Müzik

30 Nisan 2016 Cumartesi

Başarı Baskısı


Kimliklerimizi sarsılmaz ve harici baskılardan ziyadesiyle azade görme eğilimindeyiz. Ancak onlarca yıllık araştırmanın ve terapi deneyiminin ardından, ekonomik değişimin yalnız değerlerimizin değil kişiliklerimizin üzerinde de büyük etkisi olduğuna kanaat getirdim. Aman vermez “başarı” baskısı normatif hale geldikçe neoliberalizmin* otuz yılı, serbest piyasa güçleri ve özelleştirme büyük kayıplara sebep oldu. Bunu şüpheyle okuyorsanız, size şöyle basit bir ifadeyle açıklayayım: meritokratik (liyakata dayalı)** neoliberalizm belirli kişilik niteliklerini onaylar, diğerlerini de cezalandırır.

Artık bir kariyer yapabilmek için belirli karakter özellikleri gerekiyor. İlki, kendini ifade etme becerisi, amacı da olabildiğince fazla insanın beğenisini kazanmak. Temas yüzeysel olabilir, ancak bu günümüzdeki insanlar arasındaki etkileşimin çoğuna uygun düştüğü için fark edilmez bile.

Neoliberalizm belirli kişilik niteliklerini onaylar, diğerlerini de cezalandırır.

Kendi yeteneklerinizi övebildiğiniz kadar övmek önemli – çok fazla insan tanıyorsunuz, yığınla tecrübeye sahipsiniz ve yakın zamanda büyük bir proje tamamladınız. Sonra insanlar bunların daha çok havacıva olduğunu anlayacaklar, ama daha önce kandırıldıkları gerçeği başka bir kişilik özelliğine dikkat çekiyor: ikna edici bir şekilde yalan söyleyebiliyorsunuz, pek de suçluluk duymuyorsunuz. Bu yüzden asla kendi davranışlarınızın sorumluluğunu üstlenmiyorsunuz.

Üstüne üstlük, esnek ve fevrisiniz, her zaman yeni uyarıcılar ve mücadeleler için fırsat kolluyorsunuz. Pratikte tehlikeli davranışlara neden olabilir, ama aldırmayın, yaraları saracak olan siz olmayacaksınız. Bu listenin ilham kaynağı mı? Günümüzde psikopati konusunda en tanınmış uzman olan Robert Hare’in psikopati kontrol listesi.

Bu tasvir, elbette aşırıya kaçan bir karikatür. Yine de makro-sosyal seviyedeki finansal kriz (örneğin Eurozone ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklar) neoliberal meritokrasinin insanları ne hâle getirdiğinin bir resmi. Dayanışma pahalı bir lükse dönüşüp geçici ittifaklara neden olurken, zihinlerin asıl meşgalesi daima vaziyetten rakibinize göre daha fazla kâr çıkarabilmek. İşletmelere ve şirketlere olan duygusal bağlılık gibi, çalışma arkadaşları arasındaki bağlar da zayıflıyor.

Zorbalık vaktiyle yalnız okullarda olurdu, artık işyerlerinin de ortak özelliklerinden biri. Bu, hüsranı zayıf olanın üzerine boca ederek etkisizce dışa vurmanın tipik bir belirtisi – psikolojide yönlendirilmiş saldırganlık olarak bilinir. Performans kaygısından tutun da tehdit oluşturan ötekinin yarattığı daha geniş sosyal fobilere kadar derinlere itilmiş bir korku hissi var.

İş yerindeki aralıksız değerlendirmeler bağımsızlığın azalmasına ve sıklıkla değişen harici normlara bağımlılığın artmasına neden oluyor. Bu da sosyologRichard Sennett’in yerinde tanımıyla “çalışanların çocuklaşması” olarak sonuçlanıyor. Yetişkinler çocuk gibi feveran ediyor, ufak tefek şeyleri kıskanıyor (yeni bir ofis koltuğu aldı, ben almadım), beyaz yalanlar söylüyor, üç kağıda başvuruyor, başkalarının düşüşüyle keyifleniyor ve küçük intikam duyguları besliyorlar. Bunlar, insanların bağımsız düşünmesini engelleyen ve çalışanlara yetişkin gibi davranmayı beceremeyen bir sistemin eseri.

Oysa daha önemlisi, insanların özsaygılarının uğradığı hasar. Hegel’den Lacan’a filozofların da açıkladığı gibi, özsaygı daha çok başkalarının bizi onaylamasına bağlıdır. Bugünlerde çalışanların esas sorusunun “Bana kim ihtiyaç duyuyor?” olduğunu fark ettiğinde, Sennett de benzer bir sonuca varıyor. Sayısı giderek artan insanlar için cevap: hiç kimse.

Toplumumuz sürekli olarak yeterince gayret ederlerse herkesin başarılı olabileceğini ilan ediyor, bir yandan da imtiyazları destekliyor, iyice gerilmiş ve bitkin düşmüş yurttaşlara giderek artan oranda baskı uyguluyor. Giderek artan sayıda insan başarısız oluyor, aşağılanmış, suçlu ve mahcup hissediyor. Bize daima hayatımızın yönün belirmekte eskisinden çok daha özgür olduğumuz söyleniyor, oysa başarı anlatısına uymayan bir seçim yapmak için yeterince özgür değiliz. Dahası, başarısız olanlar sosyal güvenlik sistemimizi istismar eden “kaybedenler” ve “beleşçiler” olarak görülüyorlar.

“Hiç bu kadar özgür olmamıştık. Hiç bu kadar aciz hissetmemiştik.”

Neoliberal meritokrasi bizi başarının kişisel gayrete ve yeteneklere bağlı olduğuna inandırdı, bu da sorumluğun yalnızca bireye ait olduğu ve bu hedefe ulaşmak için yetkililerin insanlara olabildiğince özgürlük tanımaları gerektiği anlamına geliyor. Sınırsız seçim özgürlüğü masalına inananlar için özerklik ve özyönetim en önde gelen politik bildirilerdir, bilhassa özgürlük vaat ediyormuş gibi görünüyorlarsa. Mükemmelleştirilebilir birey düşüncesiyle beraber Batı’da sahip olduğumuza inandığımız özgürlük günümüzün ve çağımızın en büyük yalanı.

Sosyolog Zygmunt Bauman çağımızın paradoksunu kısaca şöyle özetledi: “Hiç bu kadar özgür olmamıştık. Hiç bu kadar aciz hissetmemiştik.” Dini eleştirebilmemiz, seks konusunda “bırakınız yapsınlar” anlayışından faydalanabilmemiz ve dilediğimiz siyasi akımı destekleyebilmemiz açısından gerçekten de öncesine göre daha özgürüz. Tüm bunları yapabiliyoruz çünkü artık ehemmiyetleri yok – böylesi özgürlük kayıtsızlığa yol açıyor. Öte yandan, gündelik hayatlarımız da Kafka’yı çaresiz bırakabilecek bir bürokrasiyle sürekli bir mücadeleye dönüştü. Ekmekteki tuz oranından şehirde kümes hayvanları yetiştiriciliğine kadar her şeyin bir yönetmeliği var.

Sahip olduğumuzu sandığımız özgürlük tek koşula bağlı: başarılı olmak zorundayız, yani kendimizi “geliştirmeliyiz”. Örnekler için uzaklara bakmanıza gerek yok. Ebeveynliği kariyerinin önüne koyan yetenekli bir kişi eleştiriye maruz kalıyor. İyi bir işe sahipken başka şeylere zaman ayırabilmek için terfiyi reddeden bir kişi aptal olarak görülüyor – o başka şeyler başarıyı garantilemeyecekse. Ebeveynleri, ilkokul öğretmeni olmak isteyen genç bir kadına ekonomi alanında yüksek lisans ile başlamasını salık veriyor – bir ilkokul öğretmeni mi, ne düşünüyor olabilir ki?

Kültürümüzdeki kaideleri ve değerleri güya yitirdiğimize dair bitmek bilmeyen ağıtlar yakılıyor. Yine de bu kaideler ve değerler kişiliğimizin olmazsa olmaz bir parçasını oluşturuyor. Dolayısıyla kaybolamazlar, sadece değişirler. Olan da tam olarak bu: değişen bir ekonomi değişen ahlak kurallarını yansıtıyor ve değişen kimliklere yol açıyor. Mevcut ekonomik sistem, içimizdeki en kötüyü ortaya çıkarıyor.

* Bu yazı, Paul Verhaeghe’nin theguardian.com’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

*Neoliberalizm, ekonominin devlet işlerinden ayrılmasını ve piyasayı özel teşebbüsün yönetmesi gerekliliğini savunan bir düşünce akımıdır. Rekabetin piyasayı yönetmesi gerektiğini söyler.

**Meritokrasi, toplumsal hiyerarşide ancak liyakata sahip yani kendisine iş verilmeye uygunluğu kanıtlanmış insanların yükseleceklerini, toplumsal kaynakların, mükafatların dağılımının kişinin yeteneğine ve bilgisine göre gerçekleşeceğini ifade eder.



Annemin Şarkısı



Erol Mintaş 51. Altın Portakal Film Festivali'nden En İyi İlk Film ödülüyle döndü.

Ödül Konuşması: "Festivala çok karmaşık duygular içinde geldik, gelmeyen arkadaşlarımızın da burada olmasını isterdik. Ertem hoca dedi ki 94'ten sonra Türkiye sineması diyorlar, evet çünkü biz 2000'lerden sonra yeni bir Türkiye'nin hayalini kuruyoruz. Bundan sonra ısrarla Türkiye sineması diyeceğiz. Hoşgörülü topraklarda olduğumuzu biliyoruz, ama hoşgörü, eleştirinin önünü kesmek anlamına gelmemeli. Ayrıca biz buraya gelirken, sınırın hemen yanı başında kendi kardeşlerimiz amansız bir savaşın içinde. Kalbimiz orada. Onların yeri kalbimizin üzerinde. İnşallah güzel günlerde buluşacağız."


Başar Ünder Annemin Şarkısı'yla 51. Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Müzik ödülünü kazandı.

Ödül Konuşması: "Bu ödülü 10 gün önce aramızdan ayrılan sevgili babam Saffet Ünder anısına kabul ediyorum."


Feyyaz Duman, 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü Serkan Keskin'le paylaştı.

Ödül konuşması:
"Ödülümü maalesef artık bir çoğu aramızda olmayan,sığındıkları Şengal dağında yazın 45-50 derece sıcağında dünyanın en acımasız ölüm şekli olan susuzluktan ölüme terkedilen bütün Şengalli çocuklara adıyorum."


"Annemin Şarkısı" filmiyle Aziz Çapkurt, 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü kazandı!

Ödül konuşmasında "Aslında tek bir sahnem vardı çok şaşırdım" diyen Çapkurt, bir arada, eşit, adil ve özgür bir şekilde yaşamanın mümkün olduğunu dile getirdi. Çapkurt, "Bugün Kobani'de birçok halk ve inanç, kendi özgürce geleceklerini inşa etmek için mücadele ediyor. O yüzden Kobani, coğrafyada bir isim değil sadece, aynı zamanda bir fikir ve fikirler düşmez. Hepinizi dünyalı ve Türkiyeli bir sinemacı olarak selamlıyorum


Sarajevo Film Festival 2014


                    SARAYBOSNA FİLM FESTİVALİ EN İYİ FİLM ANNEMİN ŞARKISI

5 Temmuz 2015 Pazar

Eleni & Alexis - Ağlayan Çayır


Sana ihanet edeceğimi düşündün mü ,doğru söyle düşündün mü ?
Evet . .

Alexsis Eleni'yi bırakır ve gider . Halbuki bir müzik adamına akaordion çalarkan Amerika hayalini duyan Eleni'ye onu bırakmayacağını söylemişti. . Zaman söylediğimiz herşeyi yer ile yeksan edecek güçteydi ve kurtuluş umudu ile Alexsis Amerika'ya gider. Filmin de nehirler ve trenler ayrılığı ne kadar simgeliyorsa beyaz çarşaflar umudu o kadar simgeliyordu . . Eleni yavaş yavaş kaybediyordu o kadar güzel kaybediyordu ki sevdiğine kaçan , sevdiğiyle koşan , dans eden ayakları artık zamana yenik düşer . . 

Gardiyan !
Gardiyan !
Suçum yok !
Bir devrimciye yataklık etmekten buradayım !
Gardiyan !
Suçum yok !
Sabunum yok !
Çocuklarıma yazacak kağıdım yok !

Theodoros Angelopoulos
2004

https://www.youtube.com/watch?v=LKg0-0Ies8Y


11 Kasım 2014 Salı

Hem Keser Hem Dikeriz Çün Biz Dövletiz !



Soma’nın Yırca köyünde 6 bin zeytin ağacının sökülmesi sonrası Danıştay’dan gelen yürütme durdurma kararından güç alan köylüler, alandaki tel örgüleri kaldırarak sökülen ağaçların yerine ilk fidanı dikti.


Fotoğraf: @yircakoyu

Yemeklerin yapıldığı, lokmaların döküldüğü alanda konuşan Yırca Köyü muhtarı Mustafa Akın,“Sökülen 6 bin zeyin ağacı yerine 16 bin fidan dikeceğiz” dedi.


Fotoğraf: Nur Banu Kocaaslan/Diken

Yargı sürecinin devamına karşın Kolin’in hukuksuzca ağaçlarını kesmesine direnen, bu nedenle de özel güvenlikten dayak yiyen, kelepçelenen, gaz saldırısına maruz kalan köylüler Danıştay 6’ncı Dairesi’nin termik santral yapımı için acele kamulaştırma kararının yürütmesini durduran kararı sonrası harekete geçti.


Fotoğraf: DHA

Sabah saatlerinde, ağaç katliamının yaşandığı alanı çevreleyen tel örgüleri mahkeme kararına uyarak el birliğiyle kaldıran Yırcalılar, burada yemekler hazırlayıp, lokma döktü.


Fotoğraf: @yircakoyu

Daha sonra binlerce ağacın söküldüğü alana ilk fidanı diken ve ‘can suyu’nu veren köylüler geniş katılımlı bir forum gerçekleştirdi.


Fotoğraf: Nur Banu Kocaaslan/Diken

Forumdaki konuşmalarda termik santrale karşı olunduğu bir kez daha vurgulandı.


Fotoğraf: @yircakoyu

Yırca Köyü muhtarı Mustafa Akın da sökülen çoğu 80 yıllık 6 bin zeytin ağacının yerine 16 bin fidan dikeceklerini kaydetti.

Fotoğraf: Nur Banu Kocaaslan/Diken

Alanda katliamdan sağ kurtulmayı başarmış bir zeytin ağacı ‘dilek ağacı’ haline getirildi.


Fotoğraf: @yircakoyu

Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararının ardından Kolin şirketi görevlileri kalan eşyalarını almak için alana jandarma koruması altında geldi.


Fotoğraf: @yircakoyu

Kapitalizm mi Vahşi Siz mi ?


Kolin şirketinin termik santral uğruna Soma’nın Yırca köyünde 6 bin zeytin ağacını kestiği doğa katliamını değerlendiren Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, “Çevreyi vahşi kapitalizmin kurallarına terk edemeyiz” dedi. Kolin’in açıklamasında ise süreç boyunca gerçekleştirilen tüm ‘işlemler’in bizzat hükümetin onayından geçtiği görülüyor.
‘Çevreyi vahşi kapitalizmin kurallarına terk edemeyiz’



Hürriyet gazetesinden Deniz Zeyrek’e konuşan Kurtulmuş, Yırca’da yaşananlara ilişkin bir soruya,“Santrallara ihtiyacımız var ama zeytin de zor yetişir” yanıtını verirken, çevre ile kalkınma arasında bir yol bulmak gerektiğini savundu. Çevreyi kontrolsüz şekilde bozacak projelerin hayata geçirilmemesi gerektiğini vurgulayan Kurtulmuş, “Çevreyi vahşi kapitalizmin kurallarına terk edemeyiz” diye konuştu.

Yırca’daki katliamı gerçekleştirilen Kolin Grubu’nun dünkü açıklamasında ise şirketin Yırca’ya uzanan yolunu, hükümetin aldığı kararlarla bizzat döşediği görülüyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ÇED olumlu belgesi verdi


Fotoğraflar: DHA

Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu’nun (TKİ) 28 Ağustos 2012’de düzenlediği termik santral ihalesini kazanan şirket, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’ndan (EPDK) ön lisans belgesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan ise ÇED olumlu belgesi almış.
Enerji Bakanlığı ‘kamu yararı’nı onayladı



Projeye ilişkin EPDK tarafından 26 Aralık 2013 tarihinde verilen ‘kamu yararı’ kararı 13 Ocak 2014 tarihinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından onaylanmış.
Bakanlar Kurulu ‘acele kamulaştırma’ kararı aldı


Bakanlar Kurulu’nun 6 bin ağacın kesildiği alana ilişkin 21 Nisan 2014’te aldığı acele kamulaştırma kararı 10 Mayıs 2014 tarihli Resmi Gazete’de de yayımlanmış.

Söz konusu kararın ardından zeytin ağaçlarının bulunduğu araziye ilişkin tahliye emri ise Hazine adına Soma İcra Müdürlüğü tarafından gönderilmiş.

Zeytine Yemin Olsun !



Durumu romantize etmekten kaçınmaya çalışarak bakmaya çalışıyorum ama yine de, Nuri Pakdil'in, insan seni savunuyorum sana karşı demesi gibi Soma, Yırca köylülerinin zeytinleri müdafası. Aslında bir yerde Pakdil'in ifadesine zeytinleri ekleyip, onu genişleterek yaşıyorlar. Lokal bir direniş olması ayrıca kıymetli. Bunun farkındalar ya da değiller. Belki farkında olmadan, en sahicisinden bir can havliyle adım atmalarındaki basitlik ve temiz niyettir STK'larımızda olmayıp da onlarda olan. 6000 ağaç katledilmiş olsa da bu böyle.

Kesilmiş, parçalanmış uzuvlarını yerlerde gördüğüm, üzerlerinde hala kara kara sayısız taneleri duran zeytin ağaçlarına ve onlar için kan parasını istemiyoruz diye ayaklanan köylülere bakınca, yutkunup düşündüğüm çok şey oldu. Çoğunu yazamayacağım ama en çok baskın gelenlerden biri de; nefs-i müdafa hakkı neden insanla insan arasında sınırlı ki diye hayıflanmamdı. Hopkins'in oynadığı İçgüdü filminde, zamanla bir goril sürüsüyle dost olan, aileye kabul edilen bir Antrpoloğun gorilleri öldüren avcılara saldırıp bazılarını yaralayıp can havliyle öldürmesi üzerine kurulu tartışmalar yer alıyordu. Hopkins'inki bir nevi nefsi-i müdafa, haneye tecavüze karşılık vermekti ormanda. Ölümler olmasın elbette ama filmin vurgulamaya çalıştığı meram anlaşılıyordur sanırım.

İnsan bir yerden sonra anlamakta güçlük çekiyor kendi cinsini. Uzun vadede kendi bencilliğini bile kollayamayacak denli hırsla körleşip kendi yarınına, kendi topuğuna bile nasıl bu kadar hoyratça sıkabilir hazmetmek çok zor. Hadi "ötekileri" geçtim, kendi çocuğun, torunun da yarın el birliğiyle fesada uğrattığımız dünyada soluyacak... Bunu nereye koyuyorlar merak ediyor insan. Gerçi iktidar hırsı, güç tapıcılığı kavmiyetçilikten bile ağır basan bir mevzu. O eşiği aş(a)mayanlar için algılaması bir yerden sonra hayli çetrefilli bir melese. Yoksa insan nasıl bu kadar hunharca tahrip eder ki elinin uzandıklarını.

Tüm bunlar zihnimde dolanırken rahmetli dedemi anımsadım. O hayatını da, tütün yapraklarıyla beraber iğnelere dizip, dizip aynalara asa asa kurutan arif insanı. Bursa'da 10 yaşıma dek kerpiç evin avlusundaki su tulumbasından bedenimle beraber ruhuma da serin sular içirdiğim o incir, leylak, iğde ağaçlarıyla bazeli mekanın omurgası dedemi. Eskiden ayazmanın önündeki toprak yoldan çay geçermiş. Çay ve derelere yetişemesem de arka bahçenin ardındaki kırlar o vakitler hala gelncik tarlasıydı. Üzeri asfalt kaplanmadan önce topladığımız gelinciklerden ninemle beraber şerbet yapardık. Neyse güya nostaljiye kaçmayacaktım. Çay geçermiş demiştim. Çay kumu nedir bilmeyen bir çocukken, yeri hayli derince kazıp çıkan çay kumlarının içindeki sarı yaldızlı tanecikleri altın sanıp sevinçle teker teker kibrit kutusunda topladığım, kuzenlerimle çarşıya gidip nineme hediye alma hayali kurduğumu anımsamışken yazmasam olmaz. Sonra saçak altından seslenen ninem; "ebe gızanlarım bunlar altın değil çay kumu" diye gülüvermişti halimize.

Bu hatıra şuracıkta duradursun, ben aslında dedemden bahsedecektim. Dedeme dair anımsadığım şeylerden biri; ard arda birkaç dönem muhtarlık yaptığı halde hayatı boyunca devletin sigortası ve emekliliği kabul etmeyen, kullanmayan garip bir tarım işçisi olduğuydu. Zaten mübadelen sonra Bursa'da ailesine uygun görülen soysimi de "İşçi" olmuş. Teyzelerimle beraber 3 kuşak tütün işçiliğiyle geçen bir ömür. Sonradan öğrendim ki, şimdilerde kuruyan, bahçedeki tulumbanın gürül gürül akmasını çocukluğumda bir yerde ona borçluymuşuz. Sebebine ve içeriğine çok fazla aşina olmasam da, devletin köyün toprak altı sularına sondaj vurması ve benzer sebeplerle Soma'daki gibi toprakları işgal etmesine karşı muhtarlığı sırasında ahaliyi ayaklandırıp tırpanlar ve tarelerle yolları kesmişler. Bizimkilerin dediğine göre yine de görevli güçler Demirtaş tarafından dolanıp kaynak sularının canına okumuşlar bir şekilde. Ninem, eskiden çapalayıp bıraktığımız yerleri ertesi gün yer altı suyunun bereketiyle yumuşamış, toprağı resmen bağrından su fışkırmış bulurduk, şimdi kaz bakalım iki karış altında beton tozlarını bulursun, derdi daha bizim köy kapitalizmle bu kadar kendini kaybedip köylükten çıkmadan evvel. Evet, dedemin eline tırpanını alıp komşularıyla sistemin karşısına dikilmesi belki bahçedeki su tulumbasının kurumasını az biraz geciktirmekten başka bir "başarıyı" doğurmasa da ona minnettarım. Onun bana aktarılan sözlü ya da sözsüz bu duruşu, topraktan, sudan ve fidanlardan yana olan tavrı sebebiyle ben bugün katledilen ağaçlara dair sahici bir acı duyabiliyorum. Onun bu samimi ve vakur duruşunun izi bana bu satırları yazdırıyor. Bu yüzden demem o ki, evet belki Yırça köylülerinin can havliyle sergiledikleri duruş 6000 ağacın öldürülmesine mani olamasa da, umarım evlatlarına, torunlarına bir aşı olur.

Dedemin ve arkadaşlarının direnişi evet toprak altı sularını kurtarmaya yetmedi. Ama bahçemizde Yusufçuk kuşlarının tünediği o güzelim incir, iğde, ceviz, nar, ayva ağaçlarını benim ömrüme uladı. Dediğim gibi, o hikaye benim içimde bir incir ağacı dikti ki şimdi katledilen zeytin ağaçlarına dair büyük bir sızı hissedebiliyorum. O yüzden, o ayaklanan köylüler o ağaçları kurtaramasa da, bir umuttur yarına dair. Onların çocuklarına, torunlarına dair... Evet, oturup çocuklarına, torunlarına neden para istemiyoruz diye haykırdıklarını anlatmaları umuttur. Olanlara göz yumduktan sonra, "Bakanlar" kapitalizme müsade etmeyeceğiz diye ekranlardan utanmadan höykürürken... Zeytine yemin olsun bu böyledir!

Ak Saray İçin 9 Soru


Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği arazisine inşa edilen yeni ‘saray’ı, ilk günden bu yana hukuksuzlukları, maliyeti ve mimarisiyle sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada ilgi çekmeye devam ediyor. Peki inşaat süresinde ihlal edilen mahkeme kararları neydi, ‘saray‘ ne kadara mal oldu, adı neden ‘Ak Saray‘ kaldı, dünyadaki ‘benzer‘ ya da benzemeyen örnekler ne?


1- ‘Ak Saray projesi nasıl ortaya çıktı, nerede inşa edildi?

Bakanlar Kurulu 2012 yılında ‘Başbakanlık Hizmet Binası’ yapımı amacıyla Gazi Yerleşkesi arazisini ‘Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje Alanı’ ilan etti. Ardından da Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara Büyükşehir Belediyesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, Orman Bakanlığı ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun işbirliğiyle, ‘Ak Saray’ olarak bilinen projenin inşaatı başlatıldı.

‘Ak Saray’, Ankara’nın en büyük ve en önemli kentsel yeşil alanı olarak kabul edilen Atatürk Orman Çiftliği arazisinde inşa edildi.


Fotoğraf: aoc.gov.tr

1937 yılında Atatürk’ün vasiyetiyle devlete emanet edilen Atatürk Orman Çiftliği, 1950’de çıkarılan bir yasayla resmi statüsüne kavuştu. 1950’den sonra çeşitli kurum ve kuruluşlara tahsis ve satış yapılarak amaçları dışında parça parça küçültülen AOÇ, 1992’de ‘Doğal ve Tarihi Sit Alanı’ ilan edilerek koruma altına alındı.

Mimarlar Odası’na göre AOÇ’deki yapılaşma süreci, 2006’da yapılan yasal düzenlemelerle Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne verilen yetkiye dayanarak hazırlanan Nazım İmar Planı ile başladı.

2011 yılında AOÇ’nin ‘1’inci Derece Doğal ve Tarihi Sit’ alanı statüsü ‘3’üncü Derece Doğal Sit’alanına dönüştürüldü ve ‘Tarihi Sit’ statüsü kaldırıldı. Aynı yıl çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile çiftlik arazisinin parçalanarak ya da tamamının adalet hizmetlerinde veya Bakanlar Kurulu’nca belirlenecek kamu hizmetlerinde kullanılması için bedelsiz olarak hazineye devredilebilmesinin önü açıldı.



Sayıştay’ın hazırladığı AOÇ Müdürlüğü 2012 raporunda, çiftlikte toplam 33 bin 256 dekar orman bulunduğu tespit edildi. Bu rakam 87 yıl önce, yani 1925 yılında toplam 55 bin 540 dekardı. Buna göre, toplam çiftlik arazisinin yüzde 40’ı yok edildi. En önemli sebebin yol açma olduğu belirtiliyor.
2- ‘Ak Saray’ için hukuki süreç nasıl işledi?

AOÇ’deki söz konusu arazi ve projeyle ilgili iki kez durdurma kararı verildi. Önce Ankara 11’inci İdare Mahkemesi de AOÇ’deki yedi hektarlık alanı sit statüsünden çıkaran Tabiat Varlıkları Bölge Komisyonu kararının yürütmesini durdurdu.

Ardından Ankara 5’inci İdare Mahkemesi, AOÇ’deki 33 bin 500 dekarlık alanda yapılan AOÇ Nazım İmar Planı ve 1’inci Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ile Ulaşım Uygulama Projesi’nin yürütmesini durdurdu.

Dava için hazırlanan bilirkişi raporunda,“Herhangi bir alanda inşa edilebilecek bir kamu yapısının kültür ve tabiat varlıklarının sürdürülmesinden daha önemli bir kamu yararı barındırdığı kolaylıkla savunulamaz. Bu ölçüt herhangi bir alanda inşa edilebilecek kamu yapısının kullanım ihtiyaçlarıyla karşılanabilir gözükmemektedir” ifadeleri yer almıştı.

Ankara Barosu, mahkemenin durdurma kararlarına rağmen Ankara Atatürk Orman Çiftliği’nde inşası süren ‘Ak Saray’ ve AnkaPark için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. TOKİ, ‘Ak Saray’ın iskan belgesini soran Mimarlar Odası Ankara Şubesi’ne, söz konusu bilginin ‘devlet sırrı’ kapsamında olduğu gerekçesiyle olumsuz yanıt verdi.



Erdoğan, ‘Ak Saray’ için yıkım kararı veren yargıya‘Güçleri yetiyorsa yıksınlar‘ diye çıkışmış, daha sonra da, “Neyi durduruyorsun? Her şey bitmiş, her şey yolunda. Sizin aklınız sonradan mı başınıza geliyor?” demişti.
3- ‘Ak Saray’ ne kadara mal oldu?

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, ‘Ak Saray’ın maliyetini 1 milyar 370 milyon TL olarak açıkladı. Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nun 5 Kasım tarihli toplantısında konuşan Şimşek, şu an dek 964 milyon TL harcanan ‘Ak Saray’ın toplam 1 milyar 370 milyon TL’ye mal olacağını kaydetti.

Erdoğan da Türkmenistan dönüşünde yeni jetinde gazetecilere yaptığı açıklamada, ”Maliyet konusunda 750-800 milyon dolar gibi rakamlardan bahsedenler var. Bu kesinlikle doğru değil. Maliyet 500 milyon dolar civarında” dedi.


Fotoğraf: DHA

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan ise 21 Mayıs tarihli basın toplantısında sarayın maliyeti hakkında şu bilgileri paylaşmıştı:

“Bütün kolonlar çelik konstrüksiyon üzerine ‘yeşil granit’ kaplama yapılmış. Bu granitlerin işlemesiz durumda 1 m² maliyeti 200 USD, işlemeli olunca maliyet artıyor. Sadece 1 metrekaresinin maliyeti 16 maden işçisinin bir günlük ücretine bedel. Antalya’dan gelen Limra taşının 1 m ² maliyeti 120 USD ile 200 USD arasında değişiyor. Bunlar çelik uçlu matkaplarla işleniyor. İşlemeyle birlikte 250 USD.”
4- Adı neden ‘Ak Saray’ kaldı?



Binanın resmi adı ‘Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ olsa da, halk arasında ‘Ak Saray’ olarak anılıyor. İlk olarak başbakanlık sarayı olarak tasarlanan ancak Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi ihtimali nedeniyle de ismi uzun süre açıklanmayan konuta ‘Ak Saray‘ adını ‘koyan‘ kişi, Başbakan Ahmet Davutoğlu.

Davutoğlu, ağustos başında TRT’de katıldığı canlı yayında, konuttan ‘AK Saray‘ olarak bahsetmişti: ”… İster Çankaya olsun ister yeni Ak Saray karşılaştırmaları etrafında olsun. Yeni Türkiye’nin çerçevesini kongrede 9 maddede ifade ettim” diye konuşmuştu.

Binanın resmi adının ‘Cumhurbaşkanlığı Sarayı’olduğu, Ermenek’teki maden faciası nedeniyle iptal edilen Cumhurbaşkanlığı resepsiyonunun davetiyelerinden öğrenilmişti.
5- ‘Ak Saray’ nasıl tanıtıldı ?



29 Ekim’deki açılışı Ermenek faciası nedeniyle ertelenen ‘Ak Saray’ için hazırlanan tanıtım filmi sosyal medyada ilk kez 27 Ekim’de yayınlandı. İstiklal Marşı’nın farklı bir melodiyle seslendirildiği, Dr. Ramazan Uçar imzalı ‘mehter‘versiyonunun fon müziği olarak kullanıldığı videoda, uçan kamera çekimleri ve hareketli bir kurgu tercih edilmiş.

Seçimlere yetiştirilmek için aceleyle yapıldığı bilinen inşaatın tanıtım filmi de ‘aceleye gelmiş’. Yaklaşık bir buçuk dakika süren videodaki kimi sahnelerde ‘Ak Saray’ın tam ortasında bir ‘tanker’göze çarpıyor.

Tanıtım filminde ihtişamına vurgu yapılan ‘Ak Saray’ın neredeyse bir mahalleyi aydınlatacak kadar iyi ışıklandırıldığı dikkat çekiyor.

Ancak 3 Mart 2014 gecesi saray inşaatında hayatını kaybeden 28 yaşındaki Savaş Oğuz adlı işçinin ölümüne ilişkin bilirkişi raporunda, gece çalışması için gerekli aydınlatmanın yapılmamış olması ihmaller arasında sıralanıyordu.
6- ‘Saray’ın mimari özellikleri ne?



Binada ‘Selçuklu mimarisinin modernize edildiği’ savunulurken, Mimar Şefik Birkiye de ‘Türk motiflerinden esinlenip modernleştirip kendi stillerine uydurup bir senfoni gibi her tarafa yaydık‘’ demişti. Erdoğan’ın kendisi de, son olarak mimariden memnun olduğunu şu sözlerle açıkladı:

”Bizim amacımız, tıpkı ecdadımız gibi, ülkemize kalıcı bir eser bırakmak. Projeyle ilgili olarak ben nasıl bir şey istediğimizi söyledim. O da şuydu: Binanın dışında, Ankara’da da izlerini gördüğümüz Selçuklu mimarisi olmalı. İçeride Osmanlı’nın taban tavan arasındaki mesafedeki o rahatlık olmalı. Donanım olarak da modern teknolojinin kullanıldığı akıllı bir bina olmalı. Sağ olsun arkadaşlar, iyi bir iş çıkardılar.”

Ancak Türkiye’nin önde gelen mimarları aynı fikirde görünmüyor. Ülkenin en önemli mimarlarından Nevzat Sayın, ”İktidar, Selçuklu ‘olmak’ istiyor ama aralarında Selçuklu mimarisinin ne olduğunu bilen biri yok… Kaçırdıkları ise şu: Zamanın ruhu diye bir şey var. Bir derede iki kere yıkanamazsın” görüşünde. Sayın, Ak Saray için şunları söyledi:

”AK Saray, kafası karışık, ne yapacağını bilemeyen, geriye doğru bakmayı bilmeyen, geriye doğru baktığında bulabileceği şeylerin sayısı hakkında bile bir fikri olmayan, ileri doğru bakışı tıkalı, arada bir yerde kalmış bir adamı yansıtıyor.”

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, Saray hakkında şu değerlendirmede bulunmuştu: “Merdivenleri Dolmabahçe Sarayı’nın merdivenlerinden, seyir terası Topkapı Sarayı’ndan özentidir. Anıtkabir’in önündeki meydandan daha büyük bir hitabet meydanı ve bin odalık sarayın büyük kabul salonları var. Cumhuriyet rejiminin yapısı olmadığı ayan beyan ortada”.


Fotoğraf: DHA

Candan son olarak da, binanın kuşbakışı görüntüsü hakkında ”Cumhurbaşkanı kaçak saraya yukarıdan bakması halinde mimari formunun alaturka tuvalet taşına benzediğini görecektir” yorumunu yaptı.
7- Dünya ‘Ak Saray’ı nasıl gördü?

‘Ak Saray’a yönelik eleştiriler Türkiye’yle sınırlı kalmadı. Yeni Cumhurbaşkanlığı konutu, maliyetinin yüksekliği ve inşaat sürecindeki hukuksuzluklar nedeniyle dünya basınında da geniş yankı uyandırdı.

En sert yorum, ABD’nin saygın gazetelerinden New York Times’dan geldi. Erdoğan için hazırlanan diğer konutları da sırayalan gazete, “Bunların hepsi, tek bir adamın çok büyük olan hırslarına hizmet etmek için yapıldı: Recep Tayyip Erdoğan” diye yazdı.

İngiliz özerk yayın kuruluşu BBC de, saraya özel bir video hazırlayarak büyüklüğünü ve yüksek maliyetini eleştirdi.



Almanya’da yayımlanan Der Spiegel ise ‘Ak Saray’dan yola çıkarak şu yorumu yaptı;“Erdoğan, iktidar gücü ve ‘Yeni Türkiye’siyle tarihe geçmek istiyor. Yasalar ve kurallar, Ak Saray’ın yapımında da görüldüğü gibi onu sadece rahatsız ediyor.”

Mısır’ın devlet gazetesi olan El Ahram da ‘Ak Saray’ için ”Bu saray, Erdoğan’ın megalomanisini, mevki ve servet hırsını, kendisi sultanın tahtında otururken Osmanlı’nın emperyal zenginliğini ve ihtişamını canlandırma arzusunu açıkça ortaya koyuyor” yorumunu yaptı.
8- Erdoğan nasıl savundu?


Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yeni konutunu özetle ‘Yeni Türkiye’ye böylesi yakışır’ argümanıyla savunuyor. Erdoğan, konutun ilk başta Başbakanlık binası olarak tasarlandığını, mevcut Başbakanlık konutunun dışında tören yapılacak alan olmadığını da söylüyor:

”Bu bina, ülkemiz için bir ihtiyaçtı. O nedenle yapıldı. Yabancı konukları karşılama törenlerini, caddeyi trafiğe kapatmak suretiyle sokakta yapmak durumunda kalıyorduk. Hem kapalı alanda tören yapma şansımız olacak, hem de açık alanda. Türkiye’ye yaraşan, tüm ihtiyaçlara cevap veren bir bina yapıldı.”

Başbakanlık’tan yapılan açıklamaysa ”Tüm bu imkânların gerçek sahibi sadece millettir. Emanetin kime verileceğine de yine sadece aziz milletimiz karar verecektir” denildi.
9- Diğer ülkelerde ‘benzer’ saraylar var mı?



289 bin metrekarelik alana yayılan Ak Saray hakkında, dünyadaki muadilleriyle karşılaştırıldığında fazla ‘gösterişli’ yorumu yapılıyor. Bazı benzer konutlara dair bilgiler şöyle:

Birleşik Krallık’ta Kraliyet ailesinin ikamet ettiği ve 1837 yılında inşa edilen 775 odalı Buckingham Sarayı, 77 bin metrekarelik bir alanı kaplıyor. Birleşik Krallık’ı yöneten siyasetçiler ise Başbakan David Cameron da dahil, Downing Sokağı’ndaki binalarda yaşıyor.

ABD Başkanlarının konutu olan Beyaz Saray’sa (White House – Beyaz Ev) 1792’de inşa edildi; 132 odalı Beyaz Saray’ın kullanım alanı 5 bin 100 metrekare.

Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ise Paris’in merkezindeki Élysée Sarayı’nda yaşıyor. 1718 yılında inşasına başlanan Saray, 1874’den bu yana cumhurbaşkanlığı konutu olarak kullanılıyor.

Türkmenistan’ın Devlet Başkanlığı Konutu ise Oğuzhan Sarayı. 488 bin metrekarelik bir alana inşa edilen Saray, 250 milyon dolara (yaklaşık 571 milyon TL) mal olmuştu.

Almanya’da 2001 yılında inşa edilen resmi başbakanlık konutundaysa 200 metrekarelik bir alanda hazırlanan iki oda kişisel kullanım için düşünülmüş. Başbakan Angela Merkel ise ailesiyle Berlin’de bir apartman dairesinde yaşıyor.

İntihar Şiir İşçi ve Şair



Aşağıda okuyacağınız şiirler, Çin’in işçi intiharları, iş katliamları ve askeri çalışma disiplini ile dünya çapında lanetli bir şöhret sahibi, toplam 1 milyondan fazla işçinin çalıştığı Foxconn’da, 3 yıl çalıştıktan sonra intihar etmiş Çinli göçmen bir işçi, Xu Linzi’nin evrensel bir değere sahip şiirleridir.

Foxconn fabrikalarında 2010 yılında 18 işçi intihar girişiminde bulundu, 14′ü öldü. Sonraki yıllarda işçi intiharları azalmakla birlikte sürdü. İşçi intiharlarında azalma dev şirket yönetiminin işçi yatakhanelerine dış alt tarafına ağ germek gibi komik önlemlerinden çok 2012 yılından itibaren işçi direnişlerinin yükselmesine bağlıdır. Foxconn işçilerinin ilk direnişleri de tipiktir; topluca fabrikaların çatısına çıkıp toplu intihar girişiminde bulunmak. Fakat bunu, fiili kitle grevleri dalgası ve örgütlenme girişimleri izler. Foxconn işçileri bu çetin direnişler sonucunda 2 kata yakın ücret artışı ve çalışma koşullarında kısmi iyileştirmeler gibi, yalnız Çin işçi sınıfı açısından değil dünya proletaryası açısından önemli kazanımlar elde etmeye başlar. Çinli göçmen işçileri eskisi çalıştıramaz hale gelen Foxconn’un buna yanıtı ise, fabrikaları robotize etmek, bazı fabrikaları mücadelelerin yoğunlaştığı kıyı şeridinden iç bölgelere kaydırmak olur. Foxconn, önümüzdeki 3 yıl içinde çalıştırdığı 1 milyon işçi sayısını yarıya düşürüp fabrikalarında 300 bin robot ve otomasyon sistemlerini devreye sokacağını açıkladı.

Xu Linzi kırsaldan yoksulluk içinde kente, fabrikalara çalışmaya gelen milyonlarca göçmen işçiden biridir. Ama kitaplara, okumaya, sanata, edebiyata, bilime meraklıdır; çoğu göçmen işçinin yaptığı gibi 5-6 yıl herşeye katlanarak bir miktar para biriktirmek için en ağır koşullarda fabrikalarda çalıştıktan sonra, köyüne dönüp evlenip küçük bir ev inşaa etmekten ibaret olan kaderi paylaşmak istemez. Çalışma dışı zamanının tamamını geçirdiği büyük kütüphanelerin, üç kuruşluk ücretinin tamamını yatırdığı büyük kitapçıların olmadığı bir yerde yaşayamayacağını düşünür. 3 yıl montaj hattında ölümüne çalıştığı Shenzen’deki Foxconn fabrikasında, şiir, edebiyat ve gazetecilik çalışmalarına daha fazla zaman ayırabilmek için büro işine geçmeyi umar. Bu umudu gerçekleşmeyince dayanamaz hale geldiği fabrikadaki işini bırakır. Başka şehirlere giderek, sanatsal çalışmalarını sürdürme olanağı olacak farklı işler arar. Tabii bu tür bir iş bulamaz, yeniden umutsuzluğa kapılır, Ekim 2014′te intihar eder.

Xu Linzi’nin ilk şiirleri, 1 milyon işçinin çalıştığı Foxconn’un iç gazetesinde yayınlanır. Burada yayınlanan şiir, öykü, makale, film eleştirileri ona ilk edebiyat ve gazetecilik eğitimi ve heyecanını kazandırır. Fabrika, montaj hattı, göçmen işçilerin çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin eleştirel dozu ve etkisi giderek artan şiirleri sansürlenerek yayınlansa da, Foxconn işçileri arasında büyük bir etki yaratır, elden ele dolaşarak işçiler tarafından yüksek sesle birlikte okunur. Şiir ve sanata olan doğal yeteneği gazete editörlerinin dikkatini çekse ve gazete onsuz çıkamaz hale gelse de, sansür ve şiirlerini gönderdiği sanat dergi ve gazetelerinin bunları yayınlamaması, şiir ve sanatsal çalışmalarına daha fazla zaman ve olanak sağlayacak koşulların olmaması, aşırı duyarlı, içe kapalı ve utangaç işçi gencin umudunu iyice kırar.

Şiire olan olağanüstü doğal yeteneği ile çok çetin koşullarda incelemeye çalıştığı geleneksel ve modern Çin şiiri ve sanatı üzerine çalışmalarından, neoliberal kapitalizmin yıkıcı, ezici çalışma ve yaşam koşullarının deneyimi ile ince sanatsal duyarlığın birleşiminden, yalnızca Çin’de değil dünya çapında benzer koşullardaki yüz milyonlarca işçiyi kucaklayan ve hitap eden, yıkıcı proleterleşme süreçlerinin en çıplak, en yalın, en içerden, en keskin eleştirel, evrensel bir işçi şiiri doğar. “Montaj hattında, on binlerce işçi kağıttaki sözcükler gibi dizilmiş/ “Daha hızlı, acele edin” diye havladığını duyuyorum denetçinin.” diye anlatır yaşadıklarını. “Acılar içinden akarak/nihayet kalemimin ucuna erişiyorum/kağıda kök salarak sağaltmaya çalışıyorum kendimi/benim yazdıklarımı ancak göçmen işçilerin kalpleri anlayabilir” diye paylaşır hislerini. Gençliğinin -henüz 20′lerin başındayken- nasıl solup gittiğini gün gün hissederek haykırır: “Gündüz gece nasıl yerle bir olduğunu seyrediyorum gençliğimin/Preslenmiş, cilalanmış, kalıbına dökülmüş/Birkaç kuruşluk, ücret denilen faturaların.”

Linzi’nin şiirlerini İngilizce çevirisinden (http://libcom.org/blog/xulizhi-foxconn-suicide-poetry) Türkçe’ye çevirmeye çalıştık. Şiirlerin çeviride, hele ki ikinci dilden üçüncü dile çevrilirken estetik değerinden epey şey kaybettiği bilinse de, Linzi’nin bir işçi olarak yaşadıkları kadar bunları ifade etmedeki hem olağanüstü yalınlık hem de sarsıcılığı bu zorluğu aşmamızı kolaylaştırdı. Hele ki seri işçi katliamları furyasının yaşandığı Türkiye işçi sınıfının yeniden oluşum sarsıntılarındaki karşılıklarıyla nasıl doğaçlama biçimde kaynaştığı görüldüğünde, Çince İngilizce Türkçe ve toplumsal-kültürel doku özgüllükleri ne olursa olsun, konuşanın evrensel proletarya olduğunu görmek zor olmayacaktır.

Linzi’nin şiirlerine evrensel derinliğini kazandıran, yalnızca bir işçinin acılarını, kendi ürettiklerine, kapitalistlerin elinde canavarlaşan ve düşmanlaşan üretici güçlerine, emeğine, kendine yabancılaşması, yalnızlaştırılmasını, “ücret, makine, montaj hattı, çıktı” kelimeleri altında gençliğinin, düşlerinin nasıl ezildiğini çok çarpıcı biçimde dile getirmesi değil, şiiri de proleterleştirmesi, bu uzlaşmaz sınıf karşıtlığını en kaba ve acımasız ücretli kölelik gerçeğinin karşısına yalnızca ve basitçe biraz daha iyi ücret ve çalışma koşulları istemini değil, işçilerin çok yönlü toplumsallaşmış bireyler, yeni bir yaşam ihtiyaç ve özlemini koyarak daha ileriye taşıyabilmesidir. Bu yüzden Linzi’nin şiirleri her ne kadar acı ve ümitsizlikle karılmış görünse de, dünya çapında gelişmekte olan fiili kitle grevleri, işçi isyan ve direnişleri, daha gelişkin proleter devrimci kolektif örgütlenme ve mücadelelerine doğru yazılmayı bekleyen şiirlerinin, tohumunu ve esinini de içinde taşımaktadır.



Xu Linzi (1990-2014)


《冲突》
Çelişki

他们都说
Herkes diyor ki
我是个话很少的孩子
Ben birkaç kelimelik bir çocukmuşum
对此我并不否认
Bunu inkar etmiyorum
实际上
Ama gerçekte
我说与不说
Konuşsam da konuşmasam da
都会跟这个社会
İçinde olduğum bu toplumla
发生冲突
Çelişiyorum

– 7 Haziran 2013


《我就那样站着入睡》
Uykuya dalıyorum ayakta dururken

眼前的纸张微微发黄
Gözlerimin önündeki kağıt sararıp soluyor
我用钢笔在上面凿下深浅不一的黑
Çelik bir kalemle ona tekinsiz bir siyahı kazıyorum
里面盛满打工的词汇
İşleyen sözcüklerle dolduruyorum
车间,流水线,机台,上岗证,加班,薪水……
Atelye, montaj hattı, makine, çalışma kartı, fazla mesai, ücretler…
我被它们治得服服贴贴
Beni uysal olmam için eğittiler
我不会呐喊,不会反抗
Bilmiyorum nasıl haykırılacağını veya isyan edileceğini
不会控诉,不会埋怨
Nasıl şikayet veya muhalefet edileceğini
只默默地承受着疲惫
Biliyorum yalnızca sessizce tükenmenin acısını çekmeyi
驻足时光之初
Buraya ilk geldiğimde
我只盼望每月十号那张灰色的薪资单
Yalnızca şu gri ödeme çıktısını bekledim her ayın onunda
赐我以迟到的安慰
Bana gecikmiş bir teselli versin diye
为此我必须磨去棱角,磨去语言
Bunun için eklemlerime, bunun için sözcüklerime eziyet edip durdum
拒绝旷工,拒绝病假,拒绝事假
İşi asmayı reddettim, hastalık iznini reddettim, özel ihtiyaçlar iznini reddettim
拒绝迟到,拒绝早退
Geç kalmayı reddettim, erken çıkmayı reddettim
流水线旁我站立如铁,双手如飞
Montaj hattının başında demirdenmiş gibi dikiliyorum, ellerim sanki uçuyor,
多少白天,多少黑夜
Kaç gün boyunca, kaç gece boyunca,
我就那样,站着入睡
Ayaktayken -tıpkı böyle- uykuya dalıp gittim?

– 20 Ağustos 2011



《一颗螺丝掉在地上》
Bir Vida Yere Düştü

一颗螺丝掉在地上
Bir vida yere düştü
在这个加班的夜晚
Fazla mesainin şu kara vaktinde
垂直降落,轻轻一响
Dikey sıçradı, hafifçe yuvarlandı
不会引起任何人的注意
Kimsenin dikkatini çekemeyeceğim
就像在此之前
Geçen seferki gibi
某个相同的夜晚
Aynı böyle bir gecede
有个人掉在地上
Biri böyle yere yuvarlandığında olduğu gibi

– 9 Ocak 2014





《最后的墓地》
Son mezarlık

机台的鸣叫也打着瞌睡
Makine bile uyukluyor
密封的车间贮藏疾病的铁
Mühürlü atelyeler hastalıklı demir dolu
薪资隐藏在窗帘后面
Ücretler kapalı perdeler altında saklanıyor
仿似年轻打工者深埋于心底的爱情
İşçilerin kalplerinin dibine gömdüğü aşk gibi
没有时间开口,情感徒留灰尘
İfade etmeye zaman yok, tutku tozun içinde dağılıyor
他们有着铁打的胃
Demirden dökülmüş mideleri var
盛满浓稠的硫酸,硝酸
Koyu asit dolu, sülfürik ve nitrik
工业向他们收缴来不及流出的泪
Sanayi gözyaşlarını yakalıyor dökülme şansı bulamadan
时辰走过,他们清醒全无
Zaman akıp gidiyor, başları sisin içinde kaybolmuş
产量压低了年龄,疼痛在日夜加班
Üretim çıktıları yaşamlarını eziyor, acı gece gündüz fazla mesai yapıyor
还未老去的头晕潜伏生命
Yaşamlarında, vaktinden önce bir sersemlemişlik
皮肤被治具强迫褪去
Makara deriyi yüzüyor
顺手镀上一层铝合金
Ve şu şunun üstüne, alimunyum bileşimi sathında tabakalar
有人还在坚持着,有人含病离去
Bazıları hala dayanıyor, diğerlerini hastalık kaptı
我在他们中间打盹,留守青春的
Onlar arasında pinekliyorum, bekçiliğini yapıyorum
最后一块墓地
Gençliğinizin son mezarlığının.

– 21 Aralık 2011




《我一生中的路还远远没有走完》
Yaşamım Tamamlanmış Olmaktan Hala Uzak

这是谁都没有料到的
Bu kimsenin beklemediği bir şey
我一生中的路
Hayat yolculuğum
还远远没有走完
Tamamlanmış olmaktan çok uzak
就要倒在半路上了
Ama şimdi yarı yol tabelasında bocalıyor
类似的困境
Benzer zorluklar
以前也不是没有
Daha önce olmadığı için değil
只是都不像这次
Ama daha önce
来得这么突然
Böylesine ani
这么凶猛
Böylesine vahşi gelmemişlerdi
一再地挣扎
Tekrar tekrar mücadele
竟全是徒劳
Ama nafile
我比谁都渴望站起来
Herkesten fazla ayakta kalmak istiyorum
可是我的腿不答应
Ama bacaklarım işbirliği yapmıyor
我的胃不答应
Midem işbirliği yapmıyor
我全身的骨头都不答应
Vücudumum tüm kemikleri işbirliği yapmıyor
我只能这样平躺着
Sadece dümdüz uzanabilirim
在黑暗里一次次地发出
Bu karanlıkta, sessiz stressiz
无声的求救信号
Bir sinyal gönderebilirim dışarıya, tekrar ve tekrar
再一次次地听到
Yalnızca duyulması için, tekrar ve tekrar
绝望的回响
Ümitsizliğin yankısı

– 13 Temmuz 2014




《我咽下一枚铁做的月亮》
Demirden Yapılmış bir Mehtabı Yuttum

我咽下一枚铁做的月亮
Demirden yapılmış bir mehtabı çiğneyip yuttum
他们把它叫做螺丝
Onlar buna bir çivi diyorlar
我咽下这工业的废水,失业的订单
Bu endüstriel lağım pisliğini, işsizlik istatistiklerini çiğneyip yuttum
那些低于机台的青春早早夭亡
Makinelerde kamburu çıkmış gençlik vaktinden önce ölüyor
我咽下奔波,咽下流离失所
İtişip kakışmayı ve mahrumiyeti çiğneyip yuttum
咽下人行天桥,咽下长满水锈的生活
Yaya köprülerini, pasla kaplanmış hayatı çiğneyip yuttum
我再咽不下了
Daha fazlasını çiğneyip yutamaz hale geldim
所有我曾经咽下的现在都从喉咙汹涌而出
Tüm çiğneyip yuttuklarım şimdi gırtlağımdan geri fışkırıyor
在祖国的领土上铺成一首
Atalarımın toprağında saçılıyor
耻辱的诗
Utanç verici bir şiire karışıyor

– 19 Aralık 2013



《出租屋》
Kiralık Oda

十平米左右的空间
On metrekarelik bir yer
局促,潮湿,终年不见天日
Sıkışık ve rutubetli, yıl boyunca yok gün ışığı
我在这里吃饭,睡觉,拉屎,思考
Burada yemek yer, uyur, sıçar ve düşünürüm
咳嗽,偏头痛,生老,病不死
Öksürür, baş ağrısı çeker, yaşlanır, hastalanır ama bir türlü ölmeyi beceremem
昏黄的灯光下我一再发呆,傻笑
Alık sarı ışık altında boş boş bakarım, bir aptal gibi kıkır kıkır gülerim
来回踱步,低声唱歌,阅读,写诗
İleri ve geri adımlarım, hafif sesle şarkı söylerim, şiirler yazarım
每当我打开窗户或者柴门
Camı açarım hep veya sahanlık kapısını
我都像一位死者
Ölü bir insan gibi görünürüm
把棺材盖,缓缓推开
Yavaşça tabutunun kapısını açan.

– 2 Aralık 2013

10 Kasım 2014 Pazartesi

Şiir'e Neden İhtiyacımız var ?

Buyrun dinleyin .  .

http://www.ted.com/talks/stephen_burt_why_people_need_poetry?language=tr#t-119805

4 Kasım 2014 Salı

Boşuna mı öldü şimdi bunlar?



Sait Şimşek "Tarih, 25 Ekim 1980 olmalı. Diyarbakır'dan Antep Emniyeti'ne yeni getirilmişim. Aynı yerde 10*12 kişiydik ve hepimizin gözleri bağlıydı. Bir ara, kaldığımızın yerin kapısını usulca aralayıp birini dışarı çıkardılar; onları korkuyla izlediğimden kulağım tetikteydi ve konuşulanların hiçbirini kaçırmak istemiyordum. İşte o sırada bir polis, "Bunu tanıyor musun?" diye sordu içeriden çıkardığı kişiye. O, "tanımıyorum!" dedi belli belirsiz bir sesle. 'Nizip'te Sabun İşçileri Derneği Başkanı'ydı, buna ne diyeceksin?' diye sordu polis. Arkadaşın sesini ilk kez duyuyordum. Kendisinden emindi: 'Ben, Sabun İşçileri Derneği Başkanı değilim. Üstelik adım Sait Şimşek de değil!' dedi. Sonra, Sait'in ailesini getirdiler. Konuşmalarını duyuyordum. 'Bu senin oğlun Sait Şimşek değil mi?' diye sordu polis. 'He' diye yanıtladı diğer bir ses... Sait Şimşek, 'Yanlışın var teyze, ben senin oğlun değilim!' diye karşılık verdi. Sonra eşine sordular: "Kocamdır..." dedi. Ama çocuklarını unutamıyorum bir türlü... Onların, 'Babamızdır' diyen çocuk sesleri kulaklarımdan gitmiyor hiç. Sait, 'Bir yanlışınız var, ben sizin babanız değilim...' derken onları kırmak istemiyor gibiydi.
......
Günlerce kaldığım o yerlerde işkencecilerin ilk kez güçsüz düştüklerini görüyordum. 'N'olursun hiç olmazsa ismini kabul et, senin yüzünden işimizi kaybetmek istemiyoruz...' diyorlardı. (...) Görevlilerin bülbül ağacı diye adlandırdığı, merdivene benzer bir ağaç askı, bir insan askısı vardı. Öylesine gösterişsiz, duvara dayalı bir şekilde dururdu; ama bu askıya ayaklarından asılıp dayanmak çok güçtü. Falakaya, elektriğe, meydan dayağına dayanabilmiş olan kişi, son olarak ayaklarından buraya asılır, bülbülleşmesi beklenirdi.
(...)
Bir ara telsiz konuşmaları yayıldı ortaya, kesik kesikti... 'Bir sonuç alamadık komutanım' diyorlardı. Bir anlık sessizlikten sonra, karşı taraftan bir buyrultu geldi: 'Hergeleye dersini verin!..'
Bir telaş başladı 'görevlilerde'... Konuşmalar, küfürler, 'tüpü getirin!', 'Yakarız lan!' bağırtıları... Sait'in "Ben Sait Şimşek değilim!' demesinin ardından, ortalığı önce bir yanık kokusu kapladı, sonra da bir sessizlik...
Olağanüstü şeylerin olduğunu sezmiştik, ama canlı bir insanı kafasından yakacaklarını hayal bile edemezdik. Oysa bir insanı canlı canlı yakmışlardı işte; hem de askıdayken hem de başının altına piknik tüpü yerleştirerek..."
Sait Şimşek, 12 Eylül faşist darbesi sırasında gözaltına alındı, işkence de direndi, işkencecilerini çaresiz bıraktı, ayaklarından askıya alınarak, başının altına küçük tüp konularak yakılarak katledildi.
Hasan Ocak
21 Mart 1995 günü, bir newroz günü kaçırıldı Hasan Ocak. Devlet 58 gün boyunca bizde yok dedi. Ailesi, yoldaşları aramalarını sürdürdü. Ailesi Hasan’ın işkenceyle öldürülmüş bedeninin İstanbul Beykoz ormanlarında bulunup kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü 15 Mayıs 1995 günü öğrendi.

Kemal Pir
1952 Gümüşhane doğumlu, Ankara Üniversitesi DTCF de okurken KKP'ye katıldı. 14 Temmuz 1892 yılında Diyarbakır Cezaevinde başladığı ölüm orucunda yaşamını yitirdi. Aynı direniş sırasında Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek'te yaşamını yitirmişti. Kemal Pir ya da yoldaşlarının söylediği isimle Piro'nun bütün yaşamı, kendi sözcüklerinde gizliydi.
"Biz yaşamı, uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz"
Sibel Yalçın
9 Haziran 1995 yılında DYP İstanbul il binasına yapılan saldırı sonrası yoldaşlarını kurtarmak için kendini feda etti. Bu feda sırasında sığındığı gecekondu da bulunan aileyi de korumayı unutmadı. Polisin teslim ol çağrılarına, "asıl siz teslim olun, korkaklar" diye cevap verecek kadar da hayatı seviyordu.
....
Devrimciler aslında günümüz kapitalist dünyasında hiç anlaşılmayan ama çok korkulan insanlardır. Onlar, inandıkları hedef için gerektiğinde canını verebilecek kadar büyük bir cesareti barındıran ama çoğu zaman bir dönme dolaba dahi binemeyen insanlardır.
Ne komik değil mi?
Dönme dolaptan korkan ama bir haksızlık karşısında kendi canını verebilecek kadar cesaretli olan insan! Şairin dediği gibi aslında, "Ölümden köpek gibi korkan ama gerektiğinde gözünü kırpmadan ölebilecek olan" insandır devrimci!
Bir devrimcinin ölümü demek, dünyanın ölümü demektir.
Bir devrimcinin ölümü demek, gökyüzünden en parlak yıldızın düşüşü demektir.
Bir devrimcinin ölümü demek, ömrümüzün en güzel yanının yitip gitmesi demektir!
Bir devrimcinin ölümü öyle iki sözcükle anlatılabilecek, keskin sözcüklere sığabilecek kadar değildir. Ne "ölümsüzdür" sloganları ile anlatılır bir devrimcinin etkileri ne de "yaşıyor" güzellemeleri ile. "Bir devrimci oturup kalkması ile devrimcidir, hiçbir şey yapamıyorsa da masada ki boş çay bardağını alır yerine kor" demişti Abdullah Öcalan bir yazısında. Ondan çok uzaklarda Kazım Koyuncu da;"Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii ama anlarlar" diye sözü tamamlamıştır aslında.
Oturup kalkması ile bile devrimi yaşayanlardır devrimci olanlar.
Onlar ki, yüreklerinin en derin yerlerinde, aldıkları nefeste bile devrimi yaşarlar.
Ondan dolayı hiçbir devrimcinin ölümü boşa değildir!
"Boşuna mı öldü şimdi bunlar" diye ara zamanlarda zırt pırt çıkan sözcükler, gelişen sürecin eleştirisi değil, devrime, devrimci mücadeleye, yaşamını yitiren devrimcilere bir hakaretten başka hiçbir olamaz.
Deniz Gezmiş boşuna gitmemiştir o darağacına, İbrahim Kaypakkaya işkencehane de boşuna vermemiştir canını. Gezi de yaşamını yitirenler, Kobanê serhildanında katledilenler, Rojava ve Kobanê direnişinde yaşamını yitirenler boşuna ölmemiştir.
Savaş; uzun soluklu, büyük bedeller ödenen bir süreçtir. Bu bedelleri, bu süreci iyi bilmek, iyi izlemek gerekir. Bir savaşın verilme nedeni zafere ulaşma içindir. Zafer kazanmak ise bir tarafın ya yok olması ya da yenilgiyi kabul edip anlaşma yoluna gitmesi ile alakalı bir durum olabilir ancak. Bugün Kürdistan da süren uzun soluklu gerilla savaşı sonrası gelinen nokta da tam anlamıyla ikinci yoldur. Yani devlet, yenildiğini kabul etme yolunu seçmiş ancak bu kabullenmeyi daha başarabilmiş değildir. Bu süreçte alınacak haklar ve sonrasında ki gelişmeler verilen mücadelenin kazanımları demektir. Kazanımlarda öyle "alın bunlar sizin" olacak şeklinde verilmez. Yıllarca "vatan-millet-sakarya" söylemiyle hareket eden bir devletin bu kafatasçı düşüncelerinden kurtulması bile on yıllar sürer. Ki, savaşın yerine demokratik mücadelenin alması da bu on yıllar sürecek değişimi zirveye götürmek için vardır. Nelson Mandela öncülüğünde yürütülen barış görüşmeleri sırasında Afrika da yaşanan savaştan daha fazla can kaybı yaşanmıştır. Sadece bu örnek bile bu sürecin zorluğunu anlatmaya yetecektir.
Yani, demem o ki, bugün alınan kazanımlar ve bu kazanımlarla beraber sistemin bu kazanımları yozlaştırmak için ön plana çıkarttığı çabaları bir okumak, sistemi iyi tanımak gerekir. Bugün, devletin mücadele sonucu verdiği bütün kazanımlar yine devlet eliyle liberal bir süzgece tabi tutulup yok edilmek, anlamsızlaştırılmak istenmektedir. Bu liberal süzgeç birçok açıdan insandaki algıyı bozmak, onu yeniden sisteme çekmek için vardır. İşte bu, "boşuna mı öldüler" söylemi de, bilinçli ya da bilinçsiz söylenmesi fark etmez, devrimci mücadelenin kazanımlarını yok etmek, boşa çıkartmak için yapılan söylemlerdir.
Hiçbir devrimci boşuna yaşamını yitirmedi.
Hiçbir devrimcinin kanı boşuna bu ülkenin topraklarına akmadı. Bugün yaşanılan ne kadar güzel şey varsa; sistem halen bir korku içindeyse, halkların halen güveneceği bir şeyler varsa bunlar devrimcilerin verdikleri mücadele, bedeller ve yüzü suyu hürmetinedir. Bu ülkenin geleceğinin teminatı sadece ve sadece devrimcilerdir.
Hiçbir devrimcinin ödediği bedel boşuna değildir, olamaz da! Boş olan sistemin ta kendisidir o da yıkılıp gidecektir.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Kaza Değil Cinayet !

 İş Cinayetlerinin Ticari Sırrı

İş cinayetlerinin önlenmesinde sendikalaşmanın ve sendikaların rolünün artırılması yaşamsal öneme sahipken, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bu konuda ayak diremeye devam ediyor. Maden işkoluna giren işyerlerinin iş denetim raporlarının birer örneğini isteyen sendikaya, raporların “gizli kalması kaydıyla sağlanan ticari ve mali bilgileri içerebileceği” gerekçesiyle bakanlık tarafından olumsuz yanıt verilmişti.

Konuyu yazılı bir soru önergesiyle Meclis gündemine taşıyan İstanbul Milletvekili Levent Tüzel’e Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından verilen yanıt tam bir “bin dereden su getirme” örneği. Bakanlık iş teftiş raporlarını vermemek için adeta gerekçe üretmiş. Dahası konuyla ilgili mevzuat hükümlerini işçi ve sendika aleyhine ve keyfi şekilde yorumlamış.

Bakanlık tarafından Tüzel’in 7/47997 sayılı soru önergesine 10.10.2014 tarihinde verilen yanıtta özet olarak iş teftiş raporlarının ticari ve mali sırlar içerebileceği bu nedenle sendikalara verilemeyeceği iddia ediliyor. Bakanlık yanıtı gerekçe olarak sadece ulusal mevzuatı değil ILO sözleşmelerini de kullanıyor. Yeri gelmişken, bakanlığın aynı “hassasiyeti” diğer ILO sözleşmeleri ve ILO denetim organı kararları için de göstermesini beklediğimizi vurgulayalım.

Konuya ilişkin pozitif hukuk kurallarına değinmeden önce, meselenin esasına bakalım. Gerek iş hukukunun genel ilkeleri, gerekse çalışma hayatına ilişkin uluslararası sözleşmelerin işçi lehine yorumlanması esastır. Dolayısıyla mevzuattan işçi ve sendika aleyhine zorlama gerekçeler çıkartılması değil, mevzuatın çalışanı koruyacak şekilde yorumlanması gerekir.

Dahası çalışanların ve onların temsilcileri olarak sendikaların çalışma hayatının değişik sorunları hakkında bilgilendirilmesi, onlara danışılması ve hatta çalışanların yönetime katılması modern endüstri ilişkileri yaklaşımının bir gereğidir. Çokça sözü edilen sosyal diyalog kavramının da gereği budur. Yoksa sosyal diyalog işçi, işveren ve hükümetin muhabbet etmesi değildir.

Bakanlık iş teftiş raporlarını sendikalara vermiyor ve gerekçe olarak ILO’nun 81 sayılı İş Teftişi Sözleşmesi’nin (1947) 15. Maddesini gösteriyor. Oysa bu maddenin teftiş raporlarının gizli tutmasıyla ilgisi yoktur. Bu hüküm müfettişlere öğrendikleri ticari sırları ve şikâyet kaynağını kişisel olarak açıklama yasağı getiriyor. ILO sözleşmesinde işçi sağlığı ve güvenliğini tehlikeye atan ve mevzuata aykırı konuların açıklanmasına ilişkin hiçbir engel yoktur. Dahası ticari sır kavramının 60-70 yıl öncesi gibi düşünülemeyeceği de açıktır. Velev ki raporlarda kelimenin dar anlamıyla ticari sırlar olsun, istenen bilgiler bu sırlar değil ki.

Aynı şekilde İş Yasası’nın 93. maddesinde yer alan sınırlama da teftiş sırasında elde edilen güvenlik ve sağlık konusundaki bilgilere ilişkin değildir. Gerek ILO sözleşmesi gerekse yasal düzenleme şikâyetçilerin saklı tutulması ve teftiş sırasında öğrenilebilecek olası ticari sıralara ilişkindir. İşyerinde sağlık ve güvenlik konusundaki idari ve teknik eksikler ve ihlaller sır değildir. Böylesi bir yorum, eşyanın tabiatına aykırıdır. İdari ve teknik açıdan mevzuata aykırı haller sır değil, tersine hukuk ihlalidir. Hukuk ihlalleri ne zamandır sır sayılıyor? Yoksa bakanlık işverenlerin işçi sağlığı ve güvenliğini ihlal eden uygulamalarını sır olarak mı görüyor? Yoksa, daha çok kazanmak için işçilerin ölümüne gönderilmesine ilişkin sırlar mı yer alıyor bu raporlarda?

6331 sayılı iş güvenliğine ilişkin yasa da işverene teftişten elde edilen bilgilerin çalışan temsilcilerini iletilmesi yükümlülüğünü getirmektedir. Bakanlık da teftiş sonucunda işverenden eksiklerin giderilmesini istemektedir. Dolayısıyla teftiş sonuçları taraflara açıktır.

Bakanlık, topu işverenlere atmak ve işi yokuşa sürmek yerine dar anlamda ticari sır sayılabilecek hususları ve şikâyetçilere ilişkin bilgileri ayıklayarak teftiş raporlarını sendikalarla ve kamuoyu ile pekâlâ paylaşabilir. Bunun önünde hiçbir hukuki engel yoktur. Teftiş raporlarındaki güvenlik ve sağlık ihlallerine ilişkin bilgilerin sendikalarla ve çalışanlarla paylaşılması iş cinayetleri ile mücadele etmenin en önemli araçlarından biridir.

İşçiler ve sendikalar işyerinde tespit edilen eksik ve ihlallerden haberdar edilecek ki, bunlara karşı dikkatli olsunlar ve ihlallerin giderilmesinin takipçi olsunlar. Bakanlık bin dereden su getirmek yerine bu paylaşımı hızlandırmalıdır. Teftiş raporları paylaşılsın ki iş cinayetlerinin ardındaki sırları herkes öğrensin. Ticari sır denilenlerin bir bölümünün iş cinayeti sırrı olduğu anlaşılsın.

Bu arada, varsayalım ki, iş teftiş raporlarında yer alan ticari sırlar da sendikalarla paylaşılmış olsun ve bu “mühim” ticari sırlar “kazara” ifşa edilmiş olsun; onca işçinin yaşamı karşılığında ticari sırrın ehemmiyeti nedir ki! İşçiler işyerlerinde serden geçiyor, işverenler ticari sırdan geçse ne olur!

Ebola Nedir ?


Uluslararası Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezi’nin Ebola hakkındaki yazısını Türkçe‘ye çevirerek hazırladım bu yazımı. Yeni bir tür hastalıkla karşı karşıyayız ve bu konu hakkında bilgilenmenin hepimizin yararına olacağını düşünüyorum.

Şu anda ülkemizde de ortaya çıkmasından ve yayılmasından korktuğumuz Ebola’dan, ancak kişisel hijyene dikkat ederek hem kendimizi hem de diğerlerini korumayı hedef edinirsek korunmayı başarabiliriz. Bu amaçla Ebola’yı tanıyalım:

Belirtiler:
Ateş
Şiddetli baş ağrısı
Kas ağrısı
Halsizlik
İshal
Kusma
Karın(mide) ağrısı
Beklenmeyen kanama( kanama veya sebepsiz morluk oluşması)

Ebola virüsüne maruz kalındıktan sonra en erken 2, en geç 21 gün sonra hastalık ortaya çıkıyor ancak ortalama süre 8-10 gün.

İyileşme oranı hastanın bağışıklık cevabına ve destekleyici tıbbi bakıma göre değişiklik gösteriyor.

Ebola’dan iyileşen kişinin kanında en azından 10 yıl antikor bulunuyor.

Bulaşma:

Ebola virüsünün doğal olarak bulunduğu kaynak henüz tespit edilemediğinden ilk olarak nasıl bulaştığı bilinmiyor. Bununla beraber bilim insanları ilk hastanın, infekte bir hayvanla temas eden biri olduğuna inanıyorlar. En çok meyve yarasaları (meyvelerden besleniyorlar) ve maymun ve goril gibi primatlarla temas veya yenmesi nedeniyle bulaşabiliyor. Geçmişteki Ebola salgınlarında virüsün maymunlara, maymunlarla temas ve yemesi yoluyla insanlara bulaştığı gözlemlenmişti. .

Yayılma:

İnsanda Ebola enfeksiyonu oluştuğunda virüs birkaç yolla yayılabiliyor.
Direk temas (kesik cilt, göz, burun, ağız cildine temas ile)
Kan ve vücut sıvıları (idrar, tükürük, ter, dışkı, kusmuk, anne sütü, meni)
Hastalar ile temas etmiş tıbbi malzemeler (enjektör ve iğneler)
Yarasa ve primatlar tarafından virüs bulaştırılmış meyvelerin yenilmesi

Ebola neyse ki hava veya su yoluyla yayılmıyor. Bununla beraber Afrika’da av hayvanlarının etlerine el ile temas ve enfekte yarasalar hastalığın en yaygın yayılma yolu. Sivrisinek ve diğer sineklerin Ebola virüsünü taşıdıklarına ve bulaştırdıklarına dair herhangi bir kanıt bulunmuyor. Sadece yarasa, maymun, goril ve insanlar gibi memeli hayvanlar bu hastalığı yayabiliyor.

Ebola hastalarını tedavi eden doktorlar ve aileleri ile arkadaşları en yüksek risk altında olanların başında geliyor. Ebola salgını bir klinik veya hastaneye çok hızlı bir şekilde yayılabilir. Hastane personelinin uygun bir şekilde kıyafet, eldiven, mask eve gözlük kullanıyor olması ve enfekte tıbbi malzemelerin uygun şekilde dezenfeksiyon ve yok edilmesi yayılmayı önlemek açısından çok büyük önem taşıyor.

Birisi Ebola’dan iyileştiği zaman artık daha fazla virüs yaymamasına rağmen, meni ‘de 3 ay süreyle daha virüs bulunabildiği için cinsel ilişkinin hiçbir şekline izin verilmemesi gerekiyor.

Korunma:

Henüz Ebola için bir aşı bulunmuyor. Ebola salgını olan bir bölgeye seyahat ediyorsanız dikkat etmeniz gerekenler şunlar. Esasında bunlardan ilk maddeyi şu anda da uygulamanızı öneririm.
Kişisel hijyene dikkat edin. Ellerinizi su ve sabun ile yıkayın ve alkol bazlı bir dezenfektan ile dezenfekte edin. Herhangi bir vücut sıvısı ile temas etmekten kaçının.
Hasta bir insanın herhangi bir eşyası ile temas etmekten kaçının.
Eboladan ölen birinin cenaze töreninde kendinizi korumadan vücuduna temas etmekten kaçının.
Döndükten sonra 21 gün süreyle sağlığınızı dikkatle takip edin ve belirtide vakit kaybetmeden ve kimseyle temas etmeden tıbbi yardım isteyin.

Sağlık çalışanlarına uyarılar:
Enfeksiyonu kontrol ve sterilizasyon yöntemleri hakkında uygun şekilde bilgilenin.
Ebola hastalarını diğer hastalardan izole edin.
Ebola veya şüphesi olan hastaların vücut sıvıları veya kişisel eşyaları ile direk temastan kaçının. Kesik cilt, göz, burun ve ağız sıvıları ile bulaşmaya karşı uygun kıyafet maske, eldiven ve gözlük olmadan temastan kaçının.

 
Türkçe'ye çeviren ; Nurhayat Gül 

Kaynak: http://www.cdc.gov

31 Ekim 2014 Cuma

Birsürü Çocuğu Öldürdüler




Küçük Kara Balıklar

Filmimiz, çocukluğunu cehennemin tam gözünde geçirmiş ve geçirmekte olan 11 kişinin tanıklıkları üzerine kurulu.1990 larda, 2000 lerde ve 2010 larda çocukluklarını yaşayamayanların hikayeleri…İçlerinde taş atanı da var,ayağı taşa değmemiş olanı da…Hepsi de her şeye rağmen başarılı çocuklar… Hepsi de savaştan nasibini almış…Onlar, yüzbinlerce benzerlerinden yalnızca bir kısmı…

Bu filmde, çocuk yaşta maruz kalınan, insan aklının alamayacağı bir zulme rağmen, insan kalmayı başarmanın hikayesi de var; Kürt isyanının doğuş hikayesi de…Ama en önemlisi film, Kürt toplumuna bir çocuğun yanı başından bakmaya zorlayacak sizi. Başkasının yarasına gözlerimizi kaçırmadan bakmanın aynasına buyur edecek…

Kamera Arkası

Projenin tasarımını ve yapımcılığını Drama İstanbul Film Atölyesi’nin kurucularından (www.dramaistanbul.com.tr) Serpil Güler ve Haluk Ünal üstleniyor.

Projenin esin kaynağı ise, Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın 90’lı yıllarda çocuk olanların tanıklıklarına dayanarak derlediği Metis Yayınları’nın yayınladığı “Bildiğin Gibi Değil” adlı kitap.

Uzun metraj bir belgesel olarak tasarladığımız proje, 5 yönetmenin ortak çalışması :

A. Haluk Ünal (Delege), Ezel Akay, Serpil Güler, Cem Terbiyeli, Önder İnce

Proje Tasarım Danışmanı : Yavuz Ekinci (Drama İstanbul Film Atölyesi)

Görsel/teknik danışmanlığımızı da Gökhan Atılmış üstlendi.

Kurgu : Elif Ergezen
Müzik : Mahmut Berazi (Batman Senfoni Orkestrası)
Postprod. Supervisor ve Color : Abdullah Ercan
Ses Tasarım : Sertaç Toksöz - Yalın Özgencil (SAE Enstitüsü)
Final Mix ve DCP : Atlas Digital
İngilizce Altyazı Çevirmeni : Onur Öztoprak
Redaksiyon : Stuart Kline
Alt Yazı : Hakan Paşalı

Proje,

Global Diyalog Vakfı ile

Güneydoğu Belediyeler Birliği’nin

katkısı

İnsan Hakları Vakfı

Mazlum – Der

İnsan Hakları Derneği

Diyarbakır Sarmaşık Derneği

desteğiyle gerçekleşiyor.

Çekimler farklı şehirlerde gerçekleşti: Van, Hakkari, Batman, Mardin, Diyarbekir, Lice, Şırnak

Hazırlık çekimleri 2012 Ekim ve Kasım aylarında; asıl çekimler ise 2013 Kasım-Aralık aylarında gerçekleşti.

Eylül 2014



“Hikayelerini bilmediklerimizdir en çok düşman olduklarımız…” Slavoj Zizek

Bu ülkede, bildiğinizi sandığınız bir çok şey, aslında bildiğiniz gibi değil…

Rumlar, Kürtler, Ermeniler, Müslümanlar, Süryaniler, Museviler, Lazlar, Çerkesler, Romanlar…

Devletin yıllarca herkese ezberlettirdiği resmi tarihin anlattıkları ile, gerçekler birbirine hiç mi hiç benzemiyor. Bu nedenle birbirimizi bilmiyor, anlamıyoruz. Bilmediğimizden korkuyor, korktuğumuza ön yargı geliştiriyoruz. Oysa içinden geçtiğimiz zamanlarda, bu ülke insanının birbirini anlamasına, birbirini tanımasına, birbiriyle konuşmasına çok ihtiyacımız var.

Küçük Kara Balıklar, bu amaçla tasarlanmış bir uzun metraj belgesel projesi…

Kameramızı bir önceki filmde (Saklı Hayatlar) Alevi ve Sünnilere çevirmiştik. Şimdi de Güneydoğu’ya, Kürt çocuklarına çevirdik...
Fotoğraf: “Hikayelerini bilmediklerimizdir en çok düşman olduklarımız…”  Slavoj Zizek

Bu ülkede, bildiğinizi sandığınız bir çok şey, aslında bildiğiniz gibi değil…

Rumlar, Kürtler, Ermeniler, Müslümanlar, Süryaniler, Museviler, Lazlar, Çerkesler, Romanlar…

Devletin yıllarca herkese ezberlettirdiği resmi tarihin anlattıkları ile, gerçekler birbirine hiç mi hiç benzemiyor. Bu nedenle birbirimizi bilmiyor, anlamıyoruz. Bilmediğimizden korkuyor, korktuğumuza ön yargı geliştiriyoruz. Oysa içinden geçtiğimiz zamanlarda, bu ülke insanının birbirini anlamasına, birbirini tanımasına, birbiriyle konuşmasına çok ihtiyacımız var.

Küçük Kara Balıklar, bu amaçla tasarlanmış bir uzun metraj belgesel projesi…

Kameramızı bir önceki filmde (Saklı Hayatlar) Alevi ve Sünnilere çevirmiştik. Şimdi de Güneydoğu’ya, Kürt çocuklarına çevirdik...

Berfo ve Cumartesi Annemlere !




Cumartesi Anneleri/İnsanları Galatasaray Meydanı’nda 500 haftaya varan mücadelelerinde pek çok ödül aldı.

Kuşaktan kuşağa aktarılan bu mücadele filmlere, müziklere konu oldu.

Cumartesi Anneleri/İnsanları’na verilen ödüller, onlar hakkında ya da onlar için yazılan şarkılar ve çekilen filmlerden bir derleme yaptık.
Ödüller

* Carl von Ossietzky 1996 İnsan Hakları Ödülü

* Ahmet Kaya 10 Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin Princess Otel kongre salonunda düzenlenen ödül töreninde aldığı yılın en iyi sanatçısı ödülü için İnsan Hakları Derneği, Cumartesi Anneleri, tüm basın emekçileri ve Türkiye halkına teşekkür etti:

"Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum" dedi.

* Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV), her yıl verdiği İnsan Hakları, Demokrasi, Barış ve Dayanışma Ödülünü 2013 yılında Cumartesi Anneleri adına Berfo Kırbayır'a verdi. Ödül açıklaması şöyleydi:

"2001’den bu yana her yıl “insan hakları, demokrasi, barış, dayanışma” alanlarında, o yıl içinde olağanüstü başarı kaydetmiş ve örnek oluşturabilecek çabalar göstermiş bir kişi, grup ya da kuruma “SODEV Ödülü” vermektedir. 2012 yılı SODEV Ödülü’nün, toplumsal vicdandaki yarayı onlarca yıldır kanatan bir konuda, geçtiğimiz yıllardaki çabalarını bu yıl boyunca da göstermiş bulunan Cumartesi Anneleri’ne verilmesi uygun görülmüştür."

* Yönetmen Adli Aydın bir kayıp öyküsünü anlattığı “Küf” filmiyle Venedik Film Festivali'nde kazandığı Geleceğin Aslanı (Lion of the Future) ödülünü “Cumartesi Anneleri”ne adadığını açıkladı. (Eylül 2012)

Yönetmen Ali Aydın ödül konuşmasında: "Bugün dünyada binlerce kayıp var. Ödülü kayıplarını aramaktan asla vazgeçmeyen Cumartesi Anneleri'ne adıyorum" dedi.

* 15 Eylül 2013'te Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün beşincisini Türkiye’den Cumartesi Anneleri / İnsanları ve Sırbistan’dan Nataša Kandić’e verildi.










Kar Hırsı ve Denetisimsizlik !

301 işçinin ölümüyle neticelenen Soma faciasının (13 Mayıs 2014) üzerine birçok sözler verilmişti. Hatta büyük vaatlerle bir de kanun çıkarıldı. Ama dağ fare doğurdu. Zira kafayı iş güvenliğine yormak yerine, Torba Yasa’yla başka ihtiyaçları karşılamaya kilitlendiler. Torba Yasa’nın içine –Tüp bebekten öğretmen atamalarına, vergi cezalarının yeniden yapılandırılmasından belediyelerin öğrenci yurdu kurmasına kadar- ilgili ilgisiz her şey dolduruldu. Herkes ümitle iş güvenliğinde adım atılacak diye beklerken, internet özgürlüğü de Torba Yasa’yla darbe yedi. Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi durumunda, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na, 4 saat içinde, resen internet erişimini durdurma yetkisi verildi.

Memleket elden gidiyor; PKK her gün bir askeri öldürüyor; işçiler kötü şartlar ve ihmal yüzünden hayatını kaybediyor… Zirvedeki siyasetçilerin işi gücü ya paçayı kurtarmak ya günü kurtarmak.

Karaman Ermenek’teki maden kazası üzerine siyasetçiler bölgeye akın etti. Hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi onlar da yakınıyorlar. Objektifi birazcık kendilerine çevirmek yerine, işvereni suçluyorlar. Bu vesileyle televizyonlarda konu tartışılıyor ve hükümetin iş güvenliği açısından ne kadar özensiz davrandığı daha iyi ortaya çıkıyor.

* 13 Mayıs’tan bugüne kadar, madenlerdeki ölümlerin son bulmadığı rakamlarla ortaya konuluyor. Haziran, temmuz, ağustos, eylül aylarında, Türkiye’de toplam 31 maden işçisi daha hayatını kaybetmiş. Toplu halde olmadığı için, bu ölümler gündeme pek fazla gelmedi. Ama ailelere ateş düşmeye devam ediyor.

* Soma’daki ölümlerin sebebi olarak görünen “Hadi hadi” düzeni son bulmadı. Ne kadar çok kömür üretirsen, o kadar çok para kazanırsın. Kâr hırsı sürüyor. Peki 301 kişi hayatını kaybetmişken, Soma A.Ş. ne oldu? Hem eski madenini 5 gün aradan sonra işletmeye başladı hem de Amasya’da yeni bir maden sahası aldı. (Bütün maden ruhsatlarının verilmesinde son imzanın Başbakan’ın uhdesinde olduğunu da unutmayalım. Yetki, sorumluluk getirmez mi?) Eksikler giderildi mi? Mesela yeterli oksijen maskesi alındı mı? İçeriye temiz hava taşıyan plastik borular yerine demir borular döşendi mi? Yaşam odaları kuruldu mu?

* Kömür ve linyitte 740 işletmede, 49 bin işçi çalışıyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Maden İşleri Genel Müdürlüğü’nde sadece 240 denetleme elemanı var. Bir maden ocağının kontrolü için ayırdıkları vaktin, 2 ya da 3 saat olduğu belirtiliyor. Ayrıca, her iş yerinde, iş güvenliği uzmanları bulunuyor. Ama onların parasını işveren ödüyor. Tabii ki, patronun istediği istikamette rapor tutuyorlar. Oysa dünyadaki yaygın uygulamaya göre, işverenlerin parasıyla havuz oluşturuluyor, iş güvenliği uzmanlarının ücreti bu havuzdan karşılanıyor. İşletme sahipleri de onları işten çıkaramıyor. Nedense hükümet, sıraladığım bu düzenlemeleri ihtiva eden teklifi reddetmiş!

* Yasaya göre madenciler işe başlamadan önce eğitimden geçmek zorunda. Ama hiçbiri doğru dürüst eğitim almıyor. Almış gibi, ellerine bir sertifika tutuşturuluyor. Bu durum Soma faciasında gözler önüne serildi. “Eğitim almakta” diye listede isimleri görünenlerden bazıları, o sırada madendeydi ve öldüler.

Sorumluluğu işletmenin üzerine bırakarak, siyasetçi, vicdanını aklayabilir mi? Daha etkili bir denetim için adımlar atıldı mı? Mesela, Bakanlık müfettişlerinin sayısı artırıldı mı? Özel işletmelerdeki iş güvenliği uzmanlarının parasının, işverenlerce değil de özerk bir yapı tarafından karşılanması yoluna niçin gidilmedi? Neden dünyada, madenlerde, bu kadar ölüm vakası meydana gelmiyor? Demek, alınan tedbirler kifayetsiz. 12 yıldır iktidarda olan bir siyasi partinin sorumluluğunu görmezden gelmek mümkün mü?

Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programına katılan bir uzman aynen şöyle dedi: “ İş kazası yok, ihmal var. Dünyada ölüm riski mevcutsa, üretim yapılamaz.”

Fakat bizde, “Hadi hadi” düzeniyle, her şey daha çok kâra, daha az denetime göre ayarlanmış. Ve maalesef, hiçbir siyasetçi sorumluluğunu kabul edip, istifa etmiyor. İşletme sahipleri de yeni maden sahaları alarak ödüllendiriliyor.

Kaçak Saray ve 100 milyonlar

AKSaray’daki resepsiyon, maden kazası yüzünden iptal edildi. Oysa birçok kişi, koşa koşa bu kaçak yapıya gidip, orada görünmeye can atıyordu. Maalesef ahlaki değerleri yavaş yavaş kaybediyoruz.

AKSaray’ın Atatürk Orman Çiftliği’nde, yürütmeyi durdurma kararına rağmen inşa edilmesine bir tepkiniz yok mu ya da bu inşaat için sarf edilen 1 milyar lira sizi hiç rahatsız etmiyor mu? Üstelik Sayıştay raporuna göre çok sayıda usulsüz harcama gerçekleşmiş.

El kesesinden sultanım, develer olsun kurbanım…

Cumhurbaşkanlığı’nın bütçesi de %100 artırılarak 397 milyon liraya yükseltildi. Tabii bir de 436 milyon liralık özel uçak var…

“Çankaya Köşkü’nü beğenmedik, bu yüzden kendimize yeni bir köşk yaptırdık. İstanbul’a geldiğimizde de cumhurbaşkanlarına tahsis edilen Huber Köşkü’nde değil, kamulaştırdığımız Vahdettin’in Çengelköy’deki köşkünde kalacağız…”

Oysa selefiniz 10 milyonlarca lira harcayarak, Çankaya Köşkü’nü ve Huber’deki muhtelif binaları baştan aşağıya yenilemişti.

AKSaray’ı, Vahdettin Köşkü’nü ve uçağı Başbakan kullanacaktı. Ama Erdoğan cumhurbaşkanı seçilince, hepsinin üzerine oturdu. Bence bu da Ahmet Davutoğlu’na saygısızlık.

Fakir fukaranın rızkından kesilen paralarla, bunca lüks ve ihtişam ancak dikta rejimlerinde olur. Ve ancak bu gibi ülkelerde kimsenin sesi çıkmaz; herkes, sorgulamadan davet edildiyse gider, el etek öper.

Peki yolsuzluk iddialarının hesabını vermeyen bir cumhurbaşkanıyla aynı karede görünmek de mi sizi rahatsız etmiyor? O zaman kapı arkalarında şikâyet etmeyiniz. Böyle başa böyle tıraş.

Mukayese

Yılmaz Özdil’in verdiği bilgilere göre:
Beyaz Saray: 55 bin metrekare
Kremlin Sarayı: 25 bin metrekare
Buckingham Sarayı: 77 bin metrekare
Elysee Sarayı: 11 bin metrekare
Dolmabahçe Sarayı: 64 bin metrekare
AKSaray: 300 bin metrekare

Akreditasyon

Köşk’teki resepsiyon yapılamadı… Yapılsaydı, ciddi bir medya ayırımcılığına şahit olacaktık. Taraflı cumhurbaşkanı, Cumhuriyet, Fox TV, Halk TV, Birgün, Evrensel, Aydınlık, Sözcü, Zaman, BUGÜN, Samanyolu, BUGÜN TV ve Kanaltürk temsilcilerinin hiçbirini davet etmedi. Meğer geçmişte, ağızlarından çıkan her söz sahteymiş. Yeni Şafak ya da Kanal 7 çağrılmıyor diye, akreditasyonu antidemokratik buluyorlardı. Ben de başörtüsünü, imam hatipleri ve Erdoğangilleri savunduğum için, davet edilmiyordum.

Mühim olan, böyle bir davete gitmek değil. Çünkü aslında orada bulunmak bir külfet. Fakat birçok gazetenin ya da gazetecinin üzerinin çizilmesi, her muhalifi düşman gibi gören bir zihniyetin yansıması. Üzücü olan bu.

Biji Serok Obama !



Geçtiğimiz akşam Şanlıurfa’ya varan Peşmerge güçleri kendilerini bekleyen kalabalık tarafından bu sözlerle karşılandı. “Yaşasın Başkan Obama.”



Urfalı Kürtlerin tepkisi ABD’nin Kobani’de sunduğu destek karşısında duyulan minneti özetliyordu. Aynı zamanda yeni bir gerçeğe işaret ediyordu. Mevcut konjonktürde, ABD, Kürt sorununun ayrılmaz parçası, hatta en önemli aktörlerinden biri.



Bu tablonun barındırdığı ironiler gerçekten inanılmaz. Memleketimizde komplocuların üfürdüğü en yaygın şehir efsanelerinden biri ABD helikopterlerinin Kandil dağlarında bulunan PKK’lılara ilaç ve silah attığına dairdi. Ve efsane gerçek oldu. Amerika, Kobani’de çarpışan YPG ve PKK güçlerine ilaç ve silah attı. Mesaj netti. “Ya sınırı açarsın ya da biz Kobani’nin çaresine tek başımıza bakarız; çünkü durum kritik.” Türkiye de asla “yapmayız etmeyiz” dediği şeyi yaptı. Peşmergelerin ağır silahlarıyla birlikte Kobani’ye geçişlerine izin verdi.



Oysa 90lı yılların sonuna kadar Türkiye Peşmerge güçleriyle birlikte PKK’ya karşı savaşıyordu. Bugün ise her üçü, en azından Kobani temelinde, aynı safta. Amerika müdahale etmeseydi bu imkânsız denklem oluşmazdı. Bunu teslim edenlerin başında Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani geliyor. Dün yaptığı açıklamada “Geçiş için ABD, Türkiye ve Kürdistan Bölgesi arasında üçlü ve ikili yoğun görüşmeler yapıldı. Türkiye’nin rızası ve yardımıyla, ABD’nin desteği olmasaydı Peşmerge güçlerinin Kobani’ye gitmesi mümkün değildi,” dedi.



Peşmergeleri Kobani’ye Türkiye üzerinden geçirme fikri ilk Barzani tarafından telaffuz edildi. Ne var ki MİT’in sıcak baktığı bu teklife Erdoğan, Davutoğlu ve TSK mesafeli durdu. İş sürüncemede bırakıldı. Kobani düşmek üzereydi. ABD havadan silah yardımı yaptı ve PYD ile resmî ilişki kurdu.



Peşmergelerin geçişi için Ankara, PYD ve Iraklı Kürtlerin arasında süren müzakerelerde ABD’nin yer almasını talep edenlerin başında Barzani geliyor. Oysa düne kadar Türkiye ile Barzani arasında su sızmıyordu. Türkiye Barzani’yi IŞİD karşısında yalnız bırakınca Erbil’de güven erozyonu başladı. Hesaplar değişti. Washington’da olduğu gibi... Her daim Türkiye’ye kadife eldivenlerle yaklaşan ABD Dışişleri’nin tüm itirazlarına inat Pentagon ve Beyaz Saray'ın bastırmasıyla PYD ve dolaylı olarak PKK ile IŞİD’e karşı fiilen müttefik oldu. IŞİD var olduğu sürece bu ittifak devam edecektir.



Biz de PKK’nın bu yeni statüsünü zedelememek adına Türkiye’de silahlı eylemlerden uzak duracağını savunmuştuk. Ancak son birkaç günün bilançosu tam tersine işaret ediyor. Kars’ta üç PKK militanının öldürülmesinin akabinde Yüksekova’da üç asker sivil kıyafetle gezerken sırtlarından vurularak öldürüldüler. PKK olayla herhangi bir ilişkisi olmadığını açıkladı. Buna karşın TSK olayın faillerinin tespit edildiğini ve PKK’lı olduklarını açıkladı. Geçtiğimiz gün ise hamile eşiyle Diyarbakır’da alışverişe çıkan bir asker kimliği belirlenmeyen maskeli kişiler tarafından vuruldu. Kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi.



Barış sürecinin fena hâlde sendelediği doğru. Ama ne PKK ne de AK Parti masayı deviren taraf olmak istiyor. PKK uluslararası arenada yeniden terör örgütü olarak anılmak istemeyeceğine göre toplumsal infial yaratan bu eylemlerin arkasında kim olabilir? Barış sürecini çökertmek, AK Parti’yi zayıflatmak isteyenler mi? Yoksa Amerika’nın Kürt sorununa müdahalesinden ürken güçler mi? “Gün gelir Amerika PKK’yı bana karşı kullanır” diyenlerin başında İran var. Ama Kobani’yle birlikte Türkiye’de de bu gibi kaygıların arttığı aşikâr. Varlığını sürdüren derin devletin dehlizlerinde “barış ama neyin pahasına” diye homurdananların da... Kobani bir dönüm noktası. Amerika’nın müdahalesini lehimize çevirmek, barışa inatla sarılmak, oyunlara gelmemek başta iktidar ve PKK olmak üzere hepimizin görevi.

Ormaların Gümbürtüsü


Artık hiçbir şeye karşı değilmiş gibi
kayıtsızım
Yolculuğun sonunda ormanda duyduğum sesi öldürdüm
Amacım yoktu sesi öldürürken, ses öldüğü için de
hala amaçsız sayılırım


Ormana karşı değilmiş gibi kayıtsızdım
Ormandan çıkınca şehrin ışıkları ve ışıkların
suda işaret ettiği anlamların adı olan dünya
ile karşılaştım
Dünyaya karşı da kayıtsızım


“Anlamıyorum seni” diyen birine kendimi anlatmak
üzere uzattığım kitap hâlâ okunmadığı için,
Bir gecenin sonunda anlatılmamak için yaşanmış
gönderilmemek üzere yazılmış bir
mektuba koyarak…
Mantıklı olan her şeyin nedenini aradım
Nedenini aramadığım için artık yalnızca ölümü
ve aşkı seviyorum
Konuşma haline gelmeyen şeyleri
Susmalı ve sonra ormanın güzelliğinden söz etmeli:
“Kış henüz gelmişti, kar tertemiz ve her yer
bembeyazdı”
Biz de mutluyduk
Kimimizin sevgilisi vardı
Sevgilisi olanların üstüne bir taş duvar yıkılıyordu
Taş duvar üstümüze sessizce yıkılıyordu
Ses ölmüştü çünkü nedenini aramadan


Sevgilim sensiz olabilmek için sokaklarda
yürüyorum
Sevgilim pencereden bakıyor ve yanıma şemsiye almaya
karar veriyorum
Sevgilim sensiz olabilmek için durmadan “Yağmur
yağıyordu” diye bir cümle tekrarlıyorum
Sevgilim sokağa çıkarken şemsiyemi almayı unutuyorum
Sevgilim son vapuru kaçırıyorum ve iskelenin aynasında
seni ve yağmuru görüyorum
Hava soğuk sevgilim, bütün gün sobayla sevişiyorum


İskelenin aynası ve aynadakilerin işaret ettiği
anlamların adı olan dünya
Ki ona bakarken hayatımıza bakardık
Ya da şöyle söyleyeyim:
Hayatımıza bakarken sanki ona bakardık
Yansıttığı görüntü bakırı altın yapmıyor artık


Daha neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım
Aşk filimleri seyredip sonra aşksız bir dünyada
yürümek istemediğim için aşk filimlerine gitmedim
Kırmızı bir fular taktım bileğime şeytan kovmak için
Arabamı bütün barların önünde park edilmiş görebilirdin
Barda peşimden gelen o adama, şeytan kovmak için senden
ve Hemingway’den söz ettim:
“Çehov da bir Amerikalıdır aslında”


Neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım
Üstünde dünya haritası olan bir uyku tulumunda uyudum
İyi şeyler gördüm rüyalarımda
Sonra bir gecenin sonunda
Seni öldürdüğüm için kayıtsızca
Ve artık vazgeçtiğim için omuzlarımı tutan o ellerden
Uzun süre yaşayıp uzun süre öldüğüm
ve mezar taşıma “Ernest ve Scott” yazdırdığım için
Kremalı çorbalar, et yemekleri ve şaraptan bıktığım
Ve durulamalık konyak da çevirmediği için sessizliği
altına
“Yağmur kayıtsızca yağıyordu” cümlesinin yerini
“Yağmur yağıyordu” cümlesi aldı


Sesi yaralı bir kaplan gibi bağırırken bıraktım
“Yağmur yağıyor” dedikçe “Kış henüz gelmişti, kar tertemiz
ve her yer bembeyazdı” diyen Hemingway
Ki boks yaparken yazardı
Ya da şöyle söyleyeyim:
Yazarken boks yapardı
Durmadan sesleniyor şimdi bana:
Dünya güzel mi?
Sen soylu musun?
Sevgilin var mı? Mutlu musun?
Eve dönünce kahve, yemekten sonra konyak içiyor musun?
Yoksa hepten mi unuttun şarabın simyasını?


Yağmur hiç yağmadı ben dünyaya baktığım sürece
Bakır altına dönüşünceye dek hiç de yağmayacak zaten
Kayıtsızım,korkarak ormanların başıma vuran gürültüsünden