Müzik

9 Haziran 2014 Pazartesi

sevgili küçük kızım

































Höstsonaten (Autumn Sonata) | Ingmar Bergman, 1978

Geç kalmış bir hesaplaşmanın filmidir bu. Bir anne ile kızın göbek bağı hiç kopmamış gibi yaşadıkları acıdır. Biz Charlotte ve Eva ile o gözle görülmez acıyı iliklerimize kadar hissediyoruz. Ingrid Bergman’ın canlandırdığı Charlotte Andergast karakteri çok yetenekli bir piyanist ama berbat bir anne. Kariyeri uğruna kızını yıllarca ihmal etmiş, kendinin çok yetenekli bir piyanist olduğunun farkında ve asla kendinden ödün vermiyor, olabildiğince kibirli, iç dünyası yıkıntılarla ve görmekten kaçındığı vicdan azaplarıyla dolu. Liv Ullmann’ın canlandırdığı Eva karakteri ise her zaman annesinin o muhteşem yeteneklerine, güzelliğine, karakterlerine yetememenin acısıyla büyümüş. Annesinin gücünün altında ezilmiş, sevilmeme korkusu ile gerçek Eva’yı asla gün yüzüne çıkarmayıp her daim Charlotte’nin istediği Eva gibi davranmaya çalışan duygu yüklü bir kadın olmuştur. Birde üstüne üstük bu iki kadın büyük kayıplar yaşamışlardır. Charlotte hayat arkadaşını kaybederken, Eva ise küçük oğlunu kaybetmiştir.

Tüm bu kayıpların, enkazların, ölü çocuklukların sonrasında henüz kapanmamış bir hesabın özetini gösterir bize Bergman. Film tamamen kuvvetli replikler üzerine kurulmuş, bir sinema filminden çok tiyatro izler gibiyiz yani kısaca her zaman bildiğimiz Bergman tarzı. Öyle bir hale geliyorsunuz ki filmi izlerken acıdan nefes alamadığınızı hissedebiliyorsunuz, sanki hesaplaşmanın enkazı altında kalıyorsunuz.

Oyunculuklar zaten müthiş yani bunun bir sinema filmi olduğunu tam anlamıyla fark etmem yukarıdaki set fotoğraflarından sonra oldu diyebilirim. Gerçek bir anne kız ilişkisi gördük biz, rol gibi değildi çünkü.

Ayrıca filmdeki piyano yorumları enfes… Bergman için chopin ve beethoven’ın özel bir yeri olduğunu anlıyoruz bu filmde. Piyanist annenin eserleri anlatışı da insanı chopin’in dünyasına, duygu, acı ve gururun alemine götürüyor.

Beğendiğim bir kaç repliği paylaşmadan edemeyeceğim;



”chopin duyguludur ama aşırı duygusal değil. duygu aşırı duygusallıktan çok uzaktadır. bu prelüd acıdan bahsediyor düşlerden değil. sakin, açık ve haşin olmalısın. şimdi ilk partisyonu çalalım. acısı vardır ama onu göstermez. sonra kısa bir rahatlama. ama bu rahatlık aniden kaybolur…ve aynı acı kalır… her zaman kendini dizginler. chopin gururluydu, ihtiraslı…acı çekmiş ama erkekçe. aşırı duygusal yaşlı bir kadın değildi. bu prelüd kulağa kötü gelecek şekilde çalınmalı. asla kulağa hoş gelmemeli. yanlış çalınıyormuş gibi duyulmalı. onunla kendi mücadeleni verip zafere ulaşmalısın.”
Eva’nın kaybettiği oğlunun varlığını hissettiğini annesine anlattığı sahne ise bizim bildiğimiz o gerçeklik anlayışının derin ve algı kapılarını kaldıran cinsten.



”bence insan muazzam bir yaratılış, tasavvur edilemez bir düşünce. en yüksektekinden en aşağıya her şey insanın içindedir… aynı şekilde sayısız gerçeklik olmalı. sadece bizim körelmiş duyularımızla algıladıklarımız değil aynı zamanda içiçe geçmiş bir gerçeklik kargaşası var. sınırlara inanmamız sadece korku ve ukalalıktan. hiçbir sınır yoktur. ne düşüncelere ne de duygulara. sınırları koyan korku ve endişedir.”Bir sahne var ki o an annenin sevgisizliğinin sırrı da dökülmüş oluyor;



”çocukluğumu çok az hatırlıyorum. anne ve babamın bana dokunduklarını hatırlamıyorum bile. ne şefkatli ne ceza için. sevgiyle alakalı ne varsa tamamen habersizdim: şefkat, dokunma, mahremiyet, samimiyet. duygularımı göstermenin tek yolu müzikti. bazen geceleri uyanıkken gerçekten yaşayıp yaşamadığımı merak ederdim. bu herkes için böyle midir? yoksa bazı insanlar sevme konusunda daha mı yetenekli oluyorlar. ya da bazı insanlar yaşamak yerine sadece var mı oluyorlar? sonra korku beni ele geçirdi. korku ele geçirince kendi korkunç görüntümü gördüm. hiç olgunlaşamadım. yüzüm ve vücudum yaşlandı. anılar ve tecrübeler elde ettim. ama içimde henüz doğmamıştım bile. kendiminki de dahil hiçbir yüzü hatırlamıyorum. senin ve helena’nın doğumlarını hatırlıyorum ama doğumlar hakkında bütün bildiğim çok can yaktıkları. ama ya acı? nasıl bir şeydi? hatırlamıyorum. ”

Ya peki Eva’nın bu yakarışı! Gerçekten sinema tarihinde anne kız ilişkilerinde geçen en iyi replik olabilir bu;

Senin için, boş vakitlerinde oynadığın oyuncak bir bebektim. Hasta olursam veya yaramazlık yaparsam, beni bakıcıya teslim ederdin. Kendini odaya kapatıp, çalışmaya başlardın ve kimsenin rahatsız etmesine izin vermezdin. Genellikle dışarıda durup dinlerdim. Kahve için mola verdiğinde içeriye girip gerçekten var olup olmadığına bakardım. Her zaman naziktin ama kafan başka yerlerdeydi. Seninle konuştuğumda nadiren cevap verirdin. Her zaman o kadar hoş görünürdün ki, ben de güzel olmak isterdim. Görünüşümü beğenmeyeceksin diye endişelenirdim hep. Çok çirkindim. Sıska, kemikli, büyük dana gözlü kaşları olmayan ve geniş ağızlı Kollarım çok zayıftı, ayaklarım ise çok büyük. Hayır, aslında iğrenç göründüğümü düşünürdüm. Bir keresinde: “Sen erkek olmalıydın, ” demiştin. Sonra da üzülmemem için gülmüştün. Ama tabiki üzülmüştüm. Sonra bir gün valizlerin aşağıdaydı sen de telefonda yabancı bir dilde konuşuyordun. Bir şeylerin gitmene engel olması için hep dua ederdim, ama hep giderdin. Beni kollarının arasına alıp öperdin sonra bana bakıp gülümserdin. Çok güzel ama tuhaf kokardın. Gitmek üzereyken, bir yabancı gibiydin. Beni görmezdin. Sonra gitmiş olurdun Hep şöyle düşünürdüm, “Artık öleceğim canım çok yanıyor. Asla tekrar mutlu olmayacağım. “İki ay böyle bir acıya nasıl katlanabilirim?” Ve babamın kucağında ağlardım. Yumuşak eli başımda sessizce otururdu. Eski piposunu içerek oturmaya devam ederdi. bazı günler, “Hadi bu akşam sinemaya gidelim, ” veya “Akşam dondurma yemeye ne dersin? ” derdi. Ama benim tek istediğim ölmekti. Böylece günler ve haftalar geçti. Yalnızlığı onunla beraber paylaştık. Konuşacak çok şeyimiz yoktu ama asla onu rahatsız etmedim. Bazen sıkıntılı görünürdü. O zamanlar bilmiyordum ama parası neredeyse bitmişti. Ne zaman şakalaşmak için yanına gitsem yüzü aydınlanır ufak solgun eliyle hafifçe vururdu bana. Eve dönmene bir kaç gün kala heyecandan ateşlenirdim. Gerçekten hastalanacağım diye kaygılanırdım, çünkü hasta insanlardan korkardın. Eve geldiğinde o kadar mutlu olurdum ki sanki dilim tutulurdu. Sabırsızlanıp derdin ki: “Eva annesi eve döndüğü için pek mutlu olmuş görünmüyor. ” Utancımdan pancar gibi kızarırdım ve ter içinde kaçardım oradan. Hiçbir şey diyemezdim, Söyleyecek tek bir lafım yoktu. Evimizdeki bütün kelimelerden sanki sen sorumluydun. Utancımdan daha fazla konuşacak cesaretim kalmadığında açıklamalarını yaparsın ki her zaman olduğu gibi dinler ve anlayışla karşılarım. Seni sevdim anne, bu ölüm kalım meselesi. Söylediklerini hep şüpheyle karşıladım. Gözlerindeki ifadeyi anlatmıyorlardı. Çok güzel bir sesin var. Küçükken, onu bütün vücudumda hissederdim. İçgüdüsel olarak anlardım ki söylediklerin kastettiklerin değil. Söylediklerini anlayamazdım. En korkunç olanı da, sinirden deliye döndüğünde gülümsemendi. Babamdan nefret ettiğin zamanlar onu “sevgilim” diye çağırırdın. Benden bıktığın zamanlar “sevgili küçük kızım” derdin.

- O yaz çok mutluyduk. Öyle değil mi? Mutlu değil miydik?
-Hayır.
- Daha önce hiç bu kadar iyi olmadığınızı söylemiştin.
- Seni üzmemek için öyle söyledim.
- Evet, öyle görünüyor. Neyi yanlış yaptım?
- On dört yaşındaydım ve bastırdığın bütün enerjini bana yönlendirmiştin. İhmal ettiklerini çok iyi telafi edecektin Kendimi savunmaya çalıştım, ama hiç şansım yoktu. Bütün düşünceliliğin ve kaygılı sesinle koşuşturup durdun. Bu sevgi dolu enerjinden kaçabilen tek bir ufak ayrıntı bile yoktu. Başım önüme eğikti hep. Hani cimnastik yapman gerekiyordu beraber egzersizler yapıyorduk. Saçımın çok uzun olduğunu düşünüp, kısacık kestirdin. Öyle korkunçtu ki. Sonra da dişlerimin eğri olduğu fikrine kapıldın. Diş telleri takdırdın. Çok acayip görünüyordum. Daha fazla pantolon giyip dolaşamayacağımı söyleyip bana sormadan elbiselerimi değiştirmiştin. Bunları söylemeye cesaretim yoktu çünkü seni üzmek istemiyordum. Okumam için kitaplar getirirdin. Hiçbirini anlamazdım. Devamlı okur sonra seninle onlar hakkında tartışırdık. Sonra lafı o kadar uzatırdın ki sanki kafam dururdu. Aptallığımı açığa çıkaracaksın diye ödüm kopardı. Anladığım tek şey gerçek benim en ufak bir parçamın bile sevilip kabul edilmeyeceğiydi. O kadar takıntılıydın ki, gittikçe daha da korkak ve paramparça oldum. Ne söylememi istiyorsan onu söyledim, senin mimiklerini yaptım. Tek başımayken bile kendim olmaya cesaret edemiyordum. Çünkü kendim olmaktan nefret ediyordum. Bu korkunçtu, Anne! Hala o günleri düşündükçe titriyorum. Çok korkunçtu. Birbirimizi sevdiğimizden o kadar emindim ki senden nefret ettiğimin farkına varamadım. Ama senden nefret edemezdim, bu yüzden nefretim delice bir korkuya dönüştü. Kabuslar görmeye başladım. Tırnaklarımı kemirdim. Tomak tomak saçlarımı yoldum. Çığlık atmaya çalıştığımda sadece boğulur gibi hırıltılar çıkarttım. Aklımı kaçırdığımı düşünmek beni daha da çok korkuttu.

http://sinemaraf.blogspot.com.tr/