası vardı.
Ona danışmaya gelenlere, adil davranırdı
Kimi itiraf eder, kimi güler ve inkâr ederdi
Sessizce dinler, en son konuşurdu kendisi
Ağzından dua ve zikir hiç eksik olmazdı
Çok az yer, karnının üzerine taş koyardı.
Boş durmaz, koyunlarını sağıp oyalanırdı
Oturur yere, elbiselerini kendi yapardı
Artık genç değildi, eski gücü de kalmamıştı
Yine de, herkesten daha fazla oruç tutardı
Altmış üç yaşında, bir ateş sardı vücudunu
Kutsal Kitap Kur'an'ı bir kez daha okudu
Sonra, sancağı, Said'in oğluna teslim etti.
Onlara: "Artık aranızdan ayrılma vakti geldi
Allah birdir, hep onun yolunda savaş" dedi.
Mahzundu, bakışlarında, yurdundan zoraki
Sürülen yaşlı bir kartalın hüznü vardı sanki
Yine, her günkü vaktinde mescide geldi,
Ali'ye tabi olanlar da arkasından geliyordu
Ve, kutsal sancak rüzgarda dalgalanıyordu.
Benzi soluktu, döndü ve kalabalığa seslendi
"Ey insanlar, ömür bitiyor, hayat gelip geçici
Biz, karanlıkta birer zerreyiz, yüce olan O'dur
Ey insanlar, O'ndan başka rehberim yoktur
Onsuz bir değerim olmazdı."
Bir zat ona : "Ey müminlerin gerçek Sultanı!
Seni dinler dinlemez, herkes inandı sözüne
Sen doğduğunda, bir yıldız doğdu gökyüzüne
Kisra sarayının üç kulesi birden devrildi" dedi.
O da: "Melekler ölümümü müzakere etti;
Vakit tamam, dinleyin! Eğer herhangi birinize
Bir kötülük yaptıysam, çıksın herkesin önünde
Ben ölmeden, gelsin intikamını alsın şimdi;
Kime vurmuşsam, o da bana vursun" dedi.
Ve uzattı usulca asasını oradan geçenlere.
Yaşlı bir kadın, bir koyunu kırpıyordu eşikte
Ona: "Tanrı yardımcın olsun!" diye seslendi.
Bakışlarında bir hüzün vardı, oldukça bitkindi
Dalgındı; birden, şöyle dedi: "Herkes duysun!
Allah benim adımı andı! Bundan emin olun
Topraktan insan, nurdan bir peygamberim
İsa'nın getirdiği dini tamamlamaya geldim.
Ashabım, ben sabır taşıyım, İsa tatlı dilliydi.
Zira her şafak, doğacak güneşin müjdecisi
İsa benden önce, ama ne Tanrıdır ne de oğlu
O, gülü koklayan Bakire Meryem'den doğdu.
Unutmayın, ben de etten kemikten bir faniyim
Kuruyan bir balçıktan başka bir şey değilim;
Şu dünyada başıma gelmeyen şey kalmadı;
Çektiğim çilelere, yol olsa, dayanmazdı
Baskı ve işkenceden, şu bedenim çok çekti;
Ve eğer işlediğimiz her bir günahın bedeli
Korkunç bir haşere olsaydı, o karanlık mezarı
Bize dar eder, cehenneme çevirirdi orayı.
Tekrar tekrar bedenlenir cehennem ehli
Ve kurtlar yeniden kemirir tüm bedenlerini
Böylece, defalarca tükenir ve yeniden dirilir
Cezalarını çekince de, yeniden huzura erişir.
Ben, kutsal savaşların mütevazı meydanıyım
Bazen bir efendi bazen de bir köle gibiyim
Kelamım, tıpkı çöldeki kum ve kuyular gibidir
Bir sözüm korkutuyorsa, bir diğeri müjdecidir;
Ey inananlar! Çektiklerimi görüyorsunuz işte!
Karşıma alıp, insanı aldatıp yeniden delalete
Sürüklemek isteyen o dehşet saçan iblisleri
Engellemeye çalıştım, bağladım o pis ellerini
Çoğu zaman, Yakup gibi, karanlıklar içinde
Çarpıştım durdum, görmediğim kimselerle;
Fakat insanlar beni özellikle öldürmek istedi
Bana karşı sürekli kin ve kıskançlık besledi
Ben ise, asla, Hak davamdan vazgeçmedim
Onlarla savaştım, ama kimseden incinmedim
Savaş boyunca: "Bırakın yapsınlar!" diyordum
Kanlar içinde tek yaralı ben olayım istiyordum
Varsın hepsi vursun bana, zaten durmazlar ki
Zira sağ ellerine Ayı, sol ellerine Güneşi
Versem de, düşmanlarım vazgeçmezdi asla
Yine de saldırırlardı bana şu çileli yolculukta
Fakat ne olursa olsun geri adım atmadım
Zira bu kutsal dava uğruna tam kırk yıl savaştım
İşte, böyle geçen bir ömrü nihayet tamamladım
Şimdi Allah'a gidiyorum, dünyayı geride bıraktım.
Greklerin Hermès'i, Yahudilerin de Lévi' yi
Desteklediği gibi siz de hiç bırakmadınız beni
Çektiğiniz bu sıkıntılar, mutlaka son bulacak
Bu soğuk, ıssız geceye elbet Güneş doğacak
Müminler, asla ümidinizi kesmeyin O'ndan
Zira Kronnega dağlarını aslan yuvası yapan,
Denizleri incilerle, karanlıkları da yıldızlarla
Donatan Allah, elbet sizleri de koymaz darda.
Sonra: "O'na inanıp teslim olun " diye ekledi
İnanmayan, ancak, inkâr da etmeyenlerin yeri
Cennet ile cehennemi ayıran duvarın üzeri
Kararmıştır kalpleri, günah işlemek tek işleri;
Hiç kimse tamamen günahsız değildir belki
Ama çabalayın ki, Allah cezalandırmasın sizi
Namaz kılın, bütün azalarınız değsin yere
Zira o dayanılmaz cehennem ateşi, sadece
O'nun için yere kapanmayan bedenleri yakar
O, kapkaranlık dünyayı, masmavi gökle açar;
Misafiri sevin, dürüst olun, adaletle hükmedin
Yüce katında türlü türlü nimetler var sizin için
Yedi göğü geçmek için altın eğerli atlar,
Ve yıldırımları geride bırakan hızlı arabalar
Huriler, tertemiz, hep ter ü taze ve neşeli
İncilerden yapılmış köşklerde oturur her biri
Cehennem ateş ehlini bekler, vay hallerine!
Ateşten ayakkabıları olacak ve giydiklerinde,
Sıcaklıkları kazan gibi beyinlerini kaynatacak
Cennet ehli ise, pek neşeli ve gururlu olacak."
Biraz durdu, hep ümitli olmalarını öğütledi
Sonra, ağır adımlarla yürümeye devam etti
Ardından : "Ey insanlar! Size sesleniyorum
Vakit saat doldu, ebedi bir âleme gidiyorum
Belki bu sizinle son görüşmemiz, acele edin
Beni tanıyan herkes gelip son kez dinlesin
Bir hatam olduysa, yüzüme söylesin" dedi.
Kalabalık sessizce sağa sola açılıp yol verdi
Gitti ve Ebufleya Kuyusunda sakalını yıkadı
Biri ondan üç drahmi istedi, çıkardı verdi
"Şimdi, mezara bırakmaktan daha iyi" dedi.
Herkesin, bir güvercininki gibi ışıl ışıldı gözleri
Bakıp, kendilerini hep kollayan o yüce insana,
Ağlıyordu halk; evine kadar eşlik ettiler ona
Birçoğu gözünü bile kırpmadan orada bekledi
Bütün geceyi dışarıda taşların üzerinde geçirdi
Ve ertesi sabah, günün ağardığını fark edince
"Ben artık kalkamıyorum, dedi, Ebubekir'e
Kitap'ı alıp yanına, sen kıldıracaksın namazı."
Eşi Aişe de o sırada cemaatin arkasındaydı
Ebubekir okuyor, Muhammed ise dinliyordu
Nihayet, okuduğu ayetleri usulca bitiriyordu
O, dua ve zikrini yaparken herkes ağlıyordu
Ve, Ölüm Meleği çıka geldi akşama doğru
"İçeri girebilir miyim" diye müsaade istedi
"Gelsin" dedi. Dünyaya açtığı o ilk günkü gibi
Yine ışıl ışıl parlıyor ve gülümsüyordu gözleri,
Ve, Melek ona : "Allah seni bekliyor" dedi
Memnuniyetle, dedi. Şakakları şöyle bir titredi
Bir an aralandı dudakları ve ruhunu teslim etti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)