
Sait Şimşek "Tarih, 25 Ekim 1980 olmalı. Diyarbakır'dan Antep Emniyeti'ne yeni getirilmişim. Aynı yerde 10*12 kişiydik ve hepimizin gözleri bağlıydı. Bir ara, kaldığımızın yerin kapısını usulca aralayıp birini dışarı çıkardılar; onları korkuyla izlediğimden kulağım tetikteydi ve konuşulanların hiçbirini kaçırmak istemiyordum. İşte o sırada bir polis, "Bunu tanıyor musun?" diye sordu içeriden çıkardığı kişiye. O, "tanımıyorum!" dedi belli belirsiz bir sesle. 'Nizip'te Sabun İşçileri Derneği Başkanı'ydı, buna ne diyeceksin?' diye sordu polis. Arkadaşın sesini ilk kez duyuyordum. Kendisinden emindi: 'Ben, Sabun İşçileri Derneği Başkanı değilim. Üstelik adım Sait Şimşek de değil!' dedi. Sonra, Sait'in ailesini getirdiler. Konuşmalarını duyuyordum. 'Bu senin oğlun Sait Şimşek değil mi?' diye sordu polis. 'He' diye yanıtladı diğer bir ses... Sait Şimşek, 'Yanlışın var teyze, ben senin oğlun değilim!' diye karşılık verdi. Sonra eşine sordular: "Kocamdır..." dedi. Ama çocuklarını unutamıyorum bir türlü... Onların, 'Babamızdır' diyen çocuk sesleri kulaklarımdan gitmiyor hiç. Sait, 'Bir yanlışınız var, ben sizin babanız değilim...' derken onları kırmak istemiyor gibiydi.
......
Günlerce kaldığım o yerlerde işkencecilerin ilk kez güçsüz düştüklerini görüyordum. 'N'olursun hiç olmazsa ismini kabul et, senin yüzünden işimizi kaybetmek istemiyoruz...' diyorlardı. (...) Görevlilerin bülbül ağacı diye adlandırdığı, merdivene benzer bir ağaç askı, bir insan askısı vardı. Öylesine gösterişsiz, duvara dayalı bir şekilde dururdu; ama bu askıya ayaklarından asılıp dayanmak çok güçtü. Falakaya, elektriğe, meydan dayağına dayanabilmiş olan kişi, son olarak ayaklarından buraya asılır, bülbülleşmesi beklenirdi.
(...)
Bir ara telsiz konuşmaları yayıldı ortaya, kesik kesikti... 'Bir sonuç alamadık komutanım' diyorlardı. Bir anlık sessizlikten sonra, karşı taraftan bir buyrultu geldi: 'Hergeleye dersini verin!..'
Bir telaş başladı 'görevlilerde'... Konuşmalar, küfürler, 'tüpü getirin!', 'Yakarız lan!' bağırtıları... Sait'in "Ben Sait Şimşek değilim!' demesinin ardından, ortalığı önce bir yanık kokusu kapladı, sonra da bir sessizlik...
Olağanüstü şeylerin olduğunu sezmiştik, ama canlı bir insanı kafasından yakacaklarını hayal bile edemezdik. Oysa bir insanı canlı canlı yakmışlardı işte; hem de askıdayken hem de başının altına piknik tüpü yerleştirerek..."
Sait Şimşek, 12 Eylül faşist darbesi sırasında gözaltına alındı, işkence de direndi, işkencecilerini çaresiz bıraktı, ayaklarından askıya alınarak, başının altına küçük tüp konularak yakılarak katledildi.
Hasan Ocak
21 Mart 1995 günü, bir newroz günü kaçırıldı Hasan Ocak. Devlet 58 gün boyunca bizde yok dedi. Ailesi, yoldaşları aramalarını sürdürdü. Ailesi Hasan’ın işkenceyle öldürülmüş bedeninin İstanbul Beykoz ormanlarında bulunup kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü 15 Mayıs 1995 günü öğrendi.
Kemal Pir
1952 Gümüşhane doğumlu, Ankara Üniversitesi DTCF de okurken KKP'ye katıldı. 14 Temmuz 1892 yılında Diyarbakır Cezaevinde başladığı ölüm orucunda yaşamını yitirdi. Aynı direniş sırasında Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek'te yaşamını yitirmişti. Kemal Pir ya da yoldaşlarının söylediği isimle Piro'nun bütün yaşamı, kendi sözcüklerinde gizliydi.
"Biz yaşamı, uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz"
Sibel Yalçın
9 Haziran 1995 yılında DYP İstanbul il binasına yapılan saldırı sonrası yoldaşlarını kurtarmak için kendini feda etti. Bu feda sırasında sığındığı gecekondu da bulunan aileyi de korumayı unutmadı. Polisin teslim ol çağrılarına, "asıl siz teslim olun, korkaklar" diye cevap verecek kadar da hayatı seviyordu.
....
Devrimciler aslında günümüz kapitalist dünyasında hiç anlaşılmayan ama çok korkulan insanlardır. Onlar, inandıkları hedef için gerektiğinde canını verebilecek kadar büyük bir cesareti barındıran ama çoğu zaman bir dönme dolaba dahi binemeyen insanlardır.
Ne komik değil mi?
Dönme dolaptan korkan ama bir haksızlık karşısında kendi canını verebilecek kadar cesaretli olan insan! Şairin dediği gibi aslında, "Ölümden köpek gibi korkan ama gerektiğinde gözünü kırpmadan ölebilecek olan" insandır devrimci!
Bir devrimcinin ölümü demek, dünyanın ölümü demektir.
Bir devrimcinin ölümü demek, gökyüzünden en parlak yıldızın düşüşü demektir.
Bir devrimcinin ölümü demek, ömrümüzün en güzel yanının yitip gitmesi demektir!
Bir devrimcinin ölümü öyle iki sözcükle anlatılabilecek, keskin sözcüklere sığabilecek kadar değildir. Ne "ölümsüzdür" sloganları ile anlatılır bir devrimcinin etkileri ne de "yaşıyor" güzellemeleri ile. "Bir devrimci oturup kalkması ile devrimcidir, hiçbir şey yapamıyorsa da masada ki boş çay bardağını alır yerine kor" demişti Abdullah Öcalan bir yazısında. Ondan çok uzaklarda Kazım Koyuncu da;"Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii ama anlarlar" diye sözü tamamlamıştır aslında.
Oturup kalkması ile bile devrimi yaşayanlardır devrimci olanlar.
Onlar ki, yüreklerinin en derin yerlerinde, aldıkları nefeste bile devrimi yaşarlar.
Ondan dolayı hiçbir devrimcinin ölümü boşa değildir!
"Boşuna mı öldü şimdi bunlar" diye ara zamanlarda zırt pırt çıkan sözcükler, gelişen sürecin eleştirisi değil, devrime, devrimci mücadeleye, yaşamını yitiren devrimcilere bir hakaretten başka hiçbir olamaz.
Deniz Gezmiş boşuna gitmemiştir o darağacına, İbrahim Kaypakkaya işkencehane de boşuna vermemiştir canını. Gezi de yaşamını yitirenler, Kobanê serhildanında katledilenler, Rojava ve Kobanê direnişinde yaşamını yitirenler boşuna ölmemiştir.
Savaş; uzun soluklu, büyük bedeller ödenen bir süreçtir. Bu bedelleri, bu süreci iyi bilmek, iyi izlemek gerekir. Bir savaşın verilme nedeni zafere ulaşma içindir. Zafer kazanmak ise bir tarafın ya yok olması ya da yenilgiyi kabul edip anlaşma yoluna gitmesi ile alakalı bir durum olabilir ancak. Bugün Kürdistan da süren uzun soluklu gerilla savaşı sonrası gelinen nokta da tam anlamıyla ikinci yoldur. Yani devlet, yenildiğini kabul etme yolunu seçmiş ancak bu kabullenmeyi daha başarabilmiş değildir. Bu süreçte alınacak haklar ve sonrasında ki gelişmeler verilen mücadelenin kazanımları demektir. Kazanımlarda öyle "alın bunlar sizin" olacak şeklinde verilmez. Yıllarca "vatan-millet-sakarya" söylemiyle hareket eden bir devletin bu kafatasçı düşüncelerinden kurtulması bile on yıllar sürer. Ki, savaşın yerine demokratik mücadelenin alması da bu on yıllar sürecek değişimi zirveye götürmek için vardır. Nelson Mandela öncülüğünde yürütülen barış görüşmeleri sırasında Afrika da yaşanan savaştan daha fazla can kaybı yaşanmıştır. Sadece bu örnek bile bu sürecin zorluğunu anlatmaya yetecektir.
Yani, demem o ki, bugün alınan kazanımlar ve bu kazanımlarla beraber sistemin bu kazanımları yozlaştırmak için ön plana çıkarttığı çabaları bir okumak, sistemi iyi tanımak gerekir. Bugün, devletin mücadele sonucu verdiği bütün kazanımlar yine devlet eliyle liberal bir süzgece tabi tutulup yok edilmek, anlamsızlaştırılmak istenmektedir. Bu liberal süzgeç birçok açıdan insandaki algıyı bozmak, onu yeniden sisteme çekmek için vardır. İşte bu, "boşuna mı öldüler" söylemi de, bilinçli ya da bilinçsiz söylenmesi fark etmez, devrimci mücadelenin kazanımlarını yok etmek, boşa çıkartmak için yapılan söylemlerdir.
Hiçbir devrimci boşuna yaşamını yitirmedi.
Hiçbir devrimcinin kanı boşuna bu ülkenin topraklarına akmadı. Bugün yaşanılan ne kadar güzel şey varsa; sistem halen bir korku içindeyse, halkların halen güveneceği bir şeyler varsa bunlar devrimcilerin verdikleri mücadele, bedeller ve yüzü suyu hürmetinedir. Bu ülkenin geleceğinin teminatı sadece ve sadece devrimcilerdir.
Hiçbir devrimcinin ödediği bedel boşuna değildir, olamaz da! Boş olan sistemin ta kendisidir o da yıkılıp gidecektir.