Müzik

11 Kasım 2014 Salı

Zeytine Yemin Olsun !



Durumu romantize etmekten kaçınmaya çalışarak bakmaya çalışıyorum ama yine de, Nuri Pakdil'in, insan seni savunuyorum sana karşı demesi gibi Soma, Yırca köylülerinin zeytinleri müdafası. Aslında bir yerde Pakdil'in ifadesine zeytinleri ekleyip, onu genişleterek yaşıyorlar. Lokal bir direniş olması ayrıca kıymetli. Bunun farkındalar ya da değiller. Belki farkında olmadan, en sahicisinden bir can havliyle adım atmalarındaki basitlik ve temiz niyettir STK'larımızda olmayıp da onlarda olan. 6000 ağaç katledilmiş olsa da bu böyle.

Kesilmiş, parçalanmış uzuvlarını yerlerde gördüğüm, üzerlerinde hala kara kara sayısız taneleri duran zeytin ağaçlarına ve onlar için kan parasını istemiyoruz diye ayaklanan köylülere bakınca, yutkunup düşündüğüm çok şey oldu. Çoğunu yazamayacağım ama en çok baskın gelenlerden biri de; nefs-i müdafa hakkı neden insanla insan arasında sınırlı ki diye hayıflanmamdı. Hopkins'in oynadığı İçgüdü filminde, zamanla bir goril sürüsüyle dost olan, aileye kabul edilen bir Antrpoloğun gorilleri öldüren avcılara saldırıp bazılarını yaralayıp can havliyle öldürmesi üzerine kurulu tartışmalar yer alıyordu. Hopkins'inki bir nevi nefsi-i müdafa, haneye tecavüze karşılık vermekti ormanda. Ölümler olmasın elbette ama filmin vurgulamaya çalıştığı meram anlaşılıyordur sanırım.

İnsan bir yerden sonra anlamakta güçlük çekiyor kendi cinsini. Uzun vadede kendi bencilliğini bile kollayamayacak denli hırsla körleşip kendi yarınına, kendi topuğuna bile nasıl bu kadar hoyratça sıkabilir hazmetmek çok zor. Hadi "ötekileri" geçtim, kendi çocuğun, torunun da yarın el birliğiyle fesada uğrattığımız dünyada soluyacak... Bunu nereye koyuyorlar merak ediyor insan. Gerçi iktidar hırsı, güç tapıcılığı kavmiyetçilikten bile ağır basan bir mevzu. O eşiği aş(a)mayanlar için algılaması bir yerden sonra hayli çetrefilli bir melese. Yoksa insan nasıl bu kadar hunharca tahrip eder ki elinin uzandıklarını.

Tüm bunlar zihnimde dolanırken rahmetli dedemi anımsadım. O hayatını da, tütün yapraklarıyla beraber iğnelere dizip, dizip aynalara asa asa kurutan arif insanı. Bursa'da 10 yaşıma dek kerpiç evin avlusundaki su tulumbasından bedenimle beraber ruhuma da serin sular içirdiğim o incir, leylak, iğde ağaçlarıyla bazeli mekanın omurgası dedemi. Eskiden ayazmanın önündeki toprak yoldan çay geçermiş. Çay ve derelere yetişemesem de arka bahçenin ardındaki kırlar o vakitler hala gelncik tarlasıydı. Üzeri asfalt kaplanmadan önce topladığımız gelinciklerden ninemle beraber şerbet yapardık. Neyse güya nostaljiye kaçmayacaktım. Çay geçermiş demiştim. Çay kumu nedir bilmeyen bir çocukken, yeri hayli derince kazıp çıkan çay kumlarının içindeki sarı yaldızlı tanecikleri altın sanıp sevinçle teker teker kibrit kutusunda topladığım, kuzenlerimle çarşıya gidip nineme hediye alma hayali kurduğumu anımsamışken yazmasam olmaz. Sonra saçak altından seslenen ninem; "ebe gızanlarım bunlar altın değil çay kumu" diye gülüvermişti halimize.

Bu hatıra şuracıkta duradursun, ben aslında dedemden bahsedecektim. Dedeme dair anımsadığım şeylerden biri; ard arda birkaç dönem muhtarlık yaptığı halde hayatı boyunca devletin sigortası ve emekliliği kabul etmeyen, kullanmayan garip bir tarım işçisi olduğuydu. Zaten mübadelen sonra Bursa'da ailesine uygun görülen soysimi de "İşçi" olmuş. Teyzelerimle beraber 3 kuşak tütün işçiliğiyle geçen bir ömür. Sonradan öğrendim ki, şimdilerde kuruyan, bahçedeki tulumbanın gürül gürül akmasını çocukluğumda bir yerde ona borçluymuşuz. Sebebine ve içeriğine çok fazla aşina olmasam da, devletin köyün toprak altı sularına sondaj vurması ve benzer sebeplerle Soma'daki gibi toprakları işgal etmesine karşı muhtarlığı sırasında ahaliyi ayaklandırıp tırpanlar ve tarelerle yolları kesmişler. Bizimkilerin dediğine göre yine de görevli güçler Demirtaş tarafından dolanıp kaynak sularının canına okumuşlar bir şekilde. Ninem, eskiden çapalayıp bıraktığımız yerleri ertesi gün yer altı suyunun bereketiyle yumuşamış, toprağı resmen bağrından su fışkırmış bulurduk, şimdi kaz bakalım iki karış altında beton tozlarını bulursun, derdi daha bizim köy kapitalizmle bu kadar kendini kaybedip köylükten çıkmadan evvel. Evet, dedemin eline tırpanını alıp komşularıyla sistemin karşısına dikilmesi belki bahçedeki su tulumbasının kurumasını az biraz geciktirmekten başka bir "başarıyı" doğurmasa da ona minnettarım. Onun bana aktarılan sözlü ya da sözsüz bu duruşu, topraktan, sudan ve fidanlardan yana olan tavrı sebebiyle ben bugün katledilen ağaçlara dair sahici bir acı duyabiliyorum. Onun bu samimi ve vakur duruşunun izi bana bu satırları yazdırıyor. Bu yüzden demem o ki, evet belki Yırça köylülerinin can havliyle sergiledikleri duruş 6000 ağacın öldürülmesine mani olamasa da, umarım evlatlarına, torunlarına bir aşı olur.

Dedemin ve arkadaşlarının direnişi evet toprak altı sularını kurtarmaya yetmedi. Ama bahçemizde Yusufçuk kuşlarının tünediği o güzelim incir, iğde, ceviz, nar, ayva ağaçlarını benim ömrüme uladı. Dediğim gibi, o hikaye benim içimde bir incir ağacı dikti ki şimdi katledilen zeytin ağaçlarına dair büyük bir sızı hissedebiliyorum. O yüzden, o ayaklanan köylüler o ağaçları kurtaramasa da, bir umuttur yarına dair. Onların çocuklarına, torunlarına dair... Evet, oturup çocuklarına, torunlarına neden para istemiyoruz diye haykırdıklarını anlatmaları umuttur. Olanlara göz yumduktan sonra, "Bakanlar" kapitalizme müsade etmeyeceğiz diye ekranlardan utanmadan höykürürken... Zeytine yemin olsun bu böyledir!