Müzik

9 Haziran 2014 Pazartesi

Onlar Proust’a Fransız diyene faşist, Fransalı diyene devrimci demez. Anlatabildim mi? Milliyetçi, sığdır.


Gelgelelim 26: Bir kırkambar denemesi



Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da yaptığı konuşmaya iki tane birbirinden sığ eleştiri geldi. Bir tür milliyetçi “vay efendim neden Türkçe konuşmadı” diye homurdandı (milliyetçi homurdanır); diğer tür de “Türk gençleri değil Türkiyeli gençler dedi” şeklinde hak aradı (milliyetçi sürekli hakkının yendiğini düşünür). İkisi de birbirinden korkunçtur



Milliyetçi nasıl şey biliyor musun, anlatayım dinle bak. Nuri Bilge Ceylan, Cannes’da Altın Palmiye’yi aldıktan sonra yaptığı konuşmada İngilizce şunları söyledi: “I want to dedicate the praise, to the young people of Turkey.” (Kısacası ödülünü, “memleketinde” ölen gençlere adadı.) Buna iki tane birbirinden sığ eleştiri geldi. Bir tür milliyetçi “vay efendim neden Türkçe konuşmadı” diye homurdandı (milliyetçi homurdanır); diğer tür de “Türk gençleri değil Türkiyeli gençler dedi” şeklinde hak aradı (milliyetçi sürekli hakkının yendiğini düşünür). İkisi de birbirinden korkunçtur. Frenk sunucu konuşmayı “jeunes Turc” (evet, bildiğin jön Türk) diye aktarıp geçti. Çünkü Frenk bizde Türkiyeli - Türk diye bir ayrım olduğunu bilmez; onlarda öyle Fransalı - Fransız diye ayrımlar yoktur, salak mı adamlar! Onlar Proust’a Fransız diyene faşist, Fransalı diyene devrimci demez. Anlatabildim mi? Milliyetçi, sığdır.

• • •

“Geçmişin bütün edebiyatı bir gelenektir ve biz belki yazılmış olanların olsa olsa bazı ufak tefek, son derece mütevazı çeşitlemelerini deneyebiliriz. Anlatmamız gereken öykü aynıdır, ancak biraz farklı olarak belki tonunu hafifçe değiştirerek, o kadar... Yine de üzülmenin gereği yok.” Böyle demiş Borges. Çok üzülmeyin yani. Mazhar Alanson’un nefis şarkısından dem vurayım bir de. Özellikle kullandım dem kelimesini, çay demlensin, kahve demini alsın yürüsün. Albümün adı Vak the Rock, 1986. Adımız Miskindir Bizim’den Hep Aynı’ya, canım Kelimeler Kafi’den Sanatçının Öyküsü’ne... Ben de Sanatçının Öyküsü’nden bahsedeceğim. Sözler: “bütün kabile kızar bana / derler bu adam çalışmaz mı / bu adam hep düşünür mü / bir kuş ölmüş diye üzülür mü / gündüz böyle diyenler / gece olunca / ateşler yakılınca / denizler coşunca / ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara / bakın bakın martılar uçar / bakın bakın yıldızlar koşar / bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda / bir hüzün çöker bir garip olur insanlar / yaklaşırlar birbirlerine / şarkım sürer sabaha kadar / melekler uçar üstünüzde / şarkım sürer sabah kadar / melekler uçar üstünüzde / bu sabah uyandırmamışlar beni / ava giden dostlar / ne güzel, ne güzel...” Bir de Sait Faik’in Sivriada Geceleri adlı hikâyesinin kanatlarında okşanalım, ufak bir pasaj: “Dünyanın yaratılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim. Bütün kabile halkı bana kızmıştı: ‘Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara düşünecek mi? Martı ölmüş. Onu seyredip bize masal mı anlatacak?’ Gündüz güneşin altında böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta rüzgâr denizi homur homur söyletirken, martılar hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, bir birbirine sokulma hissi saracaktı. Sonra bu hal belki de işe yaramaz adamın bir vazifesi olarak tanınacaktı. Bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküler söyleyemeyecektim. ‘Ne susarsın be herif’ diyeceklerdi. ‘Hani bülbül gibi öterdin geceleri.’ Ertesi sabah beni balığa çıkarken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi halime.” Sorayım mı? Mazhar Alanson, Sait Faik’ten çalmış mıdır sizce? Öyle düşünüyorsanız en başa dönüp Borges alıntısını tekrar okuyalım. Tekrar Borges, buyurun.

• • •

Shakespeare’nin As You Like It adlı oyunundaki karakterlerden Rosalind, zavallı dünyamız neredeyse altı bin yaşında diye düşünür. Muhtemelen üstat bu rakamı İncil’deki basit bir kronolojiden çıkarır. Bilim bunca öne geçmemişken, her şeyin göksel kitaplarda yazılı olduğuna inanılıyordu; hâlâ da inanan var, neden olmasın, ne diyordu Marías: “Her şeye inanılan bir zaman vardır.” As You Like It’ten birkaç zaman sonra Armagh başpiskoposu Ussher ve John Lightfoot, yaradılışın kesin tarihini açıklar: “Teslis tarafından, MÖ 23 Ekim 4004 yılında, sabah saat dokuzda yaratıldık.” Tabii ki bugün bunun yanlış olduğunu neşeyle açıklayabiliyoruz. Her şey göksel kitaplarda yazıyor gelgelelim doğruluğunu insan açıklıyor. Üstelik dünya bu tarihten beş gün önce yaratılsaymış fena mı olurmuş! Doğum günüme denk gelir, hoşluk yapardık.

• • •

Yazılmış kitap, yayınlandıktan sonra tekrar yazılabilir mi? Yazarın en büyük takıntısı: Ya sonradan kitapta bir bölümün öyle olmasını istemezse ne olacak? Bu durumda aynı eserin farklı basımları, yazar tarafından değiştirilir. Bu önceki basımı okuyan kişiye haksızlık mı? John Fowles, Yunanistan’da tuttuğu ayrıntılı notlar ve çektiği fotoğraflar nedeniyle Büyücü adlı kitabının zaman içinde çeşitli bölümlerini, çoğu paragrafını değiştirmiş, bu yüzden kitabı hep yeniden yazmış. Kitapta bulunan villanın mevsimlere, saatlere ve ruh durumuna göre değişen yüzlerce farklı betimlemesini yeni baskılara serpiştirip durmuş. Bu işe öylesine meraklıymış ki romanının sonunu beş kez değiştirdiğini açıklamış. Yazdıklarını canlı tutmak adına hiçbir zorluktan kaçınmayan Fowles, Fransız Teğmenin Kadını’nı yazarken kafasındaki Sarah’a karakterine uyan kadını bulmak için yaşadığı yerdeki tüm pastaneleri dolaşıp durmuş. 2005 yılında yitirdiğimiz yazar, okuyucularını sevmediğini de şöyle anlatmış: “Benimle konuşmak istemelerinin sinirime dokunacağını fark etmiyorlar, onları böyle alıştıran şöhret budalası yazarlardan nefret ediyorum.” Ayrıca Fowles roman okunmuyor diyenleri “o zaman romanlarımızı satın alan milyonlarca hayalete teşekkür etmemiz lazım,” şeklinde azarlarmış. O hayaletler olmasa ne yapardık bilmem.