Müzik

20 Nisan 2014 Pazar

Oğul'dan Baba'ya Mektup




“Ey hünkarım… Ey canım babam… Bu satırları okuduğunuza göre siz kendi kalbinizi söküp attınız. Ben ise bu yalan dünyadan göçüp gittim. Size bir babanın evladına kıydığı bu zalim dünyayı bırakıyorum. Zira ikbal ve iktidar uğuruna babasının canına kastetmiş bir zalim olarak yaşamaktansa bir mazlum olarak ölmeyi yeğlerim.”

Şehzade Mustafa -” Kanuni Sultan Süleyman’a Mektup ”

Holosko Artı Bir Miktar Yara






rejisörler senden yana
mevsimler ve uçan halılar
son sahne sarhoşuyuz belki de hala
o filmin sonunda ağlayacaktık galiba
gözümüze dünya kaçtı
beyazıt’ta
ne meydandı ama
elektrik kokuyor her yanımız
insan hakları mı diyorduk
beş heceli başka bir şey mi yoksa
anne bir on iki eylül yarasıdır
merkez sağ bahsini çokça söylemiştik
gözlerinden geçiyoruz
guantanamo’nun kapısı açık kalmış yine
emperyalizm de kahrolmadı
bir sigaran var mı?
çünkü bir sigara serbestledikçe beş vakit piyasa
holosko artı bir miktar para
dünya değiştirilebilir biraz sıkı tutunca
mezar geceleri, dört kollular
iyi bilecek olanlar asla

eksik pansumanlara razıdır ikna odalarında
son kez yüksek sesle batının ilmini mutlaka
sigarayı yakınca otobüsün gelmesi
ontolojik bir sorun değildir ayrıca
holosko artı bir miktar yara
statükoya armağan olacaktır varlığım
bakışları kapital, iyi halden marksist
kerbela görüce zülfikarı susan gönüllere deva
her şeyi devletten beklemek uzunca bir kış gibi
yakacak içimizi tevhid-i tedrisatın ateşi
söz, kıymetli bir mayındır
meclisten içeridedir
şubatlar çok sert geçer
senetler ve de aşklar
merhem olunuyorsa
ve salyangoza sürekli zam yapılıyorsa
mahallemiz işgal altındaysa
burada yabancıları sevmezler
evet evet tam olarak burada
ceo olmak istemiyorum diye uyanılan kabuslarda
hangi sosyolojik yaraya varılır bilmem
uçan halılarda yerimiz yok, anladık
ve babaannesi baş örtülü adamlar
memleket meselesidir hala
tab edilmemiş yaslardan geçiyoruz kaç zamandır
adettir çünkü yazıldığı gibi ölünür burada
ışık şiirden yükselirse
yanık kokuları yusufiye’dir
doğudan gelenlerin hepsi bize hatıra
bir ölünün ardından bakakalmak gibiyiz
bazı ikindiler hep böyledir, sen bize aldırma
adımızı tahtaya yazıyorlar, pek konuşmuyoruz oysa
yine de çok yakışıyoruz tahtaya
bazı ikindiler hep böyledir
yazıldığı gibi ölünür, sen bize bakma
gösterdiğin yolda hiç durmadan yürüyeceğime
holosko artı bir miktar para
yaralı serçeleri manşete taşımıyor dünya
dünya bunu hep yapıyor
çirkin kurbağalar öpmekten yorgunuz sanma
misafirliğin zekatı ayakta beklemek
dünyaya tabiyiz her gün
bekleme odaları kadar gergin
karateciler nedense hep yeşil kuşak
seksen sonrasıyız dedik ya en fazla nakarata eşlik ederiz
burada konuyu değiştirmek isterdim aslında
yağmurda bazen mecaz da ıslanır
iyi ki bir metin yüksel’iniz var lan diyenlerden geçtim
geçtim dünya üzerinden
lapa pilava da risotto diyorlar ısrarla
tamam lan siz haklısınız, şiir rönesanstan büyüktür
şiir ve rönesans aynı cümlelerde hep biraz eksik
son teklifimdir dünyaya
uslu çocuklar çarmıha
holosko artı bir miktar yara
çirkin kurbağalar öpmekten yorgunuz sanma
romancılara bayılan baş örtülü kızların
hayır hayır bu şarkı bizim değildir
bu kemancılar ve bu beşinci sınıf artistlik acılar
nükleer silahlarla şiir de yazılmaz
tek kişilik acılarla kaplıdır çünkü uçurtmalarımız
jilet bağlanmıştır telaşımıza henüz erkenden
çocukluk denmez ya buna, olsa olsa kundaklama
şimdi ölebiliriz aslında bir proleter gibi
dikeriz gözlerimizi belki hayata
uhud’un okçularından rol çalıyor nasılsa dünya
o filmin sonunda ağlayacaktık galiba

Pablo Neruda




SORULAR

Dillerinin nasıl çevrileceği hakkında
nasıl hemfikir olmalı kuşlarla?

Nasıl demeliyim kaplumbağaya,
yavaşlıkta onu geçtiğimi?

Nasıl sormalı pireye
yüksek atlamadaki derecesini?

Ve güzel kokuları için
nasıl teşekkür etmeli karanfillere?

Şafak atarken denizde,
hangi şirin heceleri tekrarlar hava?

Mahkumun düşündüğü ışık,
senin için parıldayanın aynısı mıdır?

Hangi dilde düşer yağmur
acılı kentlerin üzerine?

16 Nisan 2014 Çarşamba

Halay başı . .

Mahmut Tuncer’le Halay Çekmeniz İçin 28 Gerçekçi Sebep

Mahmut Tuncer, o bir Anadolu efsanesi. Yaşadığımız yüzyılın halay başında mendil tutanı. Seveni vardır sevmeyeni vardır ama her gönülde bir sempatikliği olduğu yadsınamaz. Şarkılarının türkülerinin tadı tuzu müptelasına kalsın, biz onun şen yüzünü, eğlence anlayışımıza kattığı renklerle çok sevdik. Keşke ayda en az bir kez onunla halaya durabilsek de huyundan suyundan biraz kapabilsek.

Aslında her vatandaşımızın Mahmut ağabey ile en az bir kez olsun halaya durması gerekir. Neden mi? İşte Mahmut ağabeyin gerçek hayat hikayesiyle birlikte sebepleri;

Not: Bu list’i Mahmut Tuncer ağabeyimizin o güzel yüreğine, hoşgörüsüne sığınarak hazırladık, yorum yaparken zat’ı şahanesini incitmeyeceğinizi umuyoruz.
Çünkü kimse ondan daha iyi davul tokmaklayamaz


5 Mayıs 1961′de Urfa’da doğan Mahmut Tuncer 50 seneyi aşmış ömrüne; futbolculuk, şarkıcılık, bestecilik, oyunculuk ve sunuculuk kariyerlerini sığdırmıştır. Sığdırırken de bol bol çiğ köfteyi midesine indirmiştir.
Çünkü o yerel seçimlere her daim besteleriyle destek vermiştir


Urfa’da Karakeçeli aşiretinin bir evladı olarak dünyaya gözlerini açan Mahmut Tuncer, Urfaspor’da tekmeye kafa atan hırçın bir futbolcu olarak spor hayatıyla Türkiye gündemine girmiştir. (Geyik değil yemin billah böyle.) Urfaspor Teknik Direktörü’nün mevkisini “Halay kurucu” olarak tabir ettiği Tuncer, 18 yaşına kadar futbol topuyla haşır neşir bir hayat yaşamıştır.
Çünkü o hiçbir zaman ne oldum dememiş, hep ne olacağını sorgulamıştır


11 Nisan 1979 gecesi Mahmut Tuncer’in hayatı sonsuza dek değişir. Urfa’nın kurtuluşunun kutlanacağı bir etkinliğe evindeki çiğ köfte partisini bahane eden İbrahim Tatlıses, organizatörleri yüz üstü bırakarak iştirak etmemiştir. Bu Urfa ilinde büyük bir hüsrana yol açarken, İbo’suzluktan çılgına dönen ahaliyi nasıl kontrol altına alacağını bilemeyen kolluk kuvvetlerinin imdadına Urfaspor Teknik Direktörü yetişir. Bir süre önce Urfaspor’un Hatayspor’a 10-0 yenildiği maçtan sonra, büyük bir acıyla uzun havaya durup soyunma odasının o yankılı ortamında yanık sesiyle herkesin yüreğini sızlatmıştır Mahmut Tuncer. Bu özelliğini keşfeden teknik direktörü, kolluk kuvvetlerine Tuncer’den bahseder ve genç futbolcu kendisini birden sahnede bulur. Koca bir Urfa ilinin kaderi Tuncer’in iki dudağının arasından çıkacak türküye bağlıdır. Ve Tuncer öyle bir şakır, öyle bir şakır ki o an şevke gelip halaya duran binlerce Urfalıdan bazıları günümüzde hala o halayı sürdürmektedir. Tuncer, bütün Urfa’nın dikkatini işte o gün çekmiştir.
Çünkü kamuoyu yoklaması onun işidir


Urfa’daki olaylı geceden sonra birden yerel bir şöhret olan Tuncer, dönemin büyük menajerlerinden Mehmet Ali Yanıkoğlu tarafından Ankara’ya götürülür. Futbol kariyerine o gün son veren Mahmut Tuncer, Ankara’da gazinolarda boy göstermeye başlar. İlk sahne yıllarında Belkıs Akkale’nin büyük desteğini görür.
Çünkü onun da kendine göre bir cazibesi vardır


Tuncer, 1979′da TRT’nin açtığı sınavlardan birincilikle geçerek sanatçı olmak yönünde büyük bir adım atar.
Çünkü helvanın yağ, un ve şekerden yapıldığını bize o öğretmiştir


Mahmut Tuncer’in ilk albümü 1980′de çıkan, “Uyandım sabah ile” ve hemen ardından “Yeter” dir. Üstelik de kariyenin başlamasına dolaylı yoldan sebep olan, hemşehrisi İbrahim Tatlıses’in şirketinden çıkar bu albüm.
Çünkü imkan verilse o da bir Hollywood yıldızı olur


İlk çıkışının ardından her yıl bir albüm çıkartmaya başlayan Mahmut Tuncer, aynı zamanda 20 filmde başrolde oynamıştır.
Çünkü onun iradesi herkesten sağlamdır


80′den fazla beste sahibi olan Mahmut Tuncer’in toplamda 19 adet albümü çıkmıştır.
Çünkü onun isyanı mendilsiz çekilen halayadır


Tuncer, Mahmut Tuncer Show adındaki programıyla, izleyenleri ekran başında halaya durdurmaya devam etmektedir.
Çünkü o isterse hepimizden daha “Cool” olmasını da bilir


Mahmut Tuncer en son 2008′de çekilen Üç Kağıtçılar filminde kamera karşısına geçmiştir.
Çünkü onun da kendi içinde korkuları vardır


Tuncer son albümü olan Ankara’yı 2013 yılında çıkartmıştır.
Çünkü o tüm başarılarını azmine borçludur


Işıl Tuncer ile evli olan Tuncer’in, 4 çocuğu vardır.
Çünkü onun kendine has bir İtalyan çizgisi de vardır


Mahmut Tuncer özellikle davul ve zurna çalgılarında tam bir üstattır.
Çünkü o çiğköfteye bayılır


Tuncer çok duygusal biridir. 2006′da kendi Show programında iki engelli vatandaşın nikahının kıyılması sırasında yaşadığı duygusal birikim sonucu canlı yayında bayılmıştır.
Çünkü onun saçları ahenkle halay çeker


Mahmut Tuncer kariyeri boyunca birçok farklı saç kesim tarzıyla karşımıza çıkmıştır. Yenilikler açık bir yapısı vardır.
Çünkü o tavla skorlarından albüm ismi yapacak kadar naiftir


Tuncer aynı zamanda çok da iyi bir tavla oyuncusudur.
Çünkü o da yatağa uzandığında çok başka hayallere dalar


Mahmut Tuncer’in programında şu ana kadar takriben 250.000 farklı stüdyo seyircisi halay çekmiştir.
Çünkü o “Muhteşem” bir insandır


Mahmut Tuncer, Show programında şimdiye kadar yüzlerce gencin nikahının kıyılmasına vesile olmuştur.
Çünkü karşıki dağlarda “Cenderme” olup olmadığını en iyi o bilir


Mahmut Tuncer’in “Karşıki dağlar Cenderme” adlı eseri, askerliğini Jandarma olarak yapan tüm Mehmetçiklerin hayatlarının büyük bir bölümünün soundtrack’ı olmuştur.
Çünkü o ayar almaz ayar verir


Tuncer, şivesi sebebiyle RTÜK tarafından uyarılan ilk sanatçı olma özelliğini taşır. RTÜK’ün bu uyarısına halay çekerek karşılık vermiştir.
Çünkü onun hakareti bile kulağa hoş gelir


Tuncer’in dillere pelesenk olmuş “Vay heyvan eti yemiş” şeklindeki söyleminin hala argo olup olmadığı tartışmaya açıktır.
Çünkü onun da bir özel halayı, pardon hayatı vardır


Mahmut Tuncer, ilk zurnalı İngilizce şarkıyı dünya müziğine “Ay em sori ne sori güzelim siğe noliy” şarkısıyla kazandırmıştır.
Çünkü bir ortamda “Lo” çekilecekse en güzel “Mamud Abey” çeker


Tuncer şu ana kadar çıkardığı tüm albümlerinde yer alan şarkılarında sarf ettiği ve adeta virgül niyetine kullandığı “Lo” kelamını dünyada en çok kullanan kişi ünvanına sahiptir.
Çünkü o düetlerin aranan sesidir


Mahmut Tuncer, kariyeri boyunca tenorlarla bile düet yapıp sesini ispatlamıştır.
Çünkü o bir seyyahtır


Tuncer, halaybaşısı olduğu birçok halayda kilometrelerce yol katetmiştir. Tuncer’in hayatı boyunca çektiği halaylar ucuca eklendiğinde dünyanın etrafını dört defa dolaşmış kadar mesafe aldığı görülmektedir.
Çünkü o farklı kültürlere çok çabuk uyum sağlar


Tuncer’in şu ana kadar Latin, Pop, R&B ve hatta Trance tarzında söylediği şarkılar olup bunlardan en son örneği “This is Mahmut Tuncer Style” dır.
Çünkü o halkın yanındadır


Göz önünde olmasına rağmen son derece sade bir hayatı olan Tuncer, halkın arasına kolay karışabilen ender sanatçılardandır.
LO Bonusu: O hepimizin “Mahmud Abey” idir


Futbol topunun peşinden sahnelere, oradan film setlerine ve televizyon şovlarına sürüklenen hayatının en olgun döneminde Mahmut Tuncer bir fenomen olma yolunda ilerlemektedir. Yarın öbür gün kendisini bambaşka bir meslek dalında, misal ralli pilotluğunda görürsek şaşırmayız artık. Eğer bu yazıyı okursa kendi espri ve şaka anlayışıyla; “Yav ne heyvan adamlarsınız” diyerek gülümseyeceğini en temiz niyetlerimizle umuyoruz.

13 Nisan 2014 Pazar

Kendine Ait Bir Oda



"Bunun sonucunda ortaya son derece garip ve karmaşık bir sonuç çıkıyor. Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. Şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte hiç görülmez. Kurmaca yazında kralların ve fatihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir. Kurmaca yazında en esin dolu sözler, en derin düşünceler onun dudaklarından dökülür; günlük yaşamda hemen hemen hiç okuyup yazamaz ve kocasının malıdır."



Kara kaşlara, ela gözlere yakılan türküler; siyah perçeme, al dudaklara yazılan şiirler; ve saymakla bitmeyecek nicesi. Bütün sanat ve edebiyat sahnesini kaplayan kadın, gariptir ki, tarih yazanların, insanlığın ve dünyanın tarihini yazdığını iddia edenlerin kaleminden dökülen satırların hiçbir yerinde yer almaz. Eril sistemin yetiştirdiği zihniyetin, eril zihinle yazdığı tarihten başkası değildir satırlara dökülen. Eril sistem, meydanlarda hangi kralın ya da askerin kaç düşman katlettiğiyle ilgilenirken, bir oda içinde oturmuş kadınların ne düşündüğü, düşüncelerinin ne sonuçlar doğurduğu ile hiç mi hiç ilgilenmez.


"Bir yüz, bir insan figürüydü çizdiğim. Anıtsal yapıtı Dişil Cinsin Ussal, Tinsel ve Bedensel Zayıflığı'nı yazmakta olan Profesör X'in görüntüsüydü bu."

Gariptir, kadın üzerine yazılan satırların, söylenen sözlerin çoğu erkek zihninin ürünüdür. Çoğu demek yanlış olabilir, çünkü belli bir zaman öncesine kadar neredeyse hepsi demek daha doğru olabilirdi. Ve inanın zaman ilerledikçe kadının durumu iyiye gidiyor gibi görünebilir, Virginia Woolf bile bunun için bir asır daha geçse umutlarını koruyabilir, ama ben her şey için o kadar umutlu değilim. Önemli olan erkek zihninin kadına ne kadar şans tanıdığı, ne kadar izin verdiği değildir. Önemli olan nokta, kadının ne kadar direndiğidir. Bu konuda her ne kadar büyük büyük büyük ninelerimiz direnmemiş olsa da, direniş kuvvetlenmeli.


"Kadınlar erkekler gibi yazıp erkekler gibi yaşar ya da erkeklere benzerlerse, çok yazık olur, çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesi ile nasıl idare ederiz? Eğitim, benzerlikler yerine ayrılıkları ortaya çıkarıp güçlendirmemeli midir? Zaten benzerliklerimiz gereğinden fazla ve bir gezgin gelip başka ağaçların dalları arasında başka göklere bakan başka cinslerin varolduğu haberini getirirse, insanlık için bundan büyük hizmet olamaz ve üstelik Profesör X'i hemen koşup cetvellerini alarak kendi üstünlüğünü ölçerken izleme zevkine de ancak böyle kavuşabiliriz."
Söyledim ya, gariptir, kadınlığın tarihi de, kendisi de kadınlardan çok erkekler tarafından yazılmıştır. (Gariptir, sürekli gariplikten bahsediyoruz, çok garip şu kadınlığın tarihi.) Erkek zihninin neden kadınlara bu kadar düşkün olduğu muamma iken, kadınların erkekler üzerine yazmaya çalıştığına da çok az rastlanmıştır. Şüphesiz kadının erkeği ya da erkeğin kadını yazma çabaları kendi doğrularından (ya da yanlışları; ki yıllarca kadının erkek zihni tarafından toplumda tutulduğu yer belliydi) başka bir şey de içermeyecektir. Burası büyük bir dünya, kadın ya da erkeği belirli stereotipler şeklinde algılamak dünyanın en saçma uğraşı olacaktır. Önemli olan, cinsiyet belasından kurtulabilmektir. Ve de cetvelli Profesör X gibilerden…
Unutmayın. En önemli olan şeyler; kadının para kazanması, kendine ait bir odasının ve boş zamanının olmasıdır. Bunlar size çok maddiyatçı gelebilir. Fakat bu sizin gerçeklerden kopmanızı da engelleyecektir. Gerçeklerden kopmayın. Direnin. Ve yazın.
Virginia Woolf'un kadınlar ve kurmaca yazın hakkındaki görüşleri; Kendine Ait Bir Oda, İletişim Yayınları'ndan. Meselimin sonuna gelirken diyorum ki; okuyun.
Edebi piçliğe, piççe direnmeye devam…

Otobiyografi değil, Hasar tespit raporu










[Kötülük, ancak tam hızla giderken dengede kalabiliyordu, bisiklette olduğu gibi...]


JEAN-PAUL SARTRE


Vengdan’a sekiz yada dokuz kilometre kadar kalmıştı. Kırmızı Ford minibüsün üzerindeki bagaj demirlerinin yalama olmuş vidaları, virajlar arasında salınan yüklerle el ele tutuşup, gıcırtılı bir senfoninin son dizelerini seslendirmekteydi.


Arabanın içinde, çıt çıkarmadan oturan yorgun gözler, buğulu camın ardında kalan, kar kaplı tepeleri izliyorlardı. Uğuldayan motorun gücü, bu dik dağ yamaçlarının aralarında yankılanıyor, bağırıyor ama git gide yitiyordu.


Zaten öyle anlatılır. Dersim şivesi konuşan insanların gözle görülür, kulakla duyulur, elle tutulur bir çoğunluğu, “ş” harfini pek iyi kullanamazlar. Bir tarihte, bir köy minibüsünde, tam da o gün gibi, yolculardan ses gelir:


“Bizim Ali Seker’in arabası…” der içlerinden biri “Yokus asağı essek gibi, yokus yukarı fissek gibi…”


Öyledir. Düz ovaya benzemez. Oralardan gidince, kolay kolay dönemezsiniz…


“Teyze” diyordum ona. Bilmem, kadın aslında nenem yaşlarındaydı belki de, fakat nedense “teyze” diyordum… Kocası yıllar önce Keban barajı inşaatında işçiyken ölmüş. Yalnız kalmış öylece. Çocuk yok, akrabası da. Saf bir kadındı. Bir keresinde akrabalarının İstanbul’a götürdüğünü duydum, asansöre binerken ayakkabılarını çıkardığını da… Bilmem, bazen öyle olur, demiştim bunu bir keresinde, esprisi vardır çoğu acının…


Kerime teyze, o an kafasını çevirdi, gülümsedi, kürtçe seslendi:


“Ne oldu” dedi “Atandın mı devlete?”


“Tabi” dedim “Beni Ağrı’ya vali yaptılar xalti…”


Kafasını salladı. Yüzündeki gülümseme gitti. Üzgün ama gururlu bir ifadeyle ekledi:


“Olsun oğul çalış…” dedi “Ne iş verirlerse yap…”


Minibüsün içinde bir an kahkahalar koptu. Bastıran tipiye yetişemeyen sileceklere rağmen, esprisi olacaktı çoğu acının…


Zaten öyledir. Mesela mola yerlerine bir bakın. Bir yere giderken, sevinçle öpmek istediğiniz bir asfalta, dönüşünde küfredebilirsiniz.


Ortaokula gittiği ilk yılı hatırlıyordu Alişan. Raber’in oğlu Alişan… Raber, iri yarı bir adamdı. Ama asla katı yürekli değil… Alişan’ın Öğretmen okuluna gittiği ilk sene, öyle çok kar yağmış ki Bingöl’e, dağı aşıp bu tarafa gelememiş. Karadeniz’e Elazığ üzerinden kızını okumaya götürürmüş, öyle anlatırlar. Fazla bilet parası ödememek için çuvalların üzerinde oturan adam, Raber… Dedem…


O da öyle derdi.


“Olsun oğul çalış…” derdi “Ne iş verirlerse yap…”


Öyle de oldu. Babamı dinledim bir vakit. Öğretmendi. Uzun boylu ama naif bir adamdı Alişan. Her köyde vardır mutlak bir “Drej Ali” Bir keresinde babam, tarlanın birinde,muhtemelen Ermeni’lerden kalmış bir altın bulmuş… Amcama götürmüş, Ali Rıza amcam…


Almış böyle eline, bir çevirmiş, bir düz etmiş, “Bu tenekedir”demiş “işe yaramaz…”


Sonra tutmuş, atmış kayalıktan aşağı…


Babam koşmuş, durmadan koşmuş altının peşinden… Sonra bulmuş, almış eline, dedeme götürmüş… Raber almış eline altını, sonra gitmiş… Birkaç gün sonra bir eşek heybesini doldurup geri dönmüş…


“Nereden?” demiş oradan biri.


“Elaziz’den…” demiş “Azık getirdim bremın, bölüşeceğiz…”


Yıkılan konağın dibinde yaşarmış üç aile. Toprak dam akar, azık bulamazlarmış… Gitmeseymiş ölürmüş çoğu… Gitmeseymiş eğer, arpa ekmeği yerlermiş, boğaza batarmış onun ekmeği…


Oralarda her şey ziyaretlere yazılır… Dilekler tutturulur ağaç dallarının, gölgelerine… Küçük halam bir vakit, öyle demişti… Halam… Çeşminaz…


“Bir gün…” dedi “Şu karşı tepeye, Düzgün baba’ya gidecektik… Yalınayaktım…”


Dinlemiştim, öylece uzun, öyle bir çocuk dinginliğinde sessiz.


“Baban” demiş, gülümsemişti “Baban da çocuktu, ben de… Eşeğin üzerine binince ben, bağırdı o gün: ‘Bu gelirse ben gelmem’ diye…”


“Neden?” dedim sonra “Neden öyle bağırdı?”


“Ayaklarım çıplaktı…” dedi “Çıplaktı ayaklarım…”


Sessiz durdum. Bekledim.


“Ne yaptın sonra?” dedim “Gitmedin mi?”


“Gittim…” dedi, gülümsedi “Ayaklarımı heybeye soktum, öyle gittim…”


Her şeyin yolu bulunurdu işte, her şeyin öyle çaresi…


O vakit oralarda Gağan ayıymış, bir nevi Noel… Her yer kar, her yer beyaz… Ama öyle güzelmiş ki o vakit oralar; Gağan boyunca, yoksul komşulara pişenden götürülür, muhtaçlar evde yemeğe davet edilir, üç gün oruç tutulur, insanlar gönül kırmamaya gayret ederler, çocuklar sabah erken kalkar türküler söyleyerek ev ev dolaşır, eşya toplar, kimin gönlünde ne koparsa verir, çocuklar topladıkları eşyaları başka bir evde pişirip hep birlikte yerlermiş… Sonra ne mi olmuş? Köy kalmayınca Gağan’da kalmamış tabi…


İşte o vakit, insanlar inanırmış öyle… Halam da öyle… Sonra ne mi olmuş? Her Gağan’da ayakkabı bekleyen halam, bir zaman sonra Almanya’ya gidince, bir daha da geri dönmemiş… “Ne iş olsa yapmak…” diye bir şey vardır bizim oralarda… Acıdan kaçmanın, bir başka tarifi…


Büyük halam da farksızdı ondan… Halam… Haskar… Bir keresinde bir sabah, bir tepsi Zerafet yemeği yapıp nenemle oturup yemişlerdi… Nenem… Sakine… Öyledir. İnsanlar için az bulunur şeyler, çabuk tüketilir…


Yaşlı bir kadındı artık halam öldüğünde… Otuz sekizde göz çukurlarından kulağına uzanan bir çizgiyi hatıra bırakacak bir şey saplanmış yüzüne… Görmekle duymanın arafında, uzun bir anı…


Vengdan’a sekiz yada dokuz kilometre kadar kalmıştı. Kırmızı Ford minibüsün üzerindeki bagaj demirlerinin yalama olmuş vidaları, virajlar arasında salınan yüklerle el ele tutuşup, gıcırtılı bir senfoninin son dizelerini seslendirmekteydi.


Tüm zamanlardan hatıra kalan her şey, bu dağ yamaçlarından koşuyordu işte, titrek bir ceylanın peşine takılıp… Elimde valizim, avucumda köy evinin anahtarlarıyla köyün girişindeki mezarlığı gören tepede indim…


Yol kenarında, bembeyaz kar yığınlarının üzerindeki tek ayak izi benimkiydi. Ne çok tükenmişti her şey… Uzaktaki ağaç, ilerdeki çeşme, kırılmış yol…


Orada durdum… Dedem… Raber…


Tüm kaybetmelerin üzerine, tam da burada, olmayan Gağan’ın olmayan günü, elimdeki valizi açıp oracığa bıraktım…


Halama ayakkabı… Neneme azık… Babama kalem…


Öyleydi. Düz ovaya benzemezdi oralar ve oralardan gidince, kolay kolay dönemezdiniz…

Türkiye’de Uzunca Bir Süre İçin İslami Tespihin İmamesi Parçaland



Malum yeni türkiye’yi kuruyoruz. Normalde haber izlemem. Herkes cemaatle hükümet arasında yoğun bir gerginlik olduğunu söylüyordu. Bense abd’de bulunduğum sıralarda hocaefendi’nin şahsının akp’ye hayli yüklenmiş olduğunu görmüş olsam bile kendisinin oradaki bir iki sözü (düşman içeriye –hizmete- girmiş, dahiyane hareket etmek lazım) ve cemaatten çok eski bir abinin ‘bunu kimsenin bilmesi gerekmez, ama bu bir danışıklı dövüş’ sözleri üzerine bu kavgayı pek de kale almıyordum. ‘gerçek’ olduğuna inanmıyordum çünkü. Meğerse gerçekmiş. 17 aralık’tan birkaç gün önce de bir dostumdan hocaefendi’nin meşum ‘alufte’ sohbetinin varlığını öğrendim. Bu şantaj kasetlerinin çoktandır çekildiğini söyleyen üst düzey bir iki bürokrat dostum vardı, ama ben yine de ‘hocaefendi böyle şey yapmaz’ sığıntısıyla bu iddiaları geçiştiriyordum. Büyük bir saflık ama iki tarafa da derinden raptı olan ben sanıyorum ancak böylesi bir pollyannacılıkla bu süreci atlatabilirdim. 17 Aralık’a kadar atlattım da. Sonra 17 aralık oldu.


O gün durum şöyle görünüyordu: Tayyip Bey’in bu kavgayı kazanma şansı pek yok. Tek sebep: bu hükümet boyunca ihalelerde ciddi yolsuzluk yapıldığı bir sır değil, ve bunlar son tahlilde hayırlı işler için kullanılmış olabilseler bile (bkz. Hayrettin Karaman’ın fetvası), bu yolsuzluk çarkını işletmiş bir siyasi iradenin resmen ayakta kalabilmesi mümkün değil, hele ki cemaatin devlet içindeki yapılanması vasıtasıyla uzun süredir devletin anahtar figürlerini gözetlediğini varsayarsak, (alüftelerine kadar) bu bilginin tamamen kamuya mal olacağı kesindi. Kendine karşı olası eylemleri önlemek için devlet aygıtına sert ve sürdürülemez hamleler yapan Tayyip Bey’in savaşın devlet katını çoktan kaybettiği ve ve eğer kalırsa tamamen sosyolojik desteği sayesinde ayakta kalabileceği kesindi.


Yalnız 17 Aralık hareketiyle Hocaefendi kendi siyasetine ait son derece büyük ipuçlarını gözler önüne serdi: bu hareket insanları dinliyordu. Bu işin özel yaşam kamusal yaşam, suç yaşamı masum yaşam ayrımı gözetmediğini sonraki dinleme operasoynunda hep beraber gördük. Benim için bu daha 17 aralıkta aşikardı. Alufte edebiyatı boşuna yapılmamıştı. Zaten akp içinde de şu ya da bu bürokratın tam da bu şantajla kontrol altında tutulduğu konuşuluyordu. Böylece karşıma şöyle bir manzara çıkıyordu:


(1) bu hükümetin yolsuzluklarına mücadele ederken özel yaşam sınırlarını tanımadığını ispat eden bir Hocaefendi.


(2) bu hükümetin yolsuzluklarına güya savaş açarken kendisinin yargı-polis-askeriye vs gibi kamu personel alımı sınavlarında her türlü ahlaksızlığı din namına mukaddes hale getiren hocaefendi.


(3) bu operasyon bir yolsuzluk operasyonu olmanın çok ötesinde Arap Baharı’nda sıra Mısır’dan sonra










Türkiye’ye gelmişken, ve ABD ve İsrail Türkiye’deki her hareketi tayyip Bey’i indirmek için son derece sofistike yollarla kullanmaya çalışırken, abd’de kendi cemaatinin ABD’nin yüksek siyasetçileriyle içiçe olduğunu bildiğim, ama hep hayra yorduğum, hocaefendi tam da Mısır sonrası operasyonun senaryosunun başaktörlüğüne soyunuyordu.










Zaten kendisinin Financial Times’daki yazısı da bu minvaldeydi: Türkiye, (Batılıların takdir ettiği üzere) İslam dünyası için bir ışık (ve model)di, ama sonraları (Tayyip Bey) o yoldan saptı (örn. One minute ve Mavi Marmara sonrası dönem) bizim derdimiz türkiye’yi yeniden İslam dünyası için bir ışık (ve bir model) kılmak. Yani kabaca Hocaefendi Batı’ya şu mesajı veriyordu: ‘siz türkiye’yi yeniden dizayn edeceksiniz, ve biz seve seve sizin taşeronunuz rolünü oynayacağız.’


Tüm bunlar benim için 17 Aralık olduğu gün belirgindi. Yani kabaca bu kavganın mahiyeti yolsuzlukların bitirilmesi filan değil, ‘batı’nın bağımsız hareket etmeye çalışan bir islami aktörü (tayyip beyi) devirme hamlesi’ydi. Ve ben de kavganın başından itibaren buna göre saf tuttum.Amatör bir islam alimi olarak biliniyorum, isteseydim bile –aynı safta görünüyor olmama karşın- AK Parti’nin yolsuzluklarını savunma şansım ve isteğim yoktu. Ve ayrıca 1998’den beri biraz garip bir yolla Hocaefendi hayatımda ailemden çok daha büyük bir yer tutuyor (özellikle 2009’dan beri daha da fazla.) Ve demokratik bir siyasette yolsuzluk daha büyük bir melanet teşkil edebilse de, bir cumhuriyette ya da İslam ideallerine göre ‘bir Müslüman olarak Batı’ya taşeron olmak’ çok daha affedilemez bir suçtur.


Bir de bunların üzerine 17 aralık’ın ilk günlerinde AKP içindeki savrulmuşluğu ve bu partideki pek çok bazılarının durumdan menfaat koparmaya çalışan ahlaksız tavırlarına şahit olunca ‘allah ne verdiyse’ dedim hocaefendi’ye yüklendim.


Elimde bir tek facebook vardı. Facebook sayfalarından –yıllardır gözetlendiğimi ve hocaefendi’nin de yazılarım ona ulaştığından beridir beni bir şekilde okuyor olduğunu bildiğim için- gerekçeli bir şekilde hakaretlerimi hocaefendi’ye sıraladım. Çünkü hocaefendi neyi başardı? Biz artık bir daha çocuklarımıza hatta kendimize islam büyüklerini anlatırken hocaefendi figürü önümüzde bir nemrut gibi duracak. O yüce ahlakıyla serfiraz olduğunu söylediğiniz Bediüzzaman nasıl bir adamdı? Gazali nasıl bir adamdı? Vs sorusunu sorduğumuz her vakit, ikitdarla ilişkilerinde bu insanların da aynı Hocaefendi gibi sahtekarlıklar yapmış olabileceğini varsayabileceğiz.






Ve bu çok ağır bir kusurdur bir islam alimi için.






Ve çocuklarımız da biz onların menkıbelerini anlattığımızda bize pek inanmayacaklar, biz onların yüceliğinden bahsederken. Kabaca söyleyeyim: sanıyorum 1000 yıllık bir mürşid-i kamil geleneğini yıkmış oluyoruz tek bir hareketle. Ya da tek bir hareketin ifşa ettiği gerçeklerle… Bu belki de iyi olmuştur. Yani İslam yaşayacaksa kendi ayakları üzerinde duran bireyler üzerinde yükselecek, cemaat taassubu ile değil.


Son üç yılın iç siyasetini özellikle vurgularsak AKP deneyimi ile İslam siyaseti ciddi bir yara almış oldu. Hocaefendi’yle de olası bir islami cemaat oluşumu karşısında her zaman bu kötü örneği bulacak.






Hasılı Türkiye’de uzunca bir süre için İslami tespihin imamesi parçalandı. Bu çok ağır bir durum. Kavganın şimdiki gidişatı şu: Tayyip Bey halkın desteğine dayanarak ayakta duruyor, aslında halkı nezdinde de ciddi bir yara almış olsa da… Ama hocaefendi sanıyorum, bu savaşı kaybetse de kaybetmese de türk halkını ilelebet kaybetti. Bunlar herkesin bildiği gerçekler. Doğru. Bi de ben söyleyeyim de bi daha bu konuda ağzımı nahoş ve Müslümana yakışmaz bir şekilde bozarsam kimse bana kızmasın.






Bu kavgada tavrım ve tutumum da budur. Kimse beni yanlış anlamasın. Ve artık ders çalışmam lazım. Memleketi başkası kurtarsın .





Şey Edebiyatının Sahiciliğe Delâleti



Başbakanlık tarafından asılsız oldukları yönünde çok şiddetli açıklamalar yapılsa da, sanırım ses kayıtlarını dinleyen herkes, bu kayıtların gerçek olabilecekleri yönünde kuvvetli bir kanaate sahip olmaktan kendisini alıkoyamaz. Nitekim ben de bu duygular içerisindeyim.


Bir şeyin ihtimal dahilinde olduğunu bilmek ile, kuvveden fiile çıkışına şahit olmak arasında duygusal açıdan gerçekten fark var. Hükümetin bazı üyelerinin bir takım yolsuzluklara bulaşmış olabileceği ihtimalini kabullensem bile, bant kayıtlarında dinlediğimiz türden bir rezaleti ne “Allah’tan korktuğunu” iddia eden bir başbakana, ne de onun “dindar” ailesine hiçbir şekilde konduramazdım. Ama ne yazık ki, şu andan itibaren benim için söz bitmiştir!


10 yılda ortaya çıkan fark adına arkasında durmaya devam edeceğim bir AK Parti artık yoktur; bu pislikleri nasıl temizleyeceğini bilemediğim, hem kızıp hem acıdığım ve maalesef artık yolun sonuna gelmiş olduklarını düşündüğüm siyasetçiler vardır… Erdoğan ne kadar sevilirse sevilsin, “paralel yapı” diye ne kadar bağırırsa bağırsın, sırtında bu “şey”lerin yüküyle yola devam etmesi imkânsız görünmektedir. Sahi, daha önceki kayıtlarda da, bu son kayıtlarda da, telaffuz edilmek istenmeyen kelimelerin bolluğu yüzünden ortaya bir “şey” edebiyatı çıkmaktadır ki, bu “şeyler” konuşmaların sahiciliğine olan delâleti kuvvetlendirmektedir.


Geldiğimiz nokta benim gibi insanlar için bir “hüsran” noktasıdır. Kıymet verdiğimiz bütün referansların işlevsizleştiği, emniyetimizin suistimâl edildiği, bütün önemli kavramların içinin boşaltıldığı, her şeyin tepe taklak olduğu bir “ân”dır yaşadığımız. Sahneye baktığımızda oyun hâlâ sürüyor, bütün aktörler rollerini oynamaya devam ediyor görünüyorlar ama bence bu aldatıcı bir görüntü… İktidar, belki de ellerine aldıklarına bin pişman oldukları bir ateş topu şu anda… Elleri kavrulsa da bırakamayacakları bir ateş topu…


Mantıklı her insan gibi, böyle bir pisliğe neden bulaştıklarını, o paralara sahip olmayı “NEDEN?” istediklerini sorup duruyorum kendime. Rüşveti, yalancılığı, irtikâbı, hîleyi yasakladığına inandığım bir dinin mensubu olarak, yine aynı dinin mensubu olan birilerinin bunları nasıl yapabildiğini, nereden CEVAZ bulduğunu soruyorum kendime. Bulabildiğim tek cevap, savaş ortamlarında düşmana karşı normal zamanda caiz olmayan tutumların caiz olarak kabul edilişi geliyor. Maalesef bu “TAKTİK” diyelim, “GÜÇ”e talip olan Müslümanların bir noktadan sonra ayağını kaydıran bir şeye dönüşmüştür; çünkü ortada ne fiilî bir savaş hali, ne de açıkça düşman diye tanımlanabilecek birileri vardır. Bu yüzden, taktik icabı yapılan şeyleri açıklayabilecek MEŞRU BİR ZEMİN bulunmamaktadır.


Türkiye yeni bir döneme giriyor.


Zihnimde, başına gelecekleri talihsiz bir biçimde sezip acıyla terennüm eden Kemani Sarkis Efendi’nin nağmeleri dolaşıyor:


Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime


Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime


Perde-i zûlmet çekilmiş, korkarım ikbâlime


Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime

Günah İşleme Özgürlüğü













Başbakan Erdoğan’ın Berkin Elvan’ın ardından “Allah rahmet eylesin” dememesini ve “Terör örgütlerinin içine aldığı yüzü poşulu, eline sapan verilmiş, cebinde demir bilyelerle olan bir çocuk. Ne ekmek alması, ne alakası var?” sözlerini nasıl açıklayabiliriz?






-Bu durumu kimse açıklayamaz, çünkü tam da sözün bittiği yerdir burası. En temel insanî değerler dolayımında oluşan vicdanın iç sızlatıcı iniltileri, pragmatizme yenik düşen bu katı siyasal ve ideolojik nobranlık karşısında birer vızıltıya dönüşür. Esef etmekle yetinemem, teessüf de ediyorum!






Berkin Elvan’ın cenazesinin toprağa verildiği gün, Egemen Bağış’ın attığı bir tweet’te “nekrofiller” göndermesi yapmasını nasıl karşılıyorsunuz?






Her suç cezasını kendi içinde taşır ve ilahi adaletin öte dünyada değil, bu dünyada tecelli etmek gibi bir hususiyeti vardır. Tarihte yaptığı vicdansızlığın yanına kâr kaldığı bir insan hatırlamıyorum.






Son olaylarda hükümetin Alevilere yönelik önyargısının yeniden ortaya çıktığı görüşüne katılıyor musunuz?






Hayır, mesele alevilik-sünnilik çelişkisine indirgenemeyecek denli derin, bu nedenle eleştiri düzeyinin insanî değerler ölçeğinde karşılığını bulması için ısrarla çabalamak zorundayız.






Ak Parti’li vekillerin ve entelijansiyanın Başbakan Erdoğan’ın gerilim siyasetine yeterince mesafe koyduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa bu politikayı tasvip ettiklerini, yanlış bulmadıklarını mı düşünmeliyiz?






Bu kendilerince bir muharebe değil, tamıtamına bir harb! En son tahlilde vicdanen rahatsız olduklarını düşünülebilir, lakin siyaset sözkonusu olduğunda insanların kendilerine aidiyet ve mensubiyet duygularını bir kenara bıraktıracak yüksek değerlerden hareket etmeleri çok güçtür. Bu nedenle ikrardan gelen sükut masumiyetten çok gaflet karinesidir.






Berkin Elvan ve digger kaybımız Burakcan Karamanoğlu’nun babalarının konuşmalarını dinledim. Bir taraf isyanda, Başbakan’ı suçluyor, 24 saat içinde suçluların bulunmasını istiyor; Burakcan’ın babası ise acısını “takdir-i ilahi” diye açıklıyor. Bu iki yaklaşım arasında bir fark var mı?Cenab-ı Hak kimseyi böylesine büyük imtihanlarla karşı karşıya bırakmasın! Sözkonusu olan evlat acısı! İzleyebildiğim kadarıyla her iki babanın da Anadolu insanının irfanına yakışır bir soyluluk içinde hareket ettiklerini düşünüyorum.Sokaklarda eli sopalı insanlar ve ölen gençlerimiz size geçmiş karanlık çatışma dönemlerini hatırlatıyor mu? Sizce Türkiye bu tür bir iç çatışmaya sürüklenebilir mi?


Hava kurşun gibi ağır, burası kesin, ancak yine de eski günlere dönüleceğini sanmıyorum. Umut derunumuzda yeşeren fidanın adı, onu kesmeye kimsenin gücü yetmez.






Siz yaşanan ‘kaosu’ ülke adına kazanç olarak niteliyorsunuz…


Kafka gibi ben de “abartıyorum, çünkü anlaşılmak istiyorum” diyebilirdim, fakat bu kez abartmıyorum, kaos hakikaten büyük bir imkandır, gelecek güzel günler için, umudumuzu koruyabilmek için, insan olmayı başarabilmek için bir lütuf, bir ihsan, bir kayradır, tıpkı dert gibi, ıstırap gibi, kıymetini bilene. Hesiodos’u hatırlayınız: önce kaos vardı, sonra toprak, sonra aşk. Mitlerin dilini bir yana bırakıp hikmetin diline müracaat edebiliriz: önce a’ma ve zulmet, yani belirsizlik ve karanlık, derken yine o ezelî yaşam tomurcuğu: aşk, daima aşk, umut ve aydınlık, ama unutmamalı öncesinde hep kaos, hep belirsizlik, hep karanlık.






Mao’nun bir sözü vardır: “Yeryüzünde kaos var. İşler yolunda”…






-Batmadıkça güneş doğmaz çünkü, karanlığı varsaymadıkça aydınlıktan, yokluğa tahammül etmedikçe varlıktan söz edemeyiz. Gece gündüzün, karanlık aydınlığın delilidir. Minerva’nın kuşu dabu yüzden alacakaranlıkta uçar, zavallı, sırf şafak söksün de bir an evvel tan yeri ağarsın diye biteviye kanat çırpar durur.






Yerel seçimler kaosa çözüm olur mu?






Kadîm dönemlerden bu yana sağaltım teşebbüsleri hastalığın türü tarafından belirlenir: ya ot (bitkisel ilaçlar), ya bıçak (cerrahî müdahaleler), ya da söz (entelektüel kavrayış, irfanî duyarlılık). Türkiye’de ilk iki yöntem yeterince denendi, hem de büyük bir şehvetle, ama alınan mesafe ortada, hâlâ sadra şifa olacak bir menzil katedebilmiş değiliz.






Niçin?






Bu yöntemlerden ilk ikisi toplumun bedeniyle, üçüncüsü ruhuyla alakalı olduğu için. Hiç kuşkusuz ki bilgiçce ve biraz da bilgince, ama kesinlikle bilgece değil. İrfandan yoksun çünkü. Hâlâ gövdesine uygun ruh derinliği arayan bir ülkenin çocuklarıyız, tarihsel deneyimlerin kolayca prangalara dönüştüğü sert toprağın insanları olarak ne çağın başdöndürücü hızına yetişebiliyoruz, ne de içinde nefes alıp verdiğimiz coğrafyanın bizden beklediği sükûnet ve bilgeliğin hakkını verebiliyoruz.






Bu coğrafyanın hakkını nasıl vermeliydik?






Her şeyden önce farklılıklara hürmet etmek ve çağdaş yurttaşlık tanımının içini doldurmak suretiyle. Bu çok önemli, çünkü çoklu-birliğin özüne ancak bizim kadar başkalarının da yasa önünde eşit ve özgür bireyler olduğunu kabul etmekle ulaşabiliriz. Seçimlerin sonuçlarından ziyade kendisi bir fırsat olarak görülmeli bu yüzden. Çünkü demokrasi birbirini etkisiz hale getiren, birbirine galebe çalan, birbirini yenen tarafların değil, bilakis yenişemeyen tarafların rejimi, bir uzlaşı mekanizması, bir tür koleksiyon, uyum kadar farklılıkların da, çelişki ve çatışmaların da varlığını peşinen meşru kabul eden bir koleksiyon.






Bu seçimler sözünü ettiğiniz denetim işlevini yerine getirebilecek mi?






Kuşkuluyum, çünkü bu seçimler yerel yönetimlerin başarı ve başarısızlık oranlarını ölçmek için büyük bir fırsat olduğu halde, ülkenin içine gömüldüğü ağır siyasal kutuplaşma ve şiddetli retorik nedeniyle âdeta genel bir referandum niteliği kazanmış bulunuyor. Doğrudürüst kimse alternatif bir mekan tasavvuruna, daha çağdaş, daha yaşanabilir, daha insanca bir şehir idealine işaret bile etmiyor.






Niçin?






Belediye seçimleri öncesinde halkın “devlet ve vatan elden gidiyor” türünden klişeler dinlemek yerine daha inandırıcı tekliflerle, hiç değilse daha köklü eleştirilerle karşılaşması gerekirdi. Sanırım bu sert kutuplaşma, iki tarafın da, iktidarın da, muhalefetin de işine geliyor olmalı.






“Bir zamanlar Hak yanımızdaydı devlet-servet karşımızda, şimdiyse devlet-servet yanımızda ama Hak karşımızda.” Ne demek istediniz? Hak kimin karşısında ve neden?






Hayal kırıklıklarına aşina bir ülkenin çocuklarıyız biz. Genç yaşlarımdan itibaren anlamaya, özümsemeye çalıştığım değerler dünyasının bir tek eksiğinin olduğuna, yani devlet düzeyinde temsili zorunlu bir irade ve kudretten mahrum bulunduğuna inandığımdan, bu inancı taşıyan birçok yaşıtımın çok yakından tanıklık ettiği bir hayal kırıklığını, bir inkisarı dile getirmek istemiştim sadece. İrfan mektebinin en temel yasasıdır: buğday isteyenlere buğday, himmet isteyenlere himmet verilir, belki buğdayı ele geçirdik, lâkin görünen o ki himmeti çoktan yitirmiş bulunuyoruz.






Cumhuriyet dindarlığını sadece cami’nin şekillendirdiğini ve bunun neş’eden ve hüzünden uzak bir dindarlık olduğunu yazmıştınız. 11 yıllık AK Parti dönemi hayalinizdeki ‘dindarlık’ ile bir bağ kurabildi mi?






Hayalden çok umuttu benimkisi. Keşke kurabilseydi, belki başlarda dener gibi oldu ama beceremedi, elinden gelmedi, çünkü iktidarın insan malzemesi umumiyetle zaten caminin şekillendirdiği dindarlığın ürünü. Tekke irfanından çok uzakta, sadece siyasal duyarlılıklarıyla kendini tanımlayan, mağduriyet duygusuyla yüklü kitlelerin heyecanından beslenen bir dindarlık biçimi bu! İktidar gücüne duyulan özlem, kamu yaşamının dışına itilen değerler dünyasının asırlar boyunca camilerden çok tekkelerde temsil olunduğunu unutturduğu içindir ki nezaket ve zarafetten mahrum. Bu yüzden belki dindarlara sahiplenmeyi kendilerine bir vazife bildiler ve fakat insanı, her sıfatıyla insanı kucaklamakta yetersiz kaldılar.






Cami ile tekke arasında temelde ne fark var?






‘öteki’ giremez, ama tekkeye girer, tıpkı partilerde olduğu gibi camilerde de gürültü yasaktır, safları bozamazsın, düzeni sarsamazsın, bütün kadar parçaya önem veremezsin, komutla yatar komutla kalkarsın, ama tekkede gürültü demek harmoni demektir, farklılık zenginliktir, sıradışılık bir hastalık olarak görülmez, aksine birkaç ismin değil sonsuz sayıda esmanın tecellisi olarak hürmete şâyandır.






Niçin?






Korku büzer ve daraltır çünkü, sevgi ise çoğaltır ve çeşitlendirir, bu nedenle caminin temelinde korku ve birlik, tekkenin temelinde sevgi ve çokluk yer alır. Camide kudret, ciddiyet ve kat’iyet vardır, insan gönlünün simgesi olan tekkede ise tevazu, hüzün ve neş’e!






AK Parti ile filizlenen İslami kapitalizmi nasıl değerlendiriyorsunuz?






“İslamî kapitalizm” tabirini şahsen doğru bulmuyorum, sermayenin de, sermayeciliğin de dini olmaz çünkü. Dindarların modern yaşama katılımları oranında sermaye dünyasının içine girmeleri kaçınılmaz, bu nedenle çağdaş koşullar dolayımında üretim kadar ticareti de öğrenmeleri ve tabiatıyla zenginleşmeleri zorunlu. Bu süreç de AK Parti’den çok önce başladı, faizsiz bankacılık masalıyla gelişti. AK Parti’ye yakın çevrelerce icra edilen finans bankacılığı şöyle dursun, Cemaat’in de bir bankası olduğu unutulmamalı. Sözün özü, sermaye birikimini yönlendiren ilkeler dinî veya ahlakî kurallar değil, modern ekonominin, yani kapitalizmin yasalarıdır.






Birikim tamam ama sermayenin dağılımı meselesi de var tabii…






Sermayenin birikimi kadar dağılımı da bir ülkenin çağdaşlığının göstergesidir, bu da takdir edersiniz ki sadece istemekle olmaz, etkin önlemler de almak gerek.






Kapitalist sistem buna imkan verir mi?






Asla! Çünkü kapitalizm insanın özü gereği bencil olduğunu, yani sattığını en pahalıya satmak, aldığını en ucuza almak istediğini, bunun da akla uygun olduğunu söyler. İnsanı yarar-zarar ilkesine dayanan akılcı ve pragmatik bir varoluşa indirgeyen bu kavrama biçimi, en temelde haz-acı ilkesine kadar geri götürebileceğimiz fedakarlık duygusunu görmezlikten gelir, oysa insanın özü bizatihi arzudur ve arzu da rasyonel değil, her duygu gibi irrasyoneldir.






Bu durumda dindarlığın işi zor…






Çağdaş dindarlığın temel açmazı da burada başlıyor zaten, siyasal gerekçeler nedeniyle sermayeciliği özümserken, irade ve iktidar özlemiyle bu zihniyetin insan tasavvurunu içselleştirdiğini farketmiyor bile. En azından yaklaşık birbuçuk asırdır süreç böyle. Bütün yapılan ya ayet ve hadisler eşliğinde bu mekanizmayı bilinçsizce içselleştirmek, ya da yine aynı gerekçelerle bu mekanizmanın yol açtığı sorunlardan şikayetle feodal üretim tarzının ürettiği ahlakın (yani ethos’un, alışkanlıkların) edebiyatını yapmak. Her iki halde de eksik olan şey aynıdır: olup bitenin ciddiyetini kavrayamamak.






Yapılması gereken nedir?






Modernitenin dindarların zihninde oluşturduğu çift-değerliliğin (ambivalence) sağlıklı bir biçimde çözümlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin vergi ve zekat ikilemi. Vergi vermemek suç, zekat vermemek ise günah. Dindar bilinç, hakkını verip vermemesi bir yana, son tahlilde dinî buyruk ve yasaklara duyarlı davranmayı seçerken, duyarlılığı dışında kalan yasal konularda kendisini daha özgür hissediyor. Keza çokevlilik de yasal olarak suç ve fakat dinen caiz. Belediye nikahı ile dinî nikah arasındaki karşıtlığı da örnek olarak verebiliriz. Bu durumda dindar bilinç ‘caiz’in kendisine sağladığı özgürlüğe yaslanarak yaşamını düzenlemekten kaçınmıyor.






Caiz ise sorun nedir?






Caizin karnı geniştir çünkü, ve İslam hukuk tarihinden öğrendiğimiz kadarıyla fevkalade istismara müsaittir, dolayısıyla çağdaş dindarlığın toplumsal yaşamla ilişkilerinin sıhhat kazanması için günah-suç veya kanun-yasa karşıtlığı olarak özetlediğim bu çift-değerlilik sorunu ihmal edilmemeli, aksi takdirde bugünkü yolsuzluk iddialarının kendisinden beklenen toplumsal ve siyasal sonuçları nasıl olup da ortaya çıkarmadığı sorusu yanıtlanamaz.






Peki bu yolsuzluk meselesi hakkında siz ne diyorsunuz?






İşaret etmeye çalıştığım gibi, bu ideolojik çift-değerlilik toplumsal çelişkileri aklamanın en etkin yolu. Bu durumda vicdanlar kararsız kaldığı sürece siyaset hükmünü icra edecek ve bu kararsızlıktan sonuna kadar yararlanmaya çalışacaktır.






Nasıl?










Zekasıyla aklı, çıkarlarıyla vicdanı arasında kalan her insan kısa vadede zekasına ve çıkarlarına tabi olur, ancak uzun vadede aklının ve vicdanının sesine kulak vermeyi başarabilir, çünkü öncelikle korku yerine güveni tercih eder.






Sizin kişisel seçiminiz?






İtiraf etmeliyim ki çıkarlarım uğruna akıl ve vicdanımı bastıracak o kudretten mahrum bir halde yaşadım. Kimseyi kınamıyorum, hakikatin yolu tek kişiliktir.






Bir AK Parti milletvekili “günah işleme özgürlüğü”nden söz etti, ne diyorsunuz?






Daha önce yaptığım bir açıklamayı tekrarlayabilirim: vicdan sahiplerinin günah işleme özgürlüğü yoktur, Cenab-ı Hak bu özgürlüğü sadece vicdansızlara vermiştir.






Bir tek adam kutsanması mı yaşanıyor?Diken internet sitesindeki söyleşide psikiyatr Cemil Dindar Başbakan’ın ara sıra kullandığı hologram uygulaması için “mirac” benzetmesi yaptı. Düzce milletvekili Fevzi Arslan, Erdoğan hakkında “Allah’ın bütün vasıflarını toplamış bir lider” dedi. Bunları nasıl görüyorsunuz?






Lidere tapınma zaafı, paternal toplumların en belirgin semptomu. Yaşadıkları çelişkilerin bir anda ve ancak mucizevî hamlelerle çözülebileceğine inanan kitleler ister istemez bu mucizeleri gösterecek bir kahraman arayışına girerler ve daima güçlü bir liderin bir mesih veya mehdi gibi elindeki âsayla denizi yarıp bir çırpıda onları tüm çelişkilerden kurtarmasını beklerler.






Peki sonra?






Demokrasi geliştikçe otoriteryen girişimler toplumda daha da yaygın bir rahatsızlığa yol açar. Aslında bir bakıma bu ülkenin insanları da aynı süreçten geçiyorlar.






Sadece bu ülkenin insanları mı?






Giambattista Vico kadîm Mısırlıların üç çağ ayırdettiklerini söyler: Tanrılar Çağı, Kahramanlar Çağı, İnsanlar Çağı. Bir baba arayışı ilk iki çağa özgü kavrama biçiminin sonucu. Bu kavrayışla malul zihinlerin toplumsal ve siyasal sorunları darbelerle veya devrimlerle ya da ebedî iktidar özlemiyle çözme arzusu kısa bir sürede patolojik bir mekanizmaya dönüşür ve ister istemez siyasetçilerin toplumsal olguları kesintisiz bir süreç suretinde algılamalarını engeller.










Örneğin?






Örneğin Suriye politikasındaki başarısızlıkları pekala böylesi bir körlüğün zorunlu sonucu olarak açıklayabiliriz. Uluslararası hesaplaşmaların da etkisiyle Suriye ve Mısır’da olup bitenler, iktidar tarafından bir hamlede elde edilecek maliyetsiz ve kolay bir zafer gibi görülmek yerine, ancak uzun ve rasyonel süreçler içerisinde üstesinden gelinebilecek derin bir kriz olarak analiz edilebilseydi şayet, her şey çok daha farklı olabilir, hiç değilse Türkiye soğukkanlı ve akılcı bir diplomasi dilinin kendisine sağlayabileceği itibardan ustalıkla yararlanabilirdi. Olmadı, becerilemedi, çünkü kahramanların, varlığından bile nefret ettikleri en korkutucu seçenek bizatihi sürecin kendisidir.






Neden?






Kahramanlar acilcidirler de ondan, siyasal ve toplumsal hamlelerin zamanını beklemeyi, daha doğru bir deyişle rasyonel bir hamleler zincirine ihtiyaç duymayı zül addederler, çünkü her şeyden önce bu ihtiyaç kahramanlığın doğasına aykırıdır. Süreç demek gecikmek demektir, o nedenle mucizeler istenildiği anda, hemen, şimdi, burada gösterilmelidir.






Siyaset bir sonuç alma sanatı değil midir?






Elbette, tıb yerine büyü’nün, kimya yerine simya’nın, astronomi yerine astroloji’nin, aritmetik yerine numeroloji’nin göz kamaştırıcı seçenekler olarak görüldüğü çağlarda siyasetçiler toplumsal ve askerî konularda hemen sonuç alma arzusuyla yanıp tutuşurlar, oysa tarihsel deneyimlerin defalarca kanıtladığı üzere politikanın, özellikle dış politikanın en az tahammül edebildiği şey cüretkarlıktır, çünkü kolay zaferler hevesi tarih boyunca daima hüsranla sonuçlanmıştır.






Belki şansları yaver gider, olamaz mı?






Meşhur hikayedir, bir gün kurmayları kendisine birikimli bir subaydan söz ettiklerinde Napoleon hemen, “birikimi filan boş verin, talihi var mı, talihi?” diye sorar. Kahramanlar sadece mucizelere değil, talihe de güvenirler çünkü.






Talih sorunlu bir sözcük gibi duruyor






buradaHaklısınız, nitekim savaşlarda zafer ve galibiyetin talih ve tesadüf kabilinden bir şey olduğunu belirten İbn Haldun, gizli ve kapalı nedenlerle hasıl olan şeylere talih denildiğini söyler ve savaşların, görünür maddi nedenlerin aksine ilk bakışta dışarıdan kavranılaması güç, ince taktik ve stratejilerle kazanıldığına, bu arka-plan bilgisinden mahrum olanların ise olup bitenleri talih ve tesadüfün eseri saydıklarına açıkça işaret eder.






Talihe inanmıyor musunuz?






Mucizelere veya talihe bilinçsizce yatırım yapmak, bizi en azından süreklilik ve kalıcılığın gereği olan nedensellik bağıntılarını gözardı etmiş olmaya sürükleyecektir. Burada vizyon eksikliğinden kaynaklanan bedel, başarı olanağının yokluğu olmayıp aksine bu olanağın süreklilik ve kalıcılıktan mahrum olması, dolayısıyla siyaseti ve siyasetçiyi rasyonel öngörülerden uzaklaştırmasıdır.






Cemaat ile AK Parti arasındaki çatışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?






Öncelikle İslam tarihinin örnek alınabilecek vasıfta görülen beş raşid halifesinden dördünün siyaseten katledildiğini hatırlatmak ve müslümanlar arasındaki ilk ciddi ihtilafların neredeyse tümünün siyasal nitelikte olduğuna dikkatinizi çekmek isterim.






Bunun anlamı nedir?






Tarihsel tecrübeler, toplumsal ve siyasal çıkarları çatıştığında, ortak dinî değerlerden hareket etseler bile tarafların birbirlerine karşı şiddetli ve acımasız bir retorik kullanmaktan asla kaçınmadıklarını ve kaçınmayacaklarını gösteriyor. Basiretin eşlik etmediği kesin inançlılık her devirde siyasî manipülasyonlar için elverişlilik arzeder.






Tarih tekerrür mü ediyor?






Eskimemek hakikate özgü bir ayrıcalık. İnsan hep aynı insan, hırs ve ihtirasları da öyle. Bu nedenle olup bitenleri hüzünle, ibretle, hatta teessüfle seyrediyorum. Her iki taraf da hakkın hu zurunda ve toplumun önünde fütursuzca mızraklarının ucuna Kur’an sayfalarını iliştirmek gibi yollara tevessül etmemeli, hiç değilse kamu vicdanını böylesine derin biçimde yaralamaktan kaçınma basiretini gösterebilmeliydiler. Onlar savaşıyor, bizim yüzümüz kızarıyor.






Bu kavgada kendinizi bir tarafa daha yakın hissediyor musunuz?






Ben cemaatlerin değil cemiyetin, hükümetlerin değil devletin, toplum ve devlet karşısında ise bireyin yanındayım, yani insanın, ama hep insanın yanında. Kartacalı şair Terentius gibi diyecek olursam, öncelikle “insanım ben, insana ait hiçbir şey bana yabancı değil!”






AK Parti’nin kalkınma vizyonuna damga vurmuş inşaat şehvetini kültürel ve estetik anlamda nasıl okuyorsunuz?






Çaresizlik diyemem, asıl neden tek kelimeyle yetersizlik. Sözgelimi şu TOKİ rezaleti, hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki tüm icraatı öteki’ni hesaba katma alışkanlığı olmayan, çevreden merkeze, dışarıdan içeriye, sen’den ben’e doğru hareket etmek bilincinden yoksun bir hoyratlığın mahsulü. Dünyadaki bütün kalkınmacı sağ doktrinlerin zaaflarına sahipler ne yazık ki.






Bu bir hata mı?






Yaptıkları basitçe birer hata olarak adlandırılamaz, aksine bu yapılanlar tamıtamına birer telafi edilemez hata, ne kefareti var, ne de tevbesi, çünkü ülkenin sadece geçmişi ve bugünü değil, geleceği de heba ediliyor, hem de ne uğruna, planlanmamış bir kalkınma, hesabı verilmemiş bir ilerleme uğruna. Sermaye açlığıyla birleşmiş bir büyüklük, tam anlamıyla bir yücelik ideolojisi, abidevi olana düşkünlük, önüne geçilmesi imkansız gibi görünen bir monumentalizm çılgınlığı.






Bu durumda olan şehirlere oluyor.






Hem de nasıl. Şehirlerimizin hepsi birbirine benziyor artık, oran orantı duygusundan eser kalmamışcasına hep aynı çirkin caddeler, hep aynı çirkin binalar. Yerel yapı arşivlerine hürmet edilmediği gibi her bölgeye standart yapı teknikleri ve malzemesi uygulanıyor, sanki ülkenin üzerine gökten beton kütleleri yağıyor ve telafi edilemez biçimde şehirlerimiz demir-çimento çöplüğü haline geliyor.






Çözüm?






Çözüm, insan yaşamının farklı ve aykırı, küçük ve zarif, narin ve nazik yönlerini güçlendirecek bir duyarlılığın oluşması. Schelling mimari’yi erstarrte Musik (taşlaşmış musiki) olarak tanımlamıştı, ne yazık ki bizim mimarimiz için yapılacak tek tanım var: betonlaşmış gürültü.






Bu beton gürültüsünü yaratan nedir?






Nedeni çok basit aslında. İrade ve kudrete, ki mutlak anlamda tanrılığın biricik vasıflarıdır, yanısıra şefkat ve rahmet sıfatlarının eşlik etmemesi. Bu çirkinliğin başlıca nedeni, siyasal hedeflere kitlenmekten yetkinliğin ilk koşulu olan iç ve dış güzellik (hüsn ü cemal) duygusunu geliştirmeye fırsat bulamamış kadroların bu türden meseleleri önemseyecek bir kavrayıştan uzak oluşları.






Vay halimize!






Ne yazık ki hakikat böyle, bilge mimar diye tanınan rahmetli Turgut Cansever’in çığlığı başka bir nedenden dolayı değil, sırf bu yüzden duyulmamış, kendisi yıllar önce sayın Başbakan’dan (Belediye Başkanlığı döneminde) bir randevu almayı bile başaramamıştı.






Peki sizin çığlıklarınız duyuldu mu?






Maalesef benim çığlıklarımın da işitildiğini, işitilse bile anlaşıldığını sanmıyorum. İrade ve kudretin çaresiz kaldığı tek sahadır estetik, eskilerin tabiriyle bediiyat, parayla da, buyrukla da olmuyor, zamanın öğreticiliği altında bilgiden çok sezgi, klişeleri tekrarlamaktan ziyade sabır ve hoşgörü gerekiyor, hepsinden önemlisi her devirde yöneticilerin hüsn ü cemale iştiyakını olmazsa olmaz bir şart olarak sînesinde saklıyor.






Sizce bu toplumda laiklerle muhafazakarlar arasındaki en büyük duvarlar hangileri?






En kalın perdeler insanların kendi vicdanlarının üzerine örttükleri perdelerdir, hemen ardından siyasetin yukarıdan aşağıya telkin ve talim ettiği perde suretindeki özsüz ve içeriksiz önyargı duvarları gelir, sonra da elde var bir kabul edilen o sözde açıklık ve kesinlik daha ilk adımda karartmaya dönüşür, vicdan öyle baskılanır ki kımıldamaya dahi mecali olmaz, öteki bir çırpıda yabancılaşır, düşmanlaşır, farklı olan, karşıt olan yok edilmesi gereken birer yaratık, mide bulandırıcı birer böcek gibi görünür ve çıkan hengâmede mazlumların çığlığını duyan olmaz.






Bu bir yazgı mı?






Türkiye’nin tarihi, ne yazık ki biraz da işitilmeyen çığlıkların tarihidir. Hınçtan beslenmek zayıflık olduğu halde insanoğlu nefsin azmanlaşmasına izin verip bugün onlar, yarın biz der durur. Öncelikle bu kalın perdeler kaldırılmalı, o muhkem önyargı duvarları yıkılmalı.






Nasıl?






Elbette yıkılabilir, yıkabiliriz, sert kutuplaşmaları bu ülkenin değişmez yazgısı olmaktan çıkarabiliriz, yeter ki her şeye rağmen olumsuz deneyimler kadar aydınlık umutlardan yola çıkalım, yeter ki insana, insanımıza, bu toprakların rüşdünü isbat etmiş irfanına güvenelim, belki o zaman ayağımızı bastığımız bu zemin, önyargı duvarlarının yıkıldığı ve birbirlerinin farklılıklarına hürmet etmeyi öğrenmiş insanların yaşadığı bir ülkeye dönüşebilir.






Bu bağlamda dindarlar ile sol ittifak kurabilir mi önümüzdeki dönemde?






Felsefe geleneğimizde ittifak sözcüğü rastlantı anlamında kullanılır ve rastlantılar da istem ile zorunluluğun çarpışmasından doğan olgular olarak tanımlanır. Bu anlamıyla ittifaklara güvenilemez, çünkü geçicilik ve aldatıcılıkla maluldürler. Nitekim AK Parti ile Cemaat arasındaki ittifakın sonuçlarını hep birlikte yaşıyoruz. Oysa hikmet’in, Hegel’in dediği gibi, tarihten raslantısal olanı uzaklaştırmaktan başka bir amacı yoktur, bu nedenle ülkenin ittifaklardan daha soylu, daha kalıcı çabalara gereksinimi olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla gerçekleşse bile dindarlar ile sol arasındaki bir ittifakın ister istemez diğerleriyle aynı yazgıya yenik düşeceğine inanıyorum.






İttifak denilmese bile başka imkanlar yok mu?






Buna karşın ittifak olarak adlandırmasak bile ciddiye alınabilecek yakınlaşmaların gerçekleşeceğini söyleyebilirim. Nitekim küçük ölçeklerde de olsa ortak duyarlılıkların daha şimdiden karşıt grupları birbirlerine karşı müsamahaya zorladığını ve umut verici yakınlaşmalara yol açtığını gözlemlemek mümkün. Halihazırdaki kutuplaşma siyasal bakımdan kısa vadede tarafların işine geliyor gibi görünse de son tahlilde fevkalade yorucu ve kıyıcıdır, bu nedenle de çözülmeye mahkumdur.






Kaos gibi çelişkileri de olumluyorsunuz.






Çelişkilerin yaratıcılığına inanmak zorundayız, çünkü kalıcı çözümler çelişkilerin dışından değil, bilakis içinden çıkar. Asıl yapılması gereken, kutuplaşmanın dışında gelişen doğal yakınlaşmaları güçlendirecek düşünce ve kavrayışlar aracılığıyla diyalog kapılarını açık tutacak bir siyasal kültür oluşturmaktır.






Bu durumda katedecek çok yol var.






Elbette, ne ki karşıtlarını yok edemeyeceklerini bilen akl-ı selim sahipleri ancak karşıtlarıyla varolabileceklerini de pekala bilirler. Sufiler cem'ü'l-ezdâd olarak adlandırırlar bu ilkeyi, Latinlerse coincidentia oppositorum, yani çoklukta birliği, birlikte çokluğu görmek! Kınamalara aldırmamalı bu yüzden, acilci çözümlere iltifat etmeyip ısrarla kalıcı ilişkileri tesis etmenin yollarını aramalı ki bu da hiç kuşkusuz siyasetçiler kadar aydınların da görevi.

"Sürgün Mimarı"






Nasıl bir ironiydi ki, Ayazma


mezarlığının Ağaoğlu’nun lüks My


World Europe projesine yol geçirmek


üzere yıkılışını anlatan yazımız gündelik


bir gazetenin Pazar ekinde yayımlandığı


gün, Karşı’nın kent ve ekoloji haberlerine


ayırdığı ve her çarşamba yazdığımız son


sayfada Ağaoğlu’nun arsız sırıtışı ile


karşılaştık!






Bezirganbahçe neresi?






Bugün My World Europe projesinin


yükseldiği Ayazma, 2007’ye kadar,


yoksulun, garibanın, zorla yerinden


edilmiş Kürt nüfusların, ucuz kiralarla


kente tutunanların eviydi. Arazi rantı artan


bölgeye, Olimpiyat Stadı’nın inşası,


sermayenin ağzını sulandıracak, Ayazma


2004’te dönüşüm alanı ilan edilecekti.


Aynı koşullarda ucuz kiralık bulamayan


kiracılar çadırlara mahkûm edilirken, hak


sahibi kabul edilenleri de yeniden iskân


edildikleri Bezirganbahçe TOKİ


konutlarında yoksulluk, yoksunluk ve hak


ihlalleri beklemekteydi. O zamanlar,


neredeyse tüm TV kanallarından,


“Yaptım oldu, burası golf sahası, şurası


havuz, burası...’’ lüks konut projesini


reklamlayan Ağaoğlu, Ayazma


kiracılarının hak mücadelelerinin de


anlatıldığı Ekümenopolis belgeselinde,


Bezirganbahçe’deki mağduriyetleri


gündeme getiren yönetmen İmre Azem’e


bön bön bakarak “Bezirganbahçe


neresi?’’ diye soruyordu.






Sürgün Mimarı






Arabalarını kadın, kadınlarını araba


bellemiş, el attığı her varlığı


metalaştırma, kentin her bir


santimetrekaresini pazarlama uzmanı,


beyaz atlı prens rolünde kentin en değerli


ormanını bir başka talan projesine


açmaya uğraşır, emsal artırımı için


iktidarla ahlaksız pazarlıklarını sürdürür,


mahkeme kararlarına da bir “yaptım


oldu!’’ çakarken, Bezirganbahçe’yi


nerden bilecekti? Alt gelir grupları, kent


yoksullarını çeperlere sürgünün mimarı,


kendini karikatürleştirerek failliğini


gizlerken, gazete sayfalarından, TV


kanallarından, billboard’lardan ve


ne yazık ki adil bir kent


sayfamızdan da yaşamımıza arsızca


sızıyor. Yarım yamalak Türkçesiyle


“My World Your World’’ paralayan


sarışın cazibesi, ağzını her


açtığında bizler kendi kentimize


biraz daha Fransız kalıyor, biraz


daha sürgün oluyoruz.


Ağaoğlugillerin projeleri kenti ele


geçirdikçe, Gezi’den inşa etmeye


durduğumuz kent biraz daha zorlaşıyor.






Özgürlük kaleleri de işgalle kurulur






Müdahale ismiyle cismiyle gazetenin


sayfasında var olurken, kelamlarımızı


reklamıyla işgal ederken yayın çizgisine


müdahale edilmese ne yazar? Nasıl bir


paradokstur ki, özgürlük kaleleri de işgal


ile kurulur, Gezi gibi. Tam da bu yüzden,


hangi düşüncenin nereyi nasıl işgal ettiği


önem kazanır çünkü işgal edilen mekân,


yaşamı da şekillendirir. Eğer


mücadelemiz adil, eşitlikçi, özgür,


demokratik bir kent ise “Bize reklam


veren hiçbir şirketi ayırmadan kabul etme


yolunu izliyor, esasen bunu yaparak


gayet normal bir strateji izliyoruz...”


sözleri, günü kurtarma pragmatizmidir.


Böyle bir strateji normalleştirildiğinde,


idealler birer ikişer çarpılanır; kaleler ve


elbette özgürlük kaleleri de içerden


fethedilir çünkü. Bu nedenle, “editoryal


bağımsızlık ve mali dengeler ayrı şeyler’’


değil, birbirlerini besleyen şeylerdir.


Sermayenin kendini aklama, yıkama ve


kamuoyu gözünde muteber kılma


mekanizmalarının akıl almaz bir çeşitliliğe


büründüğü çağımızda, bilcümle sürgün,


talan ve yağma projesine “Karşı’’


duruyoruz derken, faillerin boy boy


reklamlarını yayımlamak, bizlerin kalemi,


emeği üzerinden kazanılan okuyucuların


bu faillerin tüketicilerine dönüşmeler ya


da okuyucu gözünde failliklerin


olağanlaştırılmalarıdır ki ikisi de aynı


kapıya çıkar; değerleriniz içten içe ele


geçirilmiştir. Faust kendini şeytana bir


kez satar!


“Sarı ormanın içinde yol ayrımına


geldim /Ne yazık ki her iki yoldan da


gidemezdim / /Ve ben daha az


yürünenine saptım /Ve bütün olanlar


da bu yüzden oldu” der Frost. Gönüllü


katkımızla Karşı’da yer aldık çünkü daha


az yürünen yoldan gideceğini düşündük,


inancımızı koruyarak devam derken


umuyoruz ki eleştirilerimiz yerine gitmiş


olsun.

"Halk benim halkım, ama halk benim kılavuzum değil !"



Hastanedeyken hayatımdaki eksiklerin yanı sıra fazlalıkları da gözden geçirme fırsatı buldum.


Sağcı arkadaşlarla, AKP'lilerle bir sorunum yok, ama geçmişinde solculuk olup da bugün -AKP'ci bile değil- direkman RTE'ci olan kişileri Facebook'umdan siliyorum. Solcu geçmişleri olmadığı için silmediğim, ama bu tavrımdan rahatsız olan RTE'ciler de isterlerse kendilerini silebilirler. Eksikliklerini hissetmem.


Hiçbir zaman, 2007'deki büyük ayrışmada bile, siyasî tavrı nedeniyle kimseyle ilişkimi, sanal veya gerçek arkadaşlığımı bitirmedim. Beni silen çok oldu ama ben kimseyi silmedim. Bu bir ilk. İçimden gelen sesi dinleyeceğim.

AKP'lilik, ben benimsemesem de fikrî bir tavır. İnsan fikir değiştirebilir. RTE'cileşmek ise SOLA BULAŞMIŞ BİRİ İÇİN fikir değişikliği değil, ahlâk ve kişilik aşınması. Bunlar –ister TV programcısı ister Facebook gevezesi olsunlar- Yiğit Bulut’un “solcu” türdeşleri. Onun kadar sürreel değiller ve herhalde bu yüzden midemi ondan daha fazla bulandırıyorlar. Duygu+düşüncem bu. Bu zevatın bu dakikadan sonra bütün yazacaklarını, bütün söyleyeceklerini biliyorum ve merak etmiyorum. Dahası, kendileriyle, sesleriyle veya suretleriyle monitörde karşılaşmaya bile artık tahammülüm yok.


Kompoze edersem uzayacak. Ben nihayet taburcu oldum ama felç azalarak bitecekmiş, sağ kolumu henüz tam kullanamıyorum. Bu yüzden notlarımı sıralayarak özet geçeceğim:

1) Dün solcu bugün AKP'li olabilirsin, mecburen saygı duyarım, ama RTE'cilik ne lan şapur şupur? Siktir git! Uzakta yala!



2) Anlaşılacağı üzere AKP'cilikle RTE'ciliği ayırıyorum. RTE'siz AKP Özal'sız ANAP gibi ise bu AKP'nin sorunu. İlgi alanım dışında. Güzel şeyler yaptılar. İttihatçı damarı kanlanan RTE şimdi pişman görünüyor ama elbirliğiyle askerî vesayeti skerttik. Laiklik zikinin çekimine kapılıp Denizleri (ve daha nicelerini) asan, Kürt halkıyla savaşan ordunun arkasında hizalanmadık. Dikotomimiz din-laiklik ve/ya emperyalizm-vatan millet (daha doğrusu ulus-yurt) değil, askerî vesayet-sivilleşme, ve demokrasi-kemalizm oldu. Darbecilere, profesyonel katillere karşı AKP’yi destekleyerek kemalofaşist cumhuriyetin surlarında demokratik gedikler açtık, çok da iyi yaptık. (Kapatsın hadi Twitter’ı Facebook’u. Lütfen kapatsın. Sıkı sıkı kapatsın. Süresiz kapatsın. Kaç saat, kaç gün, kaç hafta sürecek görelim. Rezil etsin kendini). Nefesleri buraya kadardı. Zaten sonuna kadar gelmelerini beklemiyorduk. Bunu burada, Twitter'da, Ekşi'de defalarca yazdım.

+ Bu ittifakın sonu geldiğinde bir baktık aramızdan birileri AKP saflarına yerleşmiş! Hadi olum gidiyoruz diyorum, kalkmıyor yerinden. Gezi’yi bile AKP-RTE ağzıyla yorumladı şerefsizler. İç düşman-dış düşman retoriğine kadar düştüler. Yıllarca dalga geçtikleri retorik. (Belki bu yazıyı o zaman yazmalıydım. Gezi’den sonra hiçbiriyle muhatap olmamakla yetindim).


+Bizim AKP ittifakımızı eleştirenlere iyi bakın: Devirecekleri (bkz. devrim) (bkz. devirmek) TC’nin kurucusu Mustafa’yla ve onun sol düşmanı ordusuyla müttefik olmaktan hiç rahatsız değiller. Çünkü neden, çünkü laiklik! Çünkü halkımız cahil, çünkü seçmen çok rererö. Daha detaylı yazcam bunları.



3) Öfkem, 2014’te RTE’ci olabilen ex-solculara. 2004'te RTE'ci olmakla 2014'te RTE'ci olmayı da birbirinden ayırıyorum evet. Tane tane izah edeceğim bunları. Sağ tarafıma tekrar kavuşayım, oturup uzun uzun yazacağım. (Not: Mayıs ayında bir sitede yazmaya başlayacağım. Sitenin henüz bundan haberi olmadığı için şimdilik ismi lazım değil. Ayda 3-5 yazı. Aperiyodik).


4) Normal zekâda bir insanın herhangi bir başka insana, bir ölümlüye bu şekilde "bağlanmasını" zaten sorunlu buluyorum. RTE burada sadece çapsızlığıyla insanı gülümseten bir örnek. Özellikle bir vakitler solcu olduğunuz, tarihte bireyin rolü, kişi kültü vb. mevzulara aşina olduğunuz hatırlandığında. Kılıçdaroğlu'nun sözlerinde derin hikmet bulana veya Bahçeli'yi dünya lideri gibi görene de götümle gülerim. "Bütün dünyanın hayran olduğu ulu önder Mustafa"ya hâlâ gülüyorum, aklıma geldikçe. İnsanoğlunun/kızının zavallılığının, küçüklüğünün, basitliğinin milyonlarca kanıtından biri de bunca evrimden sonra hâlâ sürüye bir lider araması, bulması, onu yüceltmesi.

5) Yıllardır Mustafa Atatürk'e demediğimi bırakmadım. Pişman değilim. Kendisi yüceltildiği sürece devam da edeceğim. Hal bu iken, bir dönem Mustafa'yı birlikte tefe koyduğumuz arkadaşlar donanımı ve kaderimizdeki rolü itibariyle onun mendil cebini bile dolduramayacak RTE gibi bir tipe, bu tipin bütün şımarıklıklarına, tatminsizliğine ve muhteşem çemkiriciliğine rağmen ona "saygı" duymamı (siz yaltaklanmamı diye okuyun) niye bekler anlamadım. Yanlış beklenti dostum. Bunu vaat ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Seçildiği halde koltuğu elinden alınsın demedim, zaten o koltuğa şu otursun diyeceğim biri de yok, küfür(*) etmedim, yüzüne tükürmedim. Doğru bulduğum lafı, beğendiğim icraatı överim ben. Aha da önderimi buldum deyip gözlerimi kapatarak kuyruğuna tutunmam. Böyle bir ihtiyacım yok. İnsan değişir, genellikle de bozulur. Kimse benim de kuyruğuma sorgusuz sualsiz takılmasın. Hatta sorgulu sualli de takılmasın. Hiçbir fikri ben söyledim diye doğru kabul etmesin. Hiçbir yere ben gidiyorum diye gelmesin. Hiçbir şeyi ben istedim diye yapmasın.

+ (*) Savunucularının "şımarık, hoyrat, kaba, agresif, saygısız" gibi lafları bile “küfür” saymaları skimde değil. Her şımarık, hoyrat, kaba, agresif, saygısız lider ve onun yalakaları bu ifadelere karşı hassastır. Ama bunlar hakaret değildir. Dünyadan, demokrasiden, çağdaş özgürlüklerden bihaber azgelişmiş lider ve azgelişmiş yalaka hassasiyetidir bu. “Dünyanın hiçbir yerinde bunu yapamazsınız.” Yok yav? Siktir! Vıcık vıcık sağcılık. Dünyanın hiçbir yerinde başbakana şımarık, hoyrat, kaba, agresif, saygısız diyemezmişiz. Pür cehalet! Irak savaşı başladığında İngiltere başbakanını tasmasını Bush’un tuttuğu köpek olarak gösteren klip yayınlanıyordu İngiliz TV’lerinde. En entellektüelleri, en utangaçları “bütün dünya adamın üstüne geliyor, o ne yapsın” diye aklamaya çalışıyor RTE’nin gitgide –kendisi açısından- trajikleşen asabiliğini. Hiçbir ülkede "ülkenin başbakanına" böyle şeyler denemezmiş. Denmişi var.

+Adamın şirazesi kaymış. Yüzde 50 oy almışken diğer yüzde 50 niye bana oy vermiyor diye uyku uyuyamıyor. Ankara’nın tepelerinden bakınca kendisinin sadece cumhuriyetin gelip geçici bir üst düzey memuru olduğunu, kral veya padişah olamayacağını, hatta cumhurbaşkanlığı yetkileri az gelir başkan olayım derken artık cumhurbaşkanlığının bile riske girdiğini, devleti de toplumu da daha dindar yapamayacağını, bu yüzyılda bu toplumda dindarlığın işte bu kadar olduğunu, gençliğinden beri kalbinde yaşattığı “dava”nın diğer “dava”lar gibi ayakları havada durduğunu, zaten kendisi ve ailesinin dindarlığının da dinleme kayıtlarıyla pek güzel ortaya çıktığını, kaldı ki kendisi dört dörtlük olsa ve ağzıyla kuş tutsa bile herkese aynı anda yaranamayacağını, bunun dünyanın kuruluş kanununun bir gereği olduğunu... filan görmesi gerekiyordu; göremedi. Sınırlarıyla yüzleşti, kabullenemediği için çıldırıyor. Bu hüsran başka hüsran. Yüzde 80 alsa, yüzde 20 için öfkeden uykuları kaçacak. Bu hale gelmiş. “Milleeğğt” diye diye milletin yarısına küfrediyor sabah akşam. Ben kendisine küfretmiyorum. Şımarık, hoyrat, kaba, agresif, saygısız diyorum. Küfür bilirim. Edecek olsam ederim. Solcu geçmişli RTE yalakalarına ediyorum gördüğünüz gibi.


+Allah rahmet eylemesin, teey ‘80’lerde Saddam için anlatılan bir fıkra vardı. Rakamları atacağım tabii, hatırlayamam. Seçim yapılmış. Bizim ulu önder Mustafa dönemi gibi, tek parti giriyor seçime. Akşam yardımcıları “efendim sadece 358 kişi hariç tüm halkımız size oy verdi” diye müjdeyi veriyorlar. Ama sevinmesi beklenen Saddam’ın kaşları çatılıyor. Dişlerini sıkarak “Çabuk bana o 358 alçağı bulun” diyor.


+İki cümlenden birinde “millet” geçiyor. Yani sizin tanımınızla tüm müslüman Türkiye toplumu. Peki bir önceki ve bir sonraki cümlende nefret kustukların kim sayın başbakan? Uzaylı mı onlar?

+Halk kavramına egemenler, yönetenler, burjuvazi, bürokrasi dahil değildir. Millet ise hepsini kapsar. İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitledir ve kaynağı götümüzdür. Çünkü gerçek hayatta böyle yekpare bir özne yoktur. 21. yüzyılın ilk çeyreği Türkçesi ve Türkiyesi itibariyle başbakanın kullandığı anlamda “millet” diskurunu bile kullanmaya başlamış adamın artık solculuk iddiası olamaz. Solcuyum demeye kalkarsa "sıs lan!" denmelidir.





+İktidar kötü, kirletici bir şey. Bunca checks, bunca balances (bkz. checks and balances), bunca kuvvetler ayrılığı boşuna değil. Liderler, iktidar kokusu alınca onun etrafına toplanıverecek yalakaların gazına gelip nefsine, egosuna yenilmesin, ülkeyi skmesin diye. Halk gözünü hastanede açtığında iş işten geçmiş olmasın diye. Güç, iktidar, eğer kontrol edilmez, dengelenmez ise sağlam karakterli birini bile bozar. Sağlam karakterli birini bile diyorum bak. Gerisini söylemiyorum.





+İstisnasız dünyadaki bütün örnekler kendi ömrünün bir sınırı olduğu hissiyle yerine oğlunu-kızını hazırlamaya başlıyor. Allah sayın başbakanı bu şeytan aldatmacasından korusun! Ex-solcu yavşaklar eminim buna da duruma göre inkârcı ya da meşrulaştırıcı ya da sıradanlaştırıcı yorumlar getireceklerdir. Arşivleriz onları da.





6) Gizli dinleme kayıtlarının yayınlanmasından çok memnunum. Kim dinlemişse kulağına sağlık.Polisten hoşlanmam, ama psikopat bir katili yakalamasından hoşlanırım+Askerden hoşlanmam, ama başka bir devletten ülkeye bir saldırı olursa püskürtmesinden hoşlanırım=Yaptığı bir işten hoşlanmak için cemaatten de hoşlanmak zorunda değilim.(*)Ben kamusal görev ve yetkilerini para için, mal-mülk için, rakiplerini ekarte etmek için kötüye kullanan bir şerefsizsem, laik devletin ilahiyat'ından emekli olduğu güne kadar sakal da bırakmamış satılık bir sakallının bulduğu Allah'ı -haşa- kerizleme formülüyle meşrulaştırdığımı sandığım rüşvet ve komisyonları evlerde istifliyorsam, kamuoyuna başka, kamuoyunun gıyabında başka konuşuyorsam, beni de dinleyip yayınlasınlar. Hastanede vakit boldu, düşündüm taşındım karar verdim: 21. yüzyılın şeffaflığı budur. Bu kayıtlardır. Hele bizimki gibi şeffaflık geleneği olmayan, dini istismar ederken boyalı bir beze de Allah’tan daha fazla tapınabilen toplumlar için bu gizli kayıtlar ilaçtır ilaç! [Sen etik'ten bahsetme ulan ayı! (Çok sırıtıyor)] Eski GenKur başkanının Balyoz davasının belgelerinin gerçekliğini laf arasında itiraf ettiği ses kaydıyla ilgili yazdıklarımı bulup okuyun. Alkışlıyordunuz. Cemaat ya da her kimse, o gün onları dinleyip yayınlarken niye ağzınız kulaklarınızdaydı?





+ (*) Hiç “kötü” diyebileceğim Gülenci tanımadım. Ama bu tür yapılara kuşkuyla bakarım, cemaatçilerden değilse de cemaatlerden uzak dururum.





+ Demek muhaliflerinin böyle dinleme kayıtları olsa RTE konuya etik açıdan yaklaşır, kayıtları kullanmazdı öyle mi? RTE? Bizim RTE? Tayyip? Erdoğan? Recep Tayyip Erdoğan? Etik değil diye kullanmazdı ha? Senin ben lider aşkından görmez olan göZünü skym! RTE olsa etiği gözetirmiş! Etik... RTE... Evet evet, o RTE. Etik açıdan şeyapmazmış.








7) Allah Türkiye’yi seviyor. Asker zekâsı ülkeyi iç savaşa sürüklerken AKP’yi göndermişti, şimdi de reis zıvanadan çıkarken bu gizli dinlemelerle imdadımıza yetişti. Şüphesiz ki O’nun elinde her türlü “fren” bulunur!





+Allah’ın elinde sanmam ki bir “rekatsayar” olsun. Ama şu son aylarda yaşananlar yüzünden İslam ve Müslüman imgesinin nasıl bozulduğunu ölçebilen, bu atmosferin etkisiyle dine mesafe koyacak ya da düşman olacak oğlan ve kızların günahlârının ne kadarının kendilerine ne kadarının İslâmî usullere uygun hırsızlık, sakallı profesörden fetvalı yolsuzluk, ve Allah’ı –haşa- kerizleyerek yapılan zina (muta nikâhı) erbabına ait olduğunu tartabilen ilahî bir terazi herhalde vardır.





8) Mazide solculuk var ya, taraf değiştirdikleri gerçeğiyle yüzleştirildiklerinde tek sarılabildikleri mevzu haliyle barış süreci oluyor. Oysa barış süreci reis'in tek taraflı lütfu, ihsanı, inayeti değil. Ve bir solcu kendisini PKK-Kürt cenahındaki barış yanlıları (bunlar en az 15-20 yıldır varlar) arasında görür; bir sakallıya fetva sipariş edip harama tamah etmek dâhil sağcılığın her gereğini yerine getiren şaftı kaymış, asabî ve küfürbaz bir reis'in yanında değil. Ayıp. (Bu arada Abdullah Öcalan hakkında Ekşi Sözlük’te yazdıklarımı şuradan görebilirsiniz: http://eksisozluk.com/abdullah-ocalan--38221?a=search&author=mehmet%20ordekci BDP-HDP'ye oy veren biri olarak yazdım bunları. Bir fikri savunmak, birilerinin bir momentte yaptıklarının isabetli olduğunu kabul etmek için o birilerine “bağlanmak”, onu yüceltmek, lider bellemek zorunda değilsiniz; ona örnek diye okuyun. Altı üstü adamın ülke sorunları için bir programı var ve size de bu program makul geliyor aq. Abartmayın. Mustafa’yı kaldırıp Recep deyince “tüm dünyanın hayran olduğu ulu önder” sıfatı komikliğinden bir şey kaybetmez. Dünyayı en az 50 yıl geriden takip ediyor demokrasimiz. Yabancıların gülümsemelerini yanlış anlamışsınız siz).





9) [Neydi unuttum. Kalsın gene de. Manevî değeri, hatırası var]






10) RTE'nin planlı- hesaplı filan konuştuğuna inanmıyorum. Evet koskoca başbakan, evet kırk yıllık siyasetçi ama maalesef iki cümle sonra ne söyleyeceğini kendisi de bilmiyor. Prompter’dan gözünü ayırınca çam ormanları alt üst oluyor. 2007-2013 arası başta her salı yaptığı meclis grup konuşmaları olmak üzere (ki diğer partilerinkini de aksatmazdım) herhalde bütün konuşmalarını dinledim/izledim. Kendisi planlı-hesaplı ya da hatta kontrollü konuşabilme yeteneğini kaybedeli en az iki yıl oldu. Siz çelişkileri ve çemkirmeleri arasında cevher aramaya, olanca yalakalığınızla çok haklı bulduğunuz o öfkesi yüzünden konuşma metninde olmadığı halde ağzından kontrolü dışında pırtlayanlara izah bulmaya, tevil götürmeyecek zırvalarını tevil etmeye devam edin. Yarın o bir rapor alır, üç-beş ay hastanede tedavi görür, aklanır. Ülkedeki bütün ballı arsa-emlak işlerini bizzat yönetmeye çalışma stresini kaldıramamış adam deriz. Siz ex-solcu yeni muhterem yavşaklar ise namus çerçevesinde izahı ve raporu olmayan olağanüstü yalayıcılığınızla tarih nezdinde rezil olduğunuzla kalırsınız. Ben hakkınızda notlar almaya başladım. (bkz. bu okuduğunuz satırlar)





11) Herhalde hemfikir olduğumuz tek konu, bir diktatörlüğe doğru gitmediğimiz. Siz bunu reis'in altın kalbine ve eşsiz tutarlılığına bağlıyorsunuz, bense "sıkar biraz" diyorum. Allah ıslah etsin, adamda bir diktatör için gerekli ego fazlasıyla mevcut. Sizin gibi solcu geçmişli versiyonları dahil geniş bir diktatör yalakası kadrosu da hazır. Ama diktatörlük için diktatör bulmak yeterli mi? Sizce RTE 2013 Türkiyesinin sosyolojisini, dengelerini, ortalama vizyonunu kuşatabilir mi? Elinde asker-polis olacak evet. Ama yakın geçmişte de PKK gibi bir deneyim var, şimdikinden çok sert, çok hukuksuz, çok faşist bir devletin bile pekâla domaltılabileceğini göstermiş bir örnek olarak. On binlerce ölüsüyle yanıbaşımızda.





+Zayıf ve bazı organları kemalizm mikrobuyla malul de olsa köklü bir radikal sol muhalefet geleneği var. Binlerce ölüsüyle işte orada bekliyor. +Biz uzlaşsak, teslim olsak, ya da pıssak bile kimlikleri gereği RTE gibi bir Alevî düşmanına teslim olamayacak milyonlarca Alevî var; kaçını öldürebilecek bir diktatör, kaç yılda köklerini kazıyabilecek? Türkiye’yi ne sanıyorsunuz? Sosyolojinin seçim sandığı mı var? “Kürt-mürt yok, hepiniz Türksünüz” diyen Mustafacı vizyon sosyolojiye direnebildi mi? Cumhuriyet tarafından yok sayılmakla Alevilik yok oldu mu? 1984’te, 200 silahlı adamla başladı PKK “terörü.” Bugün milyonlarca oy alıyor. Ha dünya da eski dünya değil bu arada. Miloseviç'lere "o sizin iç işiniz" denmiyor artık. Ne mutlu ve ne mutlu ki sivillere kıymaya başlamışsanız millî bokunuzu ulusal püsürünüzü insanlık sklemiyor. Eskiden ambargoyla yetinilirdi, şimdi gerekirse onunla da kalmayıp fiilen (bombalarla) müdahale ediyor dünya. Öyle bir şey olursa siz RTE’yle, Perinçek’le ve Avrasyacı Ergenekon paşalarıyla beraber direnin, ben –hayatta ve özgür olursam- “emperyalizmin” yanında olacağım o gün.





ABD ve kankilerinin Irak'a girmesi meşru olmayabilir, ama BM'nin Taliban'ı, Avrupa'nın Miloseviç'i, NATO'nun Kaddafi'yi skertmesi dibine kadar meşru. [RTE yalakaları, on binlerce müslümanın katili Miloş'u bir dinleseydiniz ah, adam neredeyse ölüyordu haklılıktan! (Gerçi öldü zaten; Lahey'deki hücresinde). O kadar temiz, o kadar iyi niyetliydi ki ah ah ah! Bir o kadar (Sırp) MİLLET(i) sevdası, bayrak demagojisi, kefen edebiyatı... Âlâsı vardı adamda]









Bunlara kalmadan, reis'in etrafında homurdanmalar başlar yakında, hâlâ başlamadıysa. Bir tane idealist kaldı mı acaba, küpünü doldurma değil de “dava”ya hizmet adına orada olan? Sanmam. Tek bir kişinin "bu adam bizi de yakacak" diye fısıldaması yeter. Suni denge bozulur, korku duvarı çatlar, arkası gelir zaten. Kerameti kendinden menkul önderine uzaktan uzağa kendisini kaptırmış, bağımlı, ezik kişiliklerin, kefene sarınıp mitinge koşan hödüklerin öngörebileceği şeyler değil bunlar. Onlar düşük zekâlı oldukları için komplo teorileri bunca revaçta zaten. (Yav he he, dünya reis'e karşı birleşti he. CNN International ve Wall Street Journal olmasa Osmanlı geri geliyordu he).





Bütün bunlar ileri senaryolar. Türkiye ne Sırbistan, ne Afganistan. 150 yıldır (evet Mustafa’dan da öncesi var) batıya bakan bir ülke. Batıyla bağlar ve bağlantılar kılcal damarlar değil atardamarlar düzeyinde bugün. ETÖ’cüler darbe yapamadıysa batıdan –bu kez- destek alamadıkları için yapamadı. RTE’nin ülkeyi yönetemez olması için Batı’nın Türkiye’ye yalancıktan küsmesi, “oynamıyorum ben oynamıyorum işte” demesi bile yeterli.





+Burada TR’nin zayıflığını, bağımlılığını olumlamıyorum. AKP de batının ve İsrail’in desteğiyle bugünlere, buralara geldi. Irak savaşındaki –TBMM oylamasına takılan- jingoizm çılgınlığı, emperyalist saldırganlara yedeklenme çırpınışları ve el altından destek performansı bin yıl geçse unutulmaz. (Bir tek siz unutursunuz, koduumun karaktersiz ex-solcu yalakaları). AKP-RTE şimdi batıdan aldığı destekleri unutmaya ve inkâra meyilli. Etrafında kendisini dürtüp uyandıracak kimse bırakmamış reis. İyi bilir aslında, kime ne borçlu. Demek istediğim budur.






12) Sağcısı mazideki, kemalisti daha yakın mazideki, pek çok solcusu istikbaldeki bir asr-ı saadet'e inanır. Ben kıyamete kadar bitmeyecek bir iyi-kötü mücadelesine inanıyorum. Azalacağız, çoğalacağız, ama hep olacağız. Azalacaklar, çoğalacaklar, ama hep olacaklar. HDP-BDP'ye oy vereceğim. Belki bir gün onlar iktidar olacak, ama ben gene muhalif kalacağım. Sanmıyorum ama bir gün bir partim belki olabilir geçici olarak, liderimse yok ve hiç olmayacak. (Yazdıklarımı anlaşılır kılmak adına yazdım bunu).





13) Soyut bir ideal insan tasarımına dayalı tüm ideolojilerle vedalaşalı tam 18 yıl oldu. 1993-95'te marksizmle, 1995-96'da anarşizmle helalleştim. Halka, millete, ulusa -sonuçta insanları kasteden kavramlar oldukları ölçüde- saygım var; ama şu "milleeğğt" her kimse, vallahi her duyuşumda kusasım geliyor. Bu diskura yeni yeni alışan eski solcu-yeni RTE'ci bir götlek görürsem onun suratına kusmayı düşünüyorum. Baştan duyurayım da centilmence olsun.





14) RTE isterse %80, %90 oy alsın. Doğruyu yanlışı belirlerken buna mı bakacağım? Halk –bana göre- iyi bir şey yaparsa mutlu olurum, -bana göre- kötü bir şey yaparsa üzülürüm. Götünden hayalî bir halk uydurup onu yüceltme eşekliğini gençlik dönemimde bıraktım. Halk benim halkım, ama halk benim kılavuzum değil. (Bu yazdığım darbeciliği cuntacılığı imlemez, götlek! "Halk istediğini seçer, ben halkın seçtiğini beğenmek zorunda değilim" demek. Demirel’i 50, Ecevit’i 40 sene başının üstünde taşımış bir halk. Sandık edebiyatına başlama, ağzımı bozdurma, konu o değil). İyi kötü yarım buçuk aydınım lan ben. Halkın kuyruğuna mı takılacağım? Sizin gibi paraya pula, makama mevkiye ünvana, gazete köşesine, TV programına satılık aydınlardan da değilim. Fiyatım yok. “Herkesin bir satın alınma noktası vardır”ım yok. Kredi borcum yok, villa taksidim yok. 2007 dönemecinde apoletli laik faşistlere diklenip açık-gizli kemalist "solcu"ların [laikliği solculuk/solculuğu (sadece)laiklik sandıkları için tırnak içindeler] mahallesinde taşlanmaktan çekinmemişim, sizin telaffuzunu yeni öğrendiğiniz vıcık vıcık "milleeğğt"ten hiç çekinmem. Onların mahallesine hiç taşınmayacağım zaten. Böyle marcinal marcinal takılıcam. Siz gidin zengin olun, ünlü olun, ileride siyasete girip makama mevkiye kavuşun; yeter ki gidin, benden uzak olun!





15) “Milleeğğt” kadar tiksindirdiğiniz bir diğer laf da “bu ülkenin başbakanı”. Adam kendisi bazen utanacak noktaya gelip “ben ben ben” dememek için, bunun çok sırıttığı durumlarda kendisinden “bu ülkenin başbakanı” diye bahsediyor. Genellikle “Ne? Bana ha! Eleştiri ha? Kaşımın üstünde gözüm ha?” diyeceği zaman bunu “bu ülkenin başbakanına ha” diye ifade etme ihtiyacı duyuyor. Aynen kaptınız. Ama bak söyleyeyim, solcu geçmişinizle birlikte düşünülünce çok rezil görünüyorsunuz. (bkz. başkası adına utanmak)





16) Peki neden bu kadar öfke, nedir bu kişiselleştirme? Şim'şöyle: 2007'den beri, AKP'li olma suçlamasına karşı kendimle birlikte bu karaktersizleri de savundum. Canla&başla. Geldiğimiz noktada ise elbette büyük bölümümüz için AKP'lileşme ithamının kemalist zekâ seviyesinde bir itham olduğu ortaya çıkmış olsa da, bu karaktersizler AKP'lileşmenin de ötesinde RTE'cileşmiş durumdalar. Bana kendimi salak gibi hissettiren ne AKP ne kemalizm. Bana kendimi salak gibi hissettirenler işte bu eski solcu yeni RTE'ci takımı ve haliyle onlara sadece küfür hakkım değil, küfür borcum var!





+Herif ateist. RTE öyle diyor diye o da "hocaefendi" diye yaltaklanıyordu Gülen'e. Bugün baktım "casus" diyor. Şimdi ben küfretmeden nasıl sakinleşeyim? "Sana ne aq çocuğu, senin kavgan mı bu kavga" diyeceğim, ama belli ki onun kavgasıymış. Asıl kendimin aq, bu saate kadar anlamadım.





17) Bu süreçten, bu tartışmalardan bir gün aklımda tek bir şey kalacaksa o da şu olur: Birileri, cemaatin zavallı RTE’yi mağdur ettiğini düşünebilen birileri, daha önce AKP’ye oy vermemiş ama bu ses kayıtları komplosundan etkilenen çok sayıda seçmenin bu “haksızlığı” protesto maksadıynanbu kez AKP’ye oy vereceğini yazabildi. Palavraya bak. Hayal gücüne bak. Yukarıda, 14’te dediğim gibi, AKP’nin oy oranını merak bile etmiyorum. Hatta bu yazıyı internetim kesikken, alelacele, seçim öncesinde yayınlamam da bundan. Yani AKP’nin oyu düştü veya yükseldi diye bunları yazdığım sanılmasın diye. Anket haberlerine tıklamadım. “AKP’ye yapılan haksızlık” çok fantastik. Daha önce AKP’ye oy vermemiş ve fekat zavallı RTE’ye yapılan bu haksızlığı protesto için AKP’ye oy verecek insan varsa tanımak, incelemek, bir-iki soru sormak, haksızlık ve protesto konularında kendisinden feyz almak isterdim.





+ Çevremde var, “herşeye rağmen” AKP’ye oy verecek olan. Ama “RTE’ye alçakça saldırıyorlar, o da yiğitçe ve kahramanca direniyor; inadına oy vermek lazım” filan demiyorlar. (Bu nasıl bir fantazidir Allahım halen gülüyorum. On yıl lan on yıl. On yılllık başbakana nerenizden baktınız ki bunu görebildiniz). Hatta “RTE hırsız değil” de demiyorlar; “hepsi hırsız, RTE de hırsız” diyorlar. “Kim çalmıyor ki? O da çalsa ne olur?” diyorlar. Seçimi zaten hırsızlar arasında yaptıklarına inanıyorlar. Dine koysam almıyor, ahlâka koysam sığmıyor. Siz de bu seçimin sonunda AKP birinci parti oldu diye, haklı çıktık diye sevineceksiniz. Çekeceğim fotoğrafınızı. Dilerim siz sonradan olma, dolaylı ve dolambaçlı ve yavşak sağcılar, dolaysız ve deneyimli sağcılarla el ele vererek yol açtığınız bunca çürümenin bedelini öte âleme kalmadan, bu hayatta ödersiniz; biz de dünya gözüyle görürüz. O gün geldiğinde “Bennn hiçbir zamannn...” diye başlayacak savunmalarınızı anında çürütmek için ben ve muhteşem hafızam burada olacağız...






Adlarını da listeleyecektim ama şimdi baktım çok küfürlü konuşmuşum, vazgeçtim liste vermekten. Hadi bismillah, silmeye başlıyorum...





Okuma Parçası: 22 Temmuz 2007 seçimlerinin ertesi günü yazdığım şu yazıyı okumadıysanız okuyun. Diğer yazılarıma kıyasla kısa bir yazı sayılır. O sıralarda politik bir site olmamakla birlikte kemalistlerin, ulusalcıların ağırlıkta olduğu derKi.com’da yazıyordum. Sadece derKi yazarlarının üye olabildiği ve 100 civarında üyesi bulunan yazışma grubunda ateşli tartışmalar yürütüyorduk ve ben tek başımaydım. Yazının dili onlara, derKi yazarlarına hitap eden bir dil. Okuyun bakalım, AKP’yi savunurken AKP’li miymişim. Okuyun bakalım, askerî vesayet kalkınca buralar hep cennet olacak, reis şahane bir insan filan mı demişim.http://mehmetordekci.wordpress.com/2007/08/08/onumuzdeki-asil-tehlike-cezayir-olmak-2/