Müzik

11 Kasım 2014 Salı

Hem Keser Hem Dikeriz Çün Biz Dövletiz !



Soma’nın Yırca köyünde 6 bin zeytin ağacının sökülmesi sonrası Danıştay’dan gelen yürütme durdurma kararından güç alan köylüler, alandaki tel örgüleri kaldırarak sökülen ağaçların yerine ilk fidanı dikti.


Fotoğraf: @yircakoyu

Yemeklerin yapıldığı, lokmaların döküldüğü alanda konuşan Yırca Köyü muhtarı Mustafa Akın,“Sökülen 6 bin zeyin ağacı yerine 16 bin fidan dikeceğiz” dedi.


Fotoğraf: Nur Banu Kocaaslan/Diken

Yargı sürecinin devamına karşın Kolin’in hukuksuzca ağaçlarını kesmesine direnen, bu nedenle de özel güvenlikten dayak yiyen, kelepçelenen, gaz saldırısına maruz kalan köylüler Danıştay 6’ncı Dairesi’nin termik santral yapımı için acele kamulaştırma kararının yürütmesini durduran kararı sonrası harekete geçti.


Fotoğraf: DHA

Sabah saatlerinde, ağaç katliamının yaşandığı alanı çevreleyen tel örgüleri mahkeme kararına uyarak el birliğiyle kaldıran Yırcalılar, burada yemekler hazırlayıp, lokma döktü.


Fotoğraf: @yircakoyu

Daha sonra binlerce ağacın söküldüğü alana ilk fidanı diken ve ‘can suyu’nu veren köylüler geniş katılımlı bir forum gerçekleştirdi.


Fotoğraf: Nur Banu Kocaaslan/Diken

Forumdaki konuşmalarda termik santrale karşı olunduğu bir kez daha vurgulandı.


Fotoğraf: @yircakoyu

Yırca Köyü muhtarı Mustafa Akın da sökülen çoğu 80 yıllık 6 bin zeytin ağacının yerine 16 bin fidan dikeceklerini kaydetti.

Fotoğraf: Nur Banu Kocaaslan/Diken

Alanda katliamdan sağ kurtulmayı başarmış bir zeytin ağacı ‘dilek ağacı’ haline getirildi.


Fotoğraf: @yircakoyu

Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararının ardından Kolin şirketi görevlileri kalan eşyalarını almak için alana jandarma koruması altında geldi.


Fotoğraf: @yircakoyu

Kapitalizm mi Vahşi Siz mi ?


Kolin şirketinin termik santral uğruna Soma’nın Yırca köyünde 6 bin zeytin ağacını kestiği doğa katliamını değerlendiren Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, “Çevreyi vahşi kapitalizmin kurallarına terk edemeyiz” dedi. Kolin’in açıklamasında ise süreç boyunca gerçekleştirilen tüm ‘işlemler’in bizzat hükümetin onayından geçtiği görülüyor.
‘Çevreyi vahşi kapitalizmin kurallarına terk edemeyiz’



Hürriyet gazetesinden Deniz Zeyrek’e konuşan Kurtulmuş, Yırca’da yaşananlara ilişkin bir soruya,“Santrallara ihtiyacımız var ama zeytin de zor yetişir” yanıtını verirken, çevre ile kalkınma arasında bir yol bulmak gerektiğini savundu. Çevreyi kontrolsüz şekilde bozacak projelerin hayata geçirilmemesi gerektiğini vurgulayan Kurtulmuş, “Çevreyi vahşi kapitalizmin kurallarına terk edemeyiz” diye konuştu.

Yırca’daki katliamı gerçekleştirilen Kolin Grubu’nun dünkü açıklamasında ise şirketin Yırca’ya uzanan yolunu, hükümetin aldığı kararlarla bizzat döşediği görülüyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ÇED olumlu belgesi verdi


Fotoğraflar: DHA

Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu’nun (TKİ) 28 Ağustos 2012’de düzenlediği termik santral ihalesini kazanan şirket, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’ndan (EPDK) ön lisans belgesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan ise ÇED olumlu belgesi almış.
Enerji Bakanlığı ‘kamu yararı’nı onayladı



Projeye ilişkin EPDK tarafından 26 Aralık 2013 tarihinde verilen ‘kamu yararı’ kararı 13 Ocak 2014 tarihinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından onaylanmış.
Bakanlar Kurulu ‘acele kamulaştırma’ kararı aldı


Bakanlar Kurulu’nun 6 bin ağacın kesildiği alana ilişkin 21 Nisan 2014’te aldığı acele kamulaştırma kararı 10 Mayıs 2014 tarihli Resmi Gazete’de de yayımlanmış.

Söz konusu kararın ardından zeytin ağaçlarının bulunduğu araziye ilişkin tahliye emri ise Hazine adına Soma İcra Müdürlüğü tarafından gönderilmiş.

Zeytine Yemin Olsun !



Durumu romantize etmekten kaçınmaya çalışarak bakmaya çalışıyorum ama yine de, Nuri Pakdil'in, insan seni savunuyorum sana karşı demesi gibi Soma, Yırca köylülerinin zeytinleri müdafası. Aslında bir yerde Pakdil'in ifadesine zeytinleri ekleyip, onu genişleterek yaşıyorlar. Lokal bir direniş olması ayrıca kıymetli. Bunun farkındalar ya da değiller. Belki farkında olmadan, en sahicisinden bir can havliyle adım atmalarındaki basitlik ve temiz niyettir STK'larımızda olmayıp da onlarda olan. 6000 ağaç katledilmiş olsa da bu böyle.

Kesilmiş, parçalanmış uzuvlarını yerlerde gördüğüm, üzerlerinde hala kara kara sayısız taneleri duran zeytin ağaçlarına ve onlar için kan parasını istemiyoruz diye ayaklanan köylülere bakınca, yutkunup düşündüğüm çok şey oldu. Çoğunu yazamayacağım ama en çok baskın gelenlerden biri de; nefs-i müdafa hakkı neden insanla insan arasında sınırlı ki diye hayıflanmamdı. Hopkins'in oynadığı İçgüdü filminde, zamanla bir goril sürüsüyle dost olan, aileye kabul edilen bir Antrpoloğun gorilleri öldüren avcılara saldırıp bazılarını yaralayıp can havliyle öldürmesi üzerine kurulu tartışmalar yer alıyordu. Hopkins'inki bir nevi nefsi-i müdafa, haneye tecavüze karşılık vermekti ormanda. Ölümler olmasın elbette ama filmin vurgulamaya çalıştığı meram anlaşılıyordur sanırım.

İnsan bir yerden sonra anlamakta güçlük çekiyor kendi cinsini. Uzun vadede kendi bencilliğini bile kollayamayacak denli hırsla körleşip kendi yarınına, kendi topuğuna bile nasıl bu kadar hoyratça sıkabilir hazmetmek çok zor. Hadi "ötekileri" geçtim, kendi çocuğun, torunun da yarın el birliğiyle fesada uğrattığımız dünyada soluyacak... Bunu nereye koyuyorlar merak ediyor insan. Gerçi iktidar hırsı, güç tapıcılığı kavmiyetçilikten bile ağır basan bir mevzu. O eşiği aş(a)mayanlar için algılaması bir yerden sonra hayli çetrefilli bir melese. Yoksa insan nasıl bu kadar hunharca tahrip eder ki elinin uzandıklarını.

Tüm bunlar zihnimde dolanırken rahmetli dedemi anımsadım. O hayatını da, tütün yapraklarıyla beraber iğnelere dizip, dizip aynalara asa asa kurutan arif insanı. Bursa'da 10 yaşıma dek kerpiç evin avlusundaki su tulumbasından bedenimle beraber ruhuma da serin sular içirdiğim o incir, leylak, iğde ağaçlarıyla bazeli mekanın omurgası dedemi. Eskiden ayazmanın önündeki toprak yoldan çay geçermiş. Çay ve derelere yetişemesem de arka bahçenin ardındaki kırlar o vakitler hala gelncik tarlasıydı. Üzeri asfalt kaplanmadan önce topladığımız gelinciklerden ninemle beraber şerbet yapardık. Neyse güya nostaljiye kaçmayacaktım. Çay geçermiş demiştim. Çay kumu nedir bilmeyen bir çocukken, yeri hayli derince kazıp çıkan çay kumlarının içindeki sarı yaldızlı tanecikleri altın sanıp sevinçle teker teker kibrit kutusunda topladığım, kuzenlerimle çarşıya gidip nineme hediye alma hayali kurduğumu anımsamışken yazmasam olmaz. Sonra saçak altından seslenen ninem; "ebe gızanlarım bunlar altın değil çay kumu" diye gülüvermişti halimize.

Bu hatıra şuracıkta duradursun, ben aslında dedemden bahsedecektim. Dedeme dair anımsadığım şeylerden biri; ard arda birkaç dönem muhtarlık yaptığı halde hayatı boyunca devletin sigortası ve emekliliği kabul etmeyen, kullanmayan garip bir tarım işçisi olduğuydu. Zaten mübadelen sonra Bursa'da ailesine uygun görülen soysimi de "İşçi" olmuş. Teyzelerimle beraber 3 kuşak tütün işçiliğiyle geçen bir ömür. Sonradan öğrendim ki, şimdilerde kuruyan, bahçedeki tulumbanın gürül gürül akmasını çocukluğumda bir yerde ona borçluymuşuz. Sebebine ve içeriğine çok fazla aşina olmasam da, devletin köyün toprak altı sularına sondaj vurması ve benzer sebeplerle Soma'daki gibi toprakları işgal etmesine karşı muhtarlığı sırasında ahaliyi ayaklandırıp tırpanlar ve tarelerle yolları kesmişler. Bizimkilerin dediğine göre yine de görevli güçler Demirtaş tarafından dolanıp kaynak sularının canına okumuşlar bir şekilde. Ninem, eskiden çapalayıp bıraktığımız yerleri ertesi gün yer altı suyunun bereketiyle yumuşamış, toprağı resmen bağrından su fışkırmış bulurduk, şimdi kaz bakalım iki karış altında beton tozlarını bulursun, derdi daha bizim köy kapitalizmle bu kadar kendini kaybedip köylükten çıkmadan evvel. Evet, dedemin eline tırpanını alıp komşularıyla sistemin karşısına dikilmesi belki bahçedeki su tulumbasının kurumasını az biraz geciktirmekten başka bir "başarıyı" doğurmasa da ona minnettarım. Onun bana aktarılan sözlü ya da sözsüz bu duruşu, topraktan, sudan ve fidanlardan yana olan tavrı sebebiyle ben bugün katledilen ağaçlara dair sahici bir acı duyabiliyorum. Onun bu samimi ve vakur duruşunun izi bana bu satırları yazdırıyor. Bu yüzden demem o ki, evet belki Yırça köylülerinin can havliyle sergiledikleri duruş 6000 ağacın öldürülmesine mani olamasa da, umarım evlatlarına, torunlarına bir aşı olur.

Dedemin ve arkadaşlarının direnişi evet toprak altı sularını kurtarmaya yetmedi. Ama bahçemizde Yusufçuk kuşlarının tünediği o güzelim incir, iğde, ceviz, nar, ayva ağaçlarını benim ömrüme uladı. Dediğim gibi, o hikaye benim içimde bir incir ağacı dikti ki şimdi katledilen zeytin ağaçlarına dair büyük bir sızı hissedebiliyorum. O yüzden, o ayaklanan köylüler o ağaçları kurtaramasa da, bir umuttur yarına dair. Onların çocuklarına, torunlarına dair... Evet, oturup çocuklarına, torunlarına neden para istemiyoruz diye haykırdıklarını anlatmaları umuttur. Olanlara göz yumduktan sonra, "Bakanlar" kapitalizme müsade etmeyeceğiz diye ekranlardan utanmadan höykürürken... Zeytine yemin olsun bu böyledir!

Ak Saray İçin 9 Soru


Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği arazisine inşa edilen yeni ‘saray’ı, ilk günden bu yana hukuksuzlukları, maliyeti ve mimarisiyle sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada ilgi çekmeye devam ediyor. Peki inşaat süresinde ihlal edilen mahkeme kararları neydi, ‘saray‘ ne kadara mal oldu, adı neden ‘Ak Saray‘ kaldı, dünyadaki ‘benzer‘ ya da benzemeyen örnekler ne?


1- ‘Ak Saray projesi nasıl ortaya çıktı, nerede inşa edildi?

Bakanlar Kurulu 2012 yılında ‘Başbakanlık Hizmet Binası’ yapımı amacıyla Gazi Yerleşkesi arazisini ‘Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje Alanı’ ilan etti. Ardından da Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara Büyükşehir Belediyesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, Orman Bakanlığı ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun işbirliğiyle, ‘Ak Saray’ olarak bilinen projenin inşaatı başlatıldı.

‘Ak Saray’, Ankara’nın en büyük ve en önemli kentsel yeşil alanı olarak kabul edilen Atatürk Orman Çiftliği arazisinde inşa edildi.


Fotoğraf: aoc.gov.tr

1937 yılında Atatürk’ün vasiyetiyle devlete emanet edilen Atatürk Orman Çiftliği, 1950’de çıkarılan bir yasayla resmi statüsüne kavuştu. 1950’den sonra çeşitli kurum ve kuruluşlara tahsis ve satış yapılarak amaçları dışında parça parça küçültülen AOÇ, 1992’de ‘Doğal ve Tarihi Sit Alanı’ ilan edilerek koruma altına alındı.

Mimarlar Odası’na göre AOÇ’deki yapılaşma süreci, 2006’da yapılan yasal düzenlemelerle Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne verilen yetkiye dayanarak hazırlanan Nazım İmar Planı ile başladı.

2011 yılında AOÇ’nin ‘1’inci Derece Doğal ve Tarihi Sit’ alanı statüsü ‘3’üncü Derece Doğal Sit’alanına dönüştürüldü ve ‘Tarihi Sit’ statüsü kaldırıldı. Aynı yıl çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile çiftlik arazisinin parçalanarak ya da tamamının adalet hizmetlerinde veya Bakanlar Kurulu’nca belirlenecek kamu hizmetlerinde kullanılması için bedelsiz olarak hazineye devredilebilmesinin önü açıldı.



Sayıştay’ın hazırladığı AOÇ Müdürlüğü 2012 raporunda, çiftlikte toplam 33 bin 256 dekar orman bulunduğu tespit edildi. Bu rakam 87 yıl önce, yani 1925 yılında toplam 55 bin 540 dekardı. Buna göre, toplam çiftlik arazisinin yüzde 40’ı yok edildi. En önemli sebebin yol açma olduğu belirtiliyor.
2- ‘Ak Saray’ için hukuki süreç nasıl işledi?

AOÇ’deki söz konusu arazi ve projeyle ilgili iki kez durdurma kararı verildi. Önce Ankara 11’inci İdare Mahkemesi de AOÇ’deki yedi hektarlık alanı sit statüsünden çıkaran Tabiat Varlıkları Bölge Komisyonu kararının yürütmesini durdurdu.

Ardından Ankara 5’inci İdare Mahkemesi, AOÇ’deki 33 bin 500 dekarlık alanda yapılan AOÇ Nazım İmar Planı ve 1’inci Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ile Ulaşım Uygulama Projesi’nin yürütmesini durdurdu.

Dava için hazırlanan bilirkişi raporunda,“Herhangi bir alanda inşa edilebilecek bir kamu yapısının kültür ve tabiat varlıklarının sürdürülmesinden daha önemli bir kamu yararı barındırdığı kolaylıkla savunulamaz. Bu ölçüt herhangi bir alanda inşa edilebilecek kamu yapısının kullanım ihtiyaçlarıyla karşılanabilir gözükmemektedir” ifadeleri yer almıştı.

Ankara Barosu, mahkemenin durdurma kararlarına rağmen Ankara Atatürk Orman Çiftliği’nde inşası süren ‘Ak Saray’ ve AnkaPark için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. TOKİ, ‘Ak Saray’ın iskan belgesini soran Mimarlar Odası Ankara Şubesi’ne, söz konusu bilginin ‘devlet sırrı’ kapsamında olduğu gerekçesiyle olumsuz yanıt verdi.



Erdoğan, ‘Ak Saray’ için yıkım kararı veren yargıya‘Güçleri yetiyorsa yıksınlar‘ diye çıkışmış, daha sonra da, “Neyi durduruyorsun? Her şey bitmiş, her şey yolunda. Sizin aklınız sonradan mı başınıza geliyor?” demişti.
3- ‘Ak Saray’ ne kadara mal oldu?

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, ‘Ak Saray’ın maliyetini 1 milyar 370 milyon TL olarak açıkladı. Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nun 5 Kasım tarihli toplantısında konuşan Şimşek, şu an dek 964 milyon TL harcanan ‘Ak Saray’ın toplam 1 milyar 370 milyon TL’ye mal olacağını kaydetti.

Erdoğan da Türkmenistan dönüşünde yeni jetinde gazetecilere yaptığı açıklamada, ”Maliyet konusunda 750-800 milyon dolar gibi rakamlardan bahsedenler var. Bu kesinlikle doğru değil. Maliyet 500 milyon dolar civarında” dedi.


Fotoğraf: DHA

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan ise 21 Mayıs tarihli basın toplantısında sarayın maliyeti hakkında şu bilgileri paylaşmıştı:

“Bütün kolonlar çelik konstrüksiyon üzerine ‘yeşil granit’ kaplama yapılmış. Bu granitlerin işlemesiz durumda 1 m² maliyeti 200 USD, işlemeli olunca maliyet artıyor. Sadece 1 metrekaresinin maliyeti 16 maden işçisinin bir günlük ücretine bedel. Antalya’dan gelen Limra taşının 1 m ² maliyeti 120 USD ile 200 USD arasında değişiyor. Bunlar çelik uçlu matkaplarla işleniyor. İşlemeyle birlikte 250 USD.”
4- Adı neden ‘Ak Saray’ kaldı?



Binanın resmi adı ‘Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ olsa da, halk arasında ‘Ak Saray’ olarak anılıyor. İlk olarak başbakanlık sarayı olarak tasarlanan ancak Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi ihtimali nedeniyle de ismi uzun süre açıklanmayan konuta ‘Ak Saray‘ adını ‘koyan‘ kişi, Başbakan Ahmet Davutoğlu.

Davutoğlu, ağustos başında TRT’de katıldığı canlı yayında, konuttan ‘AK Saray‘ olarak bahsetmişti: ”… İster Çankaya olsun ister yeni Ak Saray karşılaştırmaları etrafında olsun. Yeni Türkiye’nin çerçevesini kongrede 9 maddede ifade ettim” diye konuşmuştu.

Binanın resmi adının ‘Cumhurbaşkanlığı Sarayı’olduğu, Ermenek’teki maden faciası nedeniyle iptal edilen Cumhurbaşkanlığı resepsiyonunun davetiyelerinden öğrenilmişti.
5- ‘Ak Saray’ nasıl tanıtıldı ?



29 Ekim’deki açılışı Ermenek faciası nedeniyle ertelenen ‘Ak Saray’ için hazırlanan tanıtım filmi sosyal medyada ilk kez 27 Ekim’de yayınlandı. İstiklal Marşı’nın farklı bir melodiyle seslendirildiği, Dr. Ramazan Uçar imzalı ‘mehter‘versiyonunun fon müziği olarak kullanıldığı videoda, uçan kamera çekimleri ve hareketli bir kurgu tercih edilmiş.

Seçimlere yetiştirilmek için aceleyle yapıldığı bilinen inşaatın tanıtım filmi de ‘aceleye gelmiş’. Yaklaşık bir buçuk dakika süren videodaki kimi sahnelerde ‘Ak Saray’ın tam ortasında bir ‘tanker’göze çarpıyor.

Tanıtım filminde ihtişamına vurgu yapılan ‘Ak Saray’ın neredeyse bir mahalleyi aydınlatacak kadar iyi ışıklandırıldığı dikkat çekiyor.

Ancak 3 Mart 2014 gecesi saray inşaatında hayatını kaybeden 28 yaşındaki Savaş Oğuz adlı işçinin ölümüne ilişkin bilirkişi raporunda, gece çalışması için gerekli aydınlatmanın yapılmamış olması ihmaller arasında sıralanıyordu.
6- ‘Saray’ın mimari özellikleri ne?



Binada ‘Selçuklu mimarisinin modernize edildiği’ savunulurken, Mimar Şefik Birkiye de ‘Türk motiflerinden esinlenip modernleştirip kendi stillerine uydurup bir senfoni gibi her tarafa yaydık‘’ demişti. Erdoğan’ın kendisi de, son olarak mimariden memnun olduğunu şu sözlerle açıkladı:

”Bizim amacımız, tıpkı ecdadımız gibi, ülkemize kalıcı bir eser bırakmak. Projeyle ilgili olarak ben nasıl bir şey istediğimizi söyledim. O da şuydu: Binanın dışında, Ankara’da da izlerini gördüğümüz Selçuklu mimarisi olmalı. İçeride Osmanlı’nın taban tavan arasındaki mesafedeki o rahatlık olmalı. Donanım olarak da modern teknolojinin kullanıldığı akıllı bir bina olmalı. Sağ olsun arkadaşlar, iyi bir iş çıkardılar.”

Ancak Türkiye’nin önde gelen mimarları aynı fikirde görünmüyor. Ülkenin en önemli mimarlarından Nevzat Sayın, ”İktidar, Selçuklu ‘olmak’ istiyor ama aralarında Selçuklu mimarisinin ne olduğunu bilen biri yok… Kaçırdıkları ise şu: Zamanın ruhu diye bir şey var. Bir derede iki kere yıkanamazsın” görüşünde. Sayın, Ak Saray için şunları söyledi:

”AK Saray, kafası karışık, ne yapacağını bilemeyen, geriye doğru bakmayı bilmeyen, geriye doğru baktığında bulabileceği şeylerin sayısı hakkında bile bir fikri olmayan, ileri doğru bakışı tıkalı, arada bir yerde kalmış bir adamı yansıtıyor.”

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, Saray hakkında şu değerlendirmede bulunmuştu: “Merdivenleri Dolmabahçe Sarayı’nın merdivenlerinden, seyir terası Topkapı Sarayı’ndan özentidir. Anıtkabir’in önündeki meydandan daha büyük bir hitabet meydanı ve bin odalık sarayın büyük kabul salonları var. Cumhuriyet rejiminin yapısı olmadığı ayan beyan ortada”.


Fotoğraf: DHA

Candan son olarak da, binanın kuşbakışı görüntüsü hakkında ”Cumhurbaşkanı kaçak saraya yukarıdan bakması halinde mimari formunun alaturka tuvalet taşına benzediğini görecektir” yorumunu yaptı.
7- Dünya ‘Ak Saray’ı nasıl gördü?

‘Ak Saray’a yönelik eleştiriler Türkiye’yle sınırlı kalmadı. Yeni Cumhurbaşkanlığı konutu, maliyetinin yüksekliği ve inşaat sürecindeki hukuksuzluklar nedeniyle dünya basınında da geniş yankı uyandırdı.

En sert yorum, ABD’nin saygın gazetelerinden New York Times’dan geldi. Erdoğan için hazırlanan diğer konutları da sırayalan gazete, “Bunların hepsi, tek bir adamın çok büyük olan hırslarına hizmet etmek için yapıldı: Recep Tayyip Erdoğan” diye yazdı.

İngiliz özerk yayın kuruluşu BBC de, saraya özel bir video hazırlayarak büyüklüğünü ve yüksek maliyetini eleştirdi.



Almanya’da yayımlanan Der Spiegel ise ‘Ak Saray’dan yola çıkarak şu yorumu yaptı;“Erdoğan, iktidar gücü ve ‘Yeni Türkiye’siyle tarihe geçmek istiyor. Yasalar ve kurallar, Ak Saray’ın yapımında da görüldüğü gibi onu sadece rahatsız ediyor.”

Mısır’ın devlet gazetesi olan El Ahram da ‘Ak Saray’ için ”Bu saray, Erdoğan’ın megalomanisini, mevki ve servet hırsını, kendisi sultanın tahtında otururken Osmanlı’nın emperyal zenginliğini ve ihtişamını canlandırma arzusunu açıkça ortaya koyuyor” yorumunu yaptı.
8- Erdoğan nasıl savundu?


Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yeni konutunu özetle ‘Yeni Türkiye’ye böylesi yakışır’ argümanıyla savunuyor. Erdoğan, konutun ilk başta Başbakanlık binası olarak tasarlandığını, mevcut Başbakanlık konutunun dışında tören yapılacak alan olmadığını da söylüyor:

”Bu bina, ülkemiz için bir ihtiyaçtı. O nedenle yapıldı. Yabancı konukları karşılama törenlerini, caddeyi trafiğe kapatmak suretiyle sokakta yapmak durumunda kalıyorduk. Hem kapalı alanda tören yapma şansımız olacak, hem de açık alanda. Türkiye’ye yaraşan, tüm ihtiyaçlara cevap veren bir bina yapıldı.”

Başbakanlık’tan yapılan açıklamaysa ”Tüm bu imkânların gerçek sahibi sadece millettir. Emanetin kime verileceğine de yine sadece aziz milletimiz karar verecektir” denildi.
9- Diğer ülkelerde ‘benzer’ saraylar var mı?



289 bin metrekarelik alana yayılan Ak Saray hakkında, dünyadaki muadilleriyle karşılaştırıldığında fazla ‘gösterişli’ yorumu yapılıyor. Bazı benzer konutlara dair bilgiler şöyle:

Birleşik Krallık’ta Kraliyet ailesinin ikamet ettiği ve 1837 yılında inşa edilen 775 odalı Buckingham Sarayı, 77 bin metrekarelik bir alanı kaplıyor. Birleşik Krallık’ı yöneten siyasetçiler ise Başbakan David Cameron da dahil, Downing Sokağı’ndaki binalarda yaşıyor.

ABD Başkanlarının konutu olan Beyaz Saray’sa (White House – Beyaz Ev) 1792’de inşa edildi; 132 odalı Beyaz Saray’ın kullanım alanı 5 bin 100 metrekare.

Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ise Paris’in merkezindeki Élysée Sarayı’nda yaşıyor. 1718 yılında inşasına başlanan Saray, 1874’den bu yana cumhurbaşkanlığı konutu olarak kullanılıyor.

Türkmenistan’ın Devlet Başkanlığı Konutu ise Oğuzhan Sarayı. 488 bin metrekarelik bir alana inşa edilen Saray, 250 milyon dolara (yaklaşık 571 milyon TL) mal olmuştu.

Almanya’da 2001 yılında inşa edilen resmi başbakanlık konutundaysa 200 metrekarelik bir alanda hazırlanan iki oda kişisel kullanım için düşünülmüş. Başbakan Angela Merkel ise ailesiyle Berlin’de bir apartman dairesinde yaşıyor.

İntihar Şiir İşçi ve Şair



Aşağıda okuyacağınız şiirler, Çin’in işçi intiharları, iş katliamları ve askeri çalışma disiplini ile dünya çapında lanetli bir şöhret sahibi, toplam 1 milyondan fazla işçinin çalıştığı Foxconn’da, 3 yıl çalıştıktan sonra intihar etmiş Çinli göçmen bir işçi, Xu Linzi’nin evrensel bir değere sahip şiirleridir.

Foxconn fabrikalarında 2010 yılında 18 işçi intihar girişiminde bulundu, 14′ü öldü. Sonraki yıllarda işçi intiharları azalmakla birlikte sürdü. İşçi intiharlarında azalma dev şirket yönetiminin işçi yatakhanelerine dış alt tarafına ağ germek gibi komik önlemlerinden çok 2012 yılından itibaren işçi direnişlerinin yükselmesine bağlıdır. Foxconn işçilerinin ilk direnişleri de tipiktir; topluca fabrikaların çatısına çıkıp toplu intihar girişiminde bulunmak. Fakat bunu, fiili kitle grevleri dalgası ve örgütlenme girişimleri izler. Foxconn işçileri bu çetin direnişler sonucunda 2 kata yakın ücret artışı ve çalışma koşullarında kısmi iyileştirmeler gibi, yalnız Çin işçi sınıfı açısından değil dünya proletaryası açısından önemli kazanımlar elde etmeye başlar. Çinli göçmen işçileri eskisi çalıştıramaz hale gelen Foxconn’un buna yanıtı ise, fabrikaları robotize etmek, bazı fabrikaları mücadelelerin yoğunlaştığı kıyı şeridinden iç bölgelere kaydırmak olur. Foxconn, önümüzdeki 3 yıl içinde çalıştırdığı 1 milyon işçi sayısını yarıya düşürüp fabrikalarında 300 bin robot ve otomasyon sistemlerini devreye sokacağını açıkladı.

Xu Linzi kırsaldan yoksulluk içinde kente, fabrikalara çalışmaya gelen milyonlarca göçmen işçiden biridir. Ama kitaplara, okumaya, sanata, edebiyata, bilime meraklıdır; çoğu göçmen işçinin yaptığı gibi 5-6 yıl herşeye katlanarak bir miktar para biriktirmek için en ağır koşullarda fabrikalarda çalıştıktan sonra, köyüne dönüp evlenip küçük bir ev inşaa etmekten ibaret olan kaderi paylaşmak istemez. Çalışma dışı zamanının tamamını geçirdiği büyük kütüphanelerin, üç kuruşluk ücretinin tamamını yatırdığı büyük kitapçıların olmadığı bir yerde yaşayamayacağını düşünür. 3 yıl montaj hattında ölümüne çalıştığı Shenzen’deki Foxconn fabrikasında, şiir, edebiyat ve gazetecilik çalışmalarına daha fazla zaman ayırabilmek için büro işine geçmeyi umar. Bu umudu gerçekleşmeyince dayanamaz hale geldiği fabrikadaki işini bırakır. Başka şehirlere giderek, sanatsal çalışmalarını sürdürme olanağı olacak farklı işler arar. Tabii bu tür bir iş bulamaz, yeniden umutsuzluğa kapılır, Ekim 2014′te intihar eder.

Xu Linzi’nin ilk şiirleri, 1 milyon işçinin çalıştığı Foxconn’un iç gazetesinde yayınlanır. Burada yayınlanan şiir, öykü, makale, film eleştirileri ona ilk edebiyat ve gazetecilik eğitimi ve heyecanını kazandırır. Fabrika, montaj hattı, göçmen işçilerin çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin eleştirel dozu ve etkisi giderek artan şiirleri sansürlenerek yayınlansa da, Foxconn işçileri arasında büyük bir etki yaratır, elden ele dolaşarak işçiler tarafından yüksek sesle birlikte okunur. Şiir ve sanata olan doğal yeteneği gazete editörlerinin dikkatini çekse ve gazete onsuz çıkamaz hale gelse de, sansür ve şiirlerini gönderdiği sanat dergi ve gazetelerinin bunları yayınlamaması, şiir ve sanatsal çalışmalarına daha fazla zaman ve olanak sağlayacak koşulların olmaması, aşırı duyarlı, içe kapalı ve utangaç işçi gencin umudunu iyice kırar.

Şiire olan olağanüstü doğal yeteneği ile çok çetin koşullarda incelemeye çalıştığı geleneksel ve modern Çin şiiri ve sanatı üzerine çalışmalarından, neoliberal kapitalizmin yıkıcı, ezici çalışma ve yaşam koşullarının deneyimi ile ince sanatsal duyarlığın birleşiminden, yalnızca Çin’de değil dünya çapında benzer koşullardaki yüz milyonlarca işçiyi kucaklayan ve hitap eden, yıkıcı proleterleşme süreçlerinin en çıplak, en yalın, en içerden, en keskin eleştirel, evrensel bir işçi şiiri doğar. “Montaj hattında, on binlerce işçi kağıttaki sözcükler gibi dizilmiş/ “Daha hızlı, acele edin” diye havladığını duyuyorum denetçinin.” diye anlatır yaşadıklarını. “Acılar içinden akarak/nihayet kalemimin ucuna erişiyorum/kağıda kök salarak sağaltmaya çalışıyorum kendimi/benim yazdıklarımı ancak göçmen işçilerin kalpleri anlayabilir” diye paylaşır hislerini. Gençliğinin -henüz 20′lerin başındayken- nasıl solup gittiğini gün gün hissederek haykırır: “Gündüz gece nasıl yerle bir olduğunu seyrediyorum gençliğimin/Preslenmiş, cilalanmış, kalıbına dökülmüş/Birkaç kuruşluk, ücret denilen faturaların.”

Linzi’nin şiirlerini İngilizce çevirisinden (http://libcom.org/blog/xulizhi-foxconn-suicide-poetry) Türkçe’ye çevirmeye çalıştık. Şiirlerin çeviride, hele ki ikinci dilden üçüncü dile çevrilirken estetik değerinden epey şey kaybettiği bilinse de, Linzi’nin bir işçi olarak yaşadıkları kadar bunları ifade etmedeki hem olağanüstü yalınlık hem de sarsıcılığı bu zorluğu aşmamızı kolaylaştırdı. Hele ki seri işçi katliamları furyasının yaşandığı Türkiye işçi sınıfının yeniden oluşum sarsıntılarındaki karşılıklarıyla nasıl doğaçlama biçimde kaynaştığı görüldüğünde, Çince İngilizce Türkçe ve toplumsal-kültürel doku özgüllükleri ne olursa olsun, konuşanın evrensel proletarya olduğunu görmek zor olmayacaktır.

Linzi’nin şiirlerine evrensel derinliğini kazandıran, yalnızca bir işçinin acılarını, kendi ürettiklerine, kapitalistlerin elinde canavarlaşan ve düşmanlaşan üretici güçlerine, emeğine, kendine yabancılaşması, yalnızlaştırılmasını, “ücret, makine, montaj hattı, çıktı” kelimeleri altında gençliğinin, düşlerinin nasıl ezildiğini çok çarpıcı biçimde dile getirmesi değil, şiiri de proleterleştirmesi, bu uzlaşmaz sınıf karşıtlığını en kaba ve acımasız ücretli kölelik gerçeğinin karşısına yalnızca ve basitçe biraz daha iyi ücret ve çalışma koşulları istemini değil, işçilerin çok yönlü toplumsallaşmış bireyler, yeni bir yaşam ihtiyaç ve özlemini koyarak daha ileriye taşıyabilmesidir. Bu yüzden Linzi’nin şiirleri her ne kadar acı ve ümitsizlikle karılmış görünse de, dünya çapında gelişmekte olan fiili kitle grevleri, işçi isyan ve direnişleri, daha gelişkin proleter devrimci kolektif örgütlenme ve mücadelelerine doğru yazılmayı bekleyen şiirlerinin, tohumunu ve esinini de içinde taşımaktadır.



Xu Linzi (1990-2014)


《冲突》
Çelişki

他们都说
Herkes diyor ki
我是个话很少的孩子
Ben birkaç kelimelik bir çocukmuşum
对此我并不否认
Bunu inkar etmiyorum
实际上
Ama gerçekte
我说与不说
Konuşsam da konuşmasam da
都会跟这个社会
İçinde olduğum bu toplumla
发生冲突
Çelişiyorum

– 7 Haziran 2013


《我就那样站着入睡》
Uykuya dalıyorum ayakta dururken

眼前的纸张微微发黄
Gözlerimin önündeki kağıt sararıp soluyor
我用钢笔在上面凿下深浅不一的黑
Çelik bir kalemle ona tekinsiz bir siyahı kazıyorum
里面盛满打工的词汇
İşleyen sözcüklerle dolduruyorum
车间,流水线,机台,上岗证,加班,薪水……
Atelye, montaj hattı, makine, çalışma kartı, fazla mesai, ücretler…
我被它们治得服服贴贴
Beni uysal olmam için eğittiler
我不会呐喊,不会反抗
Bilmiyorum nasıl haykırılacağını veya isyan edileceğini
不会控诉,不会埋怨
Nasıl şikayet veya muhalefet edileceğini
只默默地承受着疲惫
Biliyorum yalnızca sessizce tükenmenin acısını çekmeyi
驻足时光之初
Buraya ilk geldiğimde
我只盼望每月十号那张灰色的薪资单
Yalnızca şu gri ödeme çıktısını bekledim her ayın onunda
赐我以迟到的安慰
Bana gecikmiş bir teselli versin diye
为此我必须磨去棱角,磨去语言
Bunun için eklemlerime, bunun için sözcüklerime eziyet edip durdum
拒绝旷工,拒绝病假,拒绝事假
İşi asmayı reddettim, hastalık iznini reddettim, özel ihtiyaçlar iznini reddettim
拒绝迟到,拒绝早退
Geç kalmayı reddettim, erken çıkmayı reddettim
流水线旁我站立如铁,双手如飞
Montaj hattının başında demirdenmiş gibi dikiliyorum, ellerim sanki uçuyor,
多少白天,多少黑夜
Kaç gün boyunca, kaç gece boyunca,
我就那样,站着入睡
Ayaktayken -tıpkı böyle- uykuya dalıp gittim?

– 20 Ağustos 2011



《一颗螺丝掉在地上》
Bir Vida Yere Düştü

一颗螺丝掉在地上
Bir vida yere düştü
在这个加班的夜晚
Fazla mesainin şu kara vaktinde
垂直降落,轻轻一响
Dikey sıçradı, hafifçe yuvarlandı
不会引起任何人的注意
Kimsenin dikkatini çekemeyeceğim
就像在此之前
Geçen seferki gibi
某个相同的夜晚
Aynı böyle bir gecede
有个人掉在地上
Biri böyle yere yuvarlandığında olduğu gibi

– 9 Ocak 2014





《最后的墓地》
Son mezarlık

机台的鸣叫也打着瞌睡
Makine bile uyukluyor
密封的车间贮藏疾病的铁
Mühürlü atelyeler hastalıklı demir dolu
薪资隐藏在窗帘后面
Ücretler kapalı perdeler altında saklanıyor
仿似年轻打工者深埋于心底的爱情
İşçilerin kalplerinin dibine gömdüğü aşk gibi
没有时间开口,情感徒留灰尘
İfade etmeye zaman yok, tutku tozun içinde dağılıyor
他们有着铁打的胃
Demirden dökülmüş mideleri var
盛满浓稠的硫酸,硝酸
Koyu asit dolu, sülfürik ve nitrik
工业向他们收缴来不及流出的泪
Sanayi gözyaşlarını yakalıyor dökülme şansı bulamadan
时辰走过,他们清醒全无
Zaman akıp gidiyor, başları sisin içinde kaybolmuş
产量压低了年龄,疼痛在日夜加班
Üretim çıktıları yaşamlarını eziyor, acı gece gündüz fazla mesai yapıyor
还未老去的头晕潜伏生命
Yaşamlarında, vaktinden önce bir sersemlemişlik
皮肤被治具强迫褪去
Makara deriyi yüzüyor
顺手镀上一层铝合金
Ve şu şunun üstüne, alimunyum bileşimi sathında tabakalar
有人还在坚持着,有人含病离去
Bazıları hala dayanıyor, diğerlerini hastalık kaptı
我在他们中间打盹,留守青春的
Onlar arasında pinekliyorum, bekçiliğini yapıyorum
最后一块墓地
Gençliğinizin son mezarlığının.

– 21 Aralık 2011




《我一生中的路还远远没有走完》
Yaşamım Tamamlanmış Olmaktan Hala Uzak

这是谁都没有料到的
Bu kimsenin beklemediği bir şey
我一生中的路
Hayat yolculuğum
还远远没有走完
Tamamlanmış olmaktan çok uzak
就要倒在半路上了
Ama şimdi yarı yol tabelasında bocalıyor
类似的困境
Benzer zorluklar
以前也不是没有
Daha önce olmadığı için değil
只是都不像这次
Ama daha önce
来得这么突然
Böylesine ani
这么凶猛
Böylesine vahşi gelmemişlerdi
一再地挣扎
Tekrar tekrar mücadele
竟全是徒劳
Ama nafile
我比谁都渴望站起来
Herkesten fazla ayakta kalmak istiyorum
可是我的腿不答应
Ama bacaklarım işbirliği yapmıyor
我的胃不答应
Midem işbirliği yapmıyor
我全身的骨头都不答应
Vücudumum tüm kemikleri işbirliği yapmıyor
我只能这样平躺着
Sadece dümdüz uzanabilirim
在黑暗里一次次地发出
Bu karanlıkta, sessiz stressiz
无声的求救信号
Bir sinyal gönderebilirim dışarıya, tekrar ve tekrar
再一次次地听到
Yalnızca duyulması için, tekrar ve tekrar
绝望的回响
Ümitsizliğin yankısı

– 13 Temmuz 2014




《我咽下一枚铁做的月亮》
Demirden Yapılmış bir Mehtabı Yuttum

我咽下一枚铁做的月亮
Demirden yapılmış bir mehtabı çiğneyip yuttum
他们把它叫做螺丝
Onlar buna bir çivi diyorlar
我咽下这工业的废水,失业的订单
Bu endüstriel lağım pisliğini, işsizlik istatistiklerini çiğneyip yuttum
那些低于机台的青春早早夭亡
Makinelerde kamburu çıkmış gençlik vaktinden önce ölüyor
我咽下奔波,咽下流离失所
İtişip kakışmayı ve mahrumiyeti çiğneyip yuttum
咽下人行天桥,咽下长满水锈的生活
Yaya köprülerini, pasla kaplanmış hayatı çiğneyip yuttum
我再咽不下了
Daha fazlasını çiğneyip yutamaz hale geldim
所有我曾经咽下的现在都从喉咙汹涌而出
Tüm çiğneyip yuttuklarım şimdi gırtlağımdan geri fışkırıyor
在祖国的领土上铺成一首
Atalarımın toprağında saçılıyor
耻辱的诗
Utanç verici bir şiire karışıyor

– 19 Aralık 2013



《出租屋》
Kiralık Oda

十平米左右的空间
On metrekarelik bir yer
局促,潮湿,终年不见天日
Sıkışık ve rutubetli, yıl boyunca yok gün ışığı
我在这里吃饭,睡觉,拉屎,思考
Burada yemek yer, uyur, sıçar ve düşünürüm
咳嗽,偏头痛,生老,病不死
Öksürür, baş ağrısı çeker, yaşlanır, hastalanır ama bir türlü ölmeyi beceremem
昏黄的灯光下我一再发呆,傻笑
Alık sarı ışık altında boş boş bakarım, bir aptal gibi kıkır kıkır gülerim
来回踱步,低声唱歌,阅读,写诗
İleri ve geri adımlarım, hafif sesle şarkı söylerim, şiirler yazarım
每当我打开窗户或者柴门
Camı açarım hep veya sahanlık kapısını
我都像一位死者
Ölü bir insan gibi görünürüm
把棺材盖,缓缓推开
Yavaşça tabutunun kapısını açan.

– 2 Aralık 2013

10 Kasım 2014 Pazartesi

Şiir'e Neden İhtiyacımız var ?

Buyrun dinleyin .  .

http://www.ted.com/talks/stephen_burt_why_people_need_poetry?language=tr#t-119805

4 Kasım 2014 Salı

Boşuna mı öldü şimdi bunlar?



Sait Şimşek "Tarih, 25 Ekim 1980 olmalı. Diyarbakır'dan Antep Emniyeti'ne yeni getirilmişim. Aynı yerde 10*12 kişiydik ve hepimizin gözleri bağlıydı. Bir ara, kaldığımızın yerin kapısını usulca aralayıp birini dışarı çıkardılar; onları korkuyla izlediğimden kulağım tetikteydi ve konuşulanların hiçbirini kaçırmak istemiyordum. İşte o sırada bir polis, "Bunu tanıyor musun?" diye sordu içeriden çıkardığı kişiye. O, "tanımıyorum!" dedi belli belirsiz bir sesle. 'Nizip'te Sabun İşçileri Derneği Başkanı'ydı, buna ne diyeceksin?' diye sordu polis. Arkadaşın sesini ilk kez duyuyordum. Kendisinden emindi: 'Ben, Sabun İşçileri Derneği Başkanı değilim. Üstelik adım Sait Şimşek de değil!' dedi. Sonra, Sait'in ailesini getirdiler. Konuşmalarını duyuyordum. 'Bu senin oğlun Sait Şimşek değil mi?' diye sordu polis. 'He' diye yanıtladı diğer bir ses... Sait Şimşek, 'Yanlışın var teyze, ben senin oğlun değilim!' diye karşılık verdi. Sonra eşine sordular: "Kocamdır..." dedi. Ama çocuklarını unutamıyorum bir türlü... Onların, 'Babamızdır' diyen çocuk sesleri kulaklarımdan gitmiyor hiç. Sait, 'Bir yanlışınız var, ben sizin babanız değilim...' derken onları kırmak istemiyor gibiydi.
......
Günlerce kaldığım o yerlerde işkencecilerin ilk kez güçsüz düştüklerini görüyordum. 'N'olursun hiç olmazsa ismini kabul et, senin yüzünden işimizi kaybetmek istemiyoruz...' diyorlardı. (...) Görevlilerin bülbül ağacı diye adlandırdığı, merdivene benzer bir ağaç askı, bir insan askısı vardı. Öylesine gösterişsiz, duvara dayalı bir şekilde dururdu; ama bu askıya ayaklarından asılıp dayanmak çok güçtü. Falakaya, elektriğe, meydan dayağına dayanabilmiş olan kişi, son olarak ayaklarından buraya asılır, bülbülleşmesi beklenirdi.
(...)
Bir ara telsiz konuşmaları yayıldı ortaya, kesik kesikti... 'Bir sonuç alamadık komutanım' diyorlardı. Bir anlık sessizlikten sonra, karşı taraftan bir buyrultu geldi: 'Hergeleye dersini verin!..'
Bir telaş başladı 'görevlilerde'... Konuşmalar, küfürler, 'tüpü getirin!', 'Yakarız lan!' bağırtıları... Sait'in "Ben Sait Şimşek değilim!' demesinin ardından, ortalığı önce bir yanık kokusu kapladı, sonra da bir sessizlik...
Olağanüstü şeylerin olduğunu sezmiştik, ama canlı bir insanı kafasından yakacaklarını hayal bile edemezdik. Oysa bir insanı canlı canlı yakmışlardı işte; hem de askıdayken hem de başının altına piknik tüpü yerleştirerek..."
Sait Şimşek, 12 Eylül faşist darbesi sırasında gözaltına alındı, işkence de direndi, işkencecilerini çaresiz bıraktı, ayaklarından askıya alınarak, başının altına küçük tüp konularak yakılarak katledildi.
Hasan Ocak
21 Mart 1995 günü, bir newroz günü kaçırıldı Hasan Ocak. Devlet 58 gün boyunca bizde yok dedi. Ailesi, yoldaşları aramalarını sürdürdü. Ailesi Hasan’ın işkenceyle öldürülmüş bedeninin İstanbul Beykoz ormanlarında bulunup kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü 15 Mayıs 1995 günü öğrendi.

Kemal Pir
1952 Gümüşhane doğumlu, Ankara Üniversitesi DTCF de okurken KKP'ye katıldı. 14 Temmuz 1892 yılında Diyarbakır Cezaevinde başladığı ölüm orucunda yaşamını yitirdi. Aynı direniş sırasında Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek'te yaşamını yitirmişti. Kemal Pir ya da yoldaşlarının söylediği isimle Piro'nun bütün yaşamı, kendi sözcüklerinde gizliydi.
"Biz yaşamı, uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz"
Sibel Yalçın
9 Haziran 1995 yılında DYP İstanbul il binasına yapılan saldırı sonrası yoldaşlarını kurtarmak için kendini feda etti. Bu feda sırasında sığındığı gecekondu da bulunan aileyi de korumayı unutmadı. Polisin teslim ol çağrılarına, "asıl siz teslim olun, korkaklar" diye cevap verecek kadar da hayatı seviyordu.
....
Devrimciler aslında günümüz kapitalist dünyasında hiç anlaşılmayan ama çok korkulan insanlardır. Onlar, inandıkları hedef için gerektiğinde canını verebilecek kadar büyük bir cesareti barındıran ama çoğu zaman bir dönme dolaba dahi binemeyen insanlardır.
Ne komik değil mi?
Dönme dolaptan korkan ama bir haksızlık karşısında kendi canını verebilecek kadar cesaretli olan insan! Şairin dediği gibi aslında, "Ölümden köpek gibi korkan ama gerektiğinde gözünü kırpmadan ölebilecek olan" insandır devrimci!
Bir devrimcinin ölümü demek, dünyanın ölümü demektir.
Bir devrimcinin ölümü demek, gökyüzünden en parlak yıldızın düşüşü demektir.
Bir devrimcinin ölümü demek, ömrümüzün en güzel yanının yitip gitmesi demektir!
Bir devrimcinin ölümü öyle iki sözcükle anlatılabilecek, keskin sözcüklere sığabilecek kadar değildir. Ne "ölümsüzdür" sloganları ile anlatılır bir devrimcinin etkileri ne de "yaşıyor" güzellemeleri ile. "Bir devrimci oturup kalkması ile devrimcidir, hiçbir şey yapamıyorsa da masada ki boş çay bardağını alır yerine kor" demişti Abdullah Öcalan bir yazısında. Ondan çok uzaklarda Kazım Koyuncu da;"Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii ama anlarlar" diye sözü tamamlamıştır aslında.
Oturup kalkması ile bile devrimi yaşayanlardır devrimci olanlar.
Onlar ki, yüreklerinin en derin yerlerinde, aldıkları nefeste bile devrimi yaşarlar.
Ondan dolayı hiçbir devrimcinin ölümü boşa değildir!
"Boşuna mı öldü şimdi bunlar" diye ara zamanlarda zırt pırt çıkan sözcükler, gelişen sürecin eleştirisi değil, devrime, devrimci mücadeleye, yaşamını yitiren devrimcilere bir hakaretten başka hiçbir olamaz.
Deniz Gezmiş boşuna gitmemiştir o darağacına, İbrahim Kaypakkaya işkencehane de boşuna vermemiştir canını. Gezi de yaşamını yitirenler, Kobanê serhildanında katledilenler, Rojava ve Kobanê direnişinde yaşamını yitirenler boşuna ölmemiştir.
Savaş; uzun soluklu, büyük bedeller ödenen bir süreçtir. Bu bedelleri, bu süreci iyi bilmek, iyi izlemek gerekir. Bir savaşın verilme nedeni zafere ulaşma içindir. Zafer kazanmak ise bir tarafın ya yok olması ya da yenilgiyi kabul edip anlaşma yoluna gitmesi ile alakalı bir durum olabilir ancak. Bugün Kürdistan da süren uzun soluklu gerilla savaşı sonrası gelinen nokta da tam anlamıyla ikinci yoldur. Yani devlet, yenildiğini kabul etme yolunu seçmiş ancak bu kabullenmeyi daha başarabilmiş değildir. Bu süreçte alınacak haklar ve sonrasında ki gelişmeler verilen mücadelenin kazanımları demektir. Kazanımlarda öyle "alın bunlar sizin" olacak şeklinde verilmez. Yıllarca "vatan-millet-sakarya" söylemiyle hareket eden bir devletin bu kafatasçı düşüncelerinden kurtulması bile on yıllar sürer. Ki, savaşın yerine demokratik mücadelenin alması da bu on yıllar sürecek değişimi zirveye götürmek için vardır. Nelson Mandela öncülüğünde yürütülen barış görüşmeleri sırasında Afrika da yaşanan savaştan daha fazla can kaybı yaşanmıştır. Sadece bu örnek bile bu sürecin zorluğunu anlatmaya yetecektir.
Yani, demem o ki, bugün alınan kazanımlar ve bu kazanımlarla beraber sistemin bu kazanımları yozlaştırmak için ön plana çıkarttığı çabaları bir okumak, sistemi iyi tanımak gerekir. Bugün, devletin mücadele sonucu verdiği bütün kazanımlar yine devlet eliyle liberal bir süzgece tabi tutulup yok edilmek, anlamsızlaştırılmak istenmektedir. Bu liberal süzgeç birçok açıdan insandaki algıyı bozmak, onu yeniden sisteme çekmek için vardır. İşte bu, "boşuna mı öldüler" söylemi de, bilinçli ya da bilinçsiz söylenmesi fark etmez, devrimci mücadelenin kazanımlarını yok etmek, boşa çıkartmak için yapılan söylemlerdir.
Hiçbir devrimci boşuna yaşamını yitirmedi.
Hiçbir devrimcinin kanı boşuna bu ülkenin topraklarına akmadı. Bugün yaşanılan ne kadar güzel şey varsa; sistem halen bir korku içindeyse, halkların halen güveneceği bir şeyler varsa bunlar devrimcilerin verdikleri mücadele, bedeller ve yüzü suyu hürmetinedir. Bu ülkenin geleceğinin teminatı sadece ve sadece devrimcilerdir.
Hiçbir devrimcinin ödediği bedel boşuna değildir, olamaz da! Boş olan sistemin ta kendisidir o da yıkılıp gidecektir.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Kaza Değil Cinayet !

 İş Cinayetlerinin Ticari Sırrı

İş cinayetlerinin önlenmesinde sendikalaşmanın ve sendikaların rolünün artırılması yaşamsal öneme sahipken, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bu konuda ayak diremeye devam ediyor. Maden işkoluna giren işyerlerinin iş denetim raporlarının birer örneğini isteyen sendikaya, raporların “gizli kalması kaydıyla sağlanan ticari ve mali bilgileri içerebileceği” gerekçesiyle bakanlık tarafından olumsuz yanıt verilmişti.

Konuyu yazılı bir soru önergesiyle Meclis gündemine taşıyan İstanbul Milletvekili Levent Tüzel’e Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından verilen yanıt tam bir “bin dereden su getirme” örneği. Bakanlık iş teftiş raporlarını vermemek için adeta gerekçe üretmiş. Dahası konuyla ilgili mevzuat hükümlerini işçi ve sendika aleyhine ve keyfi şekilde yorumlamış.

Bakanlık tarafından Tüzel’in 7/47997 sayılı soru önergesine 10.10.2014 tarihinde verilen yanıtta özet olarak iş teftiş raporlarının ticari ve mali sırlar içerebileceği bu nedenle sendikalara verilemeyeceği iddia ediliyor. Bakanlık yanıtı gerekçe olarak sadece ulusal mevzuatı değil ILO sözleşmelerini de kullanıyor. Yeri gelmişken, bakanlığın aynı “hassasiyeti” diğer ILO sözleşmeleri ve ILO denetim organı kararları için de göstermesini beklediğimizi vurgulayalım.

Konuya ilişkin pozitif hukuk kurallarına değinmeden önce, meselenin esasına bakalım. Gerek iş hukukunun genel ilkeleri, gerekse çalışma hayatına ilişkin uluslararası sözleşmelerin işçi lehine yorumlanması esastır. Dolayısıyla mevzuattan işçi ve sendika aleyhine zorlama gerekçeler çıkartılması değil, mevzuatın çalışanı koruyacak şekilde yorumlanması gerekir.

Dahası çalışanların ve onların temsilcileri olarak sendikaların çalışma hayatının değişik sorunları hakkında bilgilendirilmesi, onlara danışılması ve hatta çalışanların yönetime katılması modern endüstri ilişkileri yaklaşımının bir gereğidir. Çokça sözü edilen sosyal diyalog kavramının da gereği budur. Yoksa sosyal diyalog işçi, işveren ve hükümetin muhabbet etmesi değildir.

Bakanlık iş teftiş raporlarını sendikalara vermiyor ve gerekçe olarak ILO’nun 81 sayılı İş Teftişi Sözleşmesi’nin (1947) 15. Maddesini gösteriyor. Oysa bu maddenin teftiş raporlarının gizli tutmasıyla ilgisi yoktur. Bu hüküm müfettişlere öğrendikleri ticari sırları ve şikâyet kaynağını kişisel olarak açıklama yasağı getiriyor. ILO sözleşmesinde işçi sağlığı ve güvenliğini tehlikeye atan ve mevzuata aykırı konuların açıklanmasına ilişkin hiçbir engel yoktur. Dahası ticari sır kavramının 60-70 yıl öncesi gibi düşünülemeyeceği de açıktır. Velev ki raporlarda kelimenin dar anlamıyla ticari sırlar olsun, istenen bilgiler bu sırlar değil ki.

Aynı şekilde İş Yasası’nın 93. maddesinde yer alan sınırlama da teftiş sırasında elde edilen güvenlik ve sağlık konusundaki bilgilere ilişkin değildir. Gerek ILO sözleşmesi gerekse yasal düzenleme şikâyetçilerin saklı tutulması ve teftiş sırasında öğrenilebilecek olası ticari sıralara ilişkindir. İşyerinde sağlık ve güvenlik konusundaki idari ve teknik eksikler ve ihlaller sır değildir. Böylesi bir yorum, eşyanın tabiatına aykırıdır. İdari ve teknik açıdan mevzuata aykırı haller sır değil, tersine hukuk ihlalidir. Hukuk ihlalleri ne zamandır sır sayılıyor? Yoksa bakanlık işverenlerin işçi sağlığı ve güvenliğini ihlal eden uygulamalarını sır olarak mı görüyor? Yoksa, daha çok kazanmak için işçilerin ölümüne gönderilmesine ilişkin sırlar mı yer alıyor bu raporlarda?

6331 sayılı iş güvenliğine ilişkin yasa da işverene teftişten elde edilen bilgilerin çalışan temsilcilerini iletilmesi yükümlülüğünü getirmektedir. Bakanlık da teftiş sonucunda işverenden eksiklerin giderilmesini istemektedir. Dolayısıyla teftiş sonuçları taraflara açıktır.

Bakanlık, topu işverenlere atmak ve işi yokuşa sürmek yerine dar anlamda ticari sır sayılabilecek hususları ve şikâyetçilere ilişkin bilgileri ayıklayarak teftiş raporlarını sendikalarla ve kamuoyu ile pekâlâ paylaşabilir. Bunun önünde hiçbir hukuki engel yoktur. Teftiş raporlarındaki güvenlik ve sağlık ihlallerine ilişkin bilgilerin sendikalarla ve çalışanlarla paylaşılması iş cinayetleri ile mücadele etmenin en önemli araçlarından biridir.

İşçiler ve sendikalar işyerinde tespit edilen eksik ve ihlallerden haberdar edilecek ki, bunlara karşı dikkatli olsunlar ve ihlallerin giderilmesinin takipçi olsunlar. Bakanlık bin dereden su getirmek yerine bu paylaşımı hızlandırmalıdır. Teftiş raporları paylaşılsın ki iş cinayetlerinin ardındaki sırları herkes öğrensin. Ticari sır denilenlerin bir bölümünün iş cinayeti sırrı olduğu anlaşılsın.

Bu arada, varsayalım ki, iş teftiş raporlarında yer alan ticari sırlar da sendikalarla paylaşılmış olsun ve bu “mühim” ticari sırlar “kazara” ifşa edilmiş olsun; onca işçinin yaşamı karşılığında ticari sırrın ehemmiyeti nedir ki! İşçiler işyerlerinde serden geçiyor, işverenler ticari sırdan geçse ne olur!

Ebola Nedir ?


Uluslararası Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezi’nin Ebola hakkındaki yazısını Türkçe‘ye çevirerek hazırladım bu yazımı. Yeni bir tür hastalıkla karşı karşıyayız ve bu konu hakkında bilgilenmenin hepimizin yararına olacağını düşünüyorum.

Şu anda ülkemizde de ortaya çıkmasından ve yayılmasından korktuğumuz Ebola’dan, ancak kişisel hijyene dikkat ederek hem kendimizi hem de diğerlerini korumayı hedef edinirsek korunmayı başarabiliriz. Bu amaçla Ebola’yı tanıyalım:

Belirtiler:
Ateş
Şiddetli baş ağrısı
Kas ağrısı
Halsizlik
İshal
Kusma
Karın(mide) ağrısı
Beklenmeyen kanama( kanama veya sebepsiz morluk oluşması)

Ebola virüsüne maruz kalındıktan sonra en erken 2, en geç 21 gün sonra hastalık ortaya çıkıyor ancak ortalama süre 8-10 gün.

İyileşme oranı hastanın bağışıklık cevabına ve destekleyici tıbbi bakıma göre değişiklik gösteriyor.

Ebola’dan iyileşen kişinin kanında en azından 10 yıl antikor bulunuyor.

Bulaşma:

Ebola virüsünün doğal olarak bulunduğu kaynak henüz tespit edilemediğinden ilk olarak nasıl bulaştığı bilinmiyor. Bununla beraber bilim insanları ilk hastanın, infekte bir hayvanla temas eden biri olduğuna inanıyorlar. En çok meyve yarasaları (meyvelerden besleniyorlar) ve maymun ve goril gibi primatlarla temas veya yenmesi nedeniyle bulaşabiliyor. Geçmişteki Ebola salgınlarında virüsün maymunlara, maymunlarla temas ve yemesi yoluyla insanlara bulaştığı gözlemlenmişti. .

Yayılma:

İnsanda Ebola enfeksiyonu oluştuğunda virüs birkaç yolla yayılabiliyor.
Direk temas (kesik cilt, göz, burun, ağız cildine temas ile)
Kan ve vücut sıvıları (idrar, tükürük, ter, dışkı, kusmuk, anne sütü, meni)
Hastalar ile temas etmiş tıbbi malzemeler (enjektör ve iğneler)
Yarasa ve primatlar tarafından virüs bulaştırılmış meyvelerin yenilmesi

Ebola neyse ki hava veya su yoluyla yayılmıyor. Bununla beraber Afrika’da av hayvanlarının etlerine el ile temas ve enfekte yarasalar hastalığın en yaygın yayılma yolu. Sivrisinek ve diğer sineklerin Ebola virüsünü taşıdıklarına ve bulaştırdıklarına dair herhangi bir kanıt bulunmuyor. Sadece yarasa, maymun, goril ve insanlar gibi memeli hayvanlar bu hastalığı yayabiliyor.

Ebola hastalarını tedavi eden doktorlar ve aileleri ile arkadaşları en yüksek risk altında olanların başında geliyor. Ebola salgını bir klinik veya hastaneye çok hızlı bir şekilde yayılabilir. Hastane personelinin uygun bir şekilde kıyafet, eldiven, mask eve gözlük kullanıyor olması ve enfekte tıbbi malzemelerin uygun şekilde dezenfeksiyon ve yok edilmesi yayılmayı önlemek açısından çok büyük önem taşıyor.

Birisi Ebola’dan iyileştiği zaman artık daha fazla virüs yaymamasına rağmen, meni ‘de 3 ay süreyle daha virüs bulunabildiği için cinsel ilişkinin hiçbir şekline izin verilmemesi gerekiyor.

Korunma:

Henüz Ebola için bir aşı bulunmuyor. Ebola salgını olan bir bölgeye seyahat ediyorsanız dikkat etmeniz gerekenler şunlar. Esasında bunlardan ilk maddeyi şu anda da uygulamanızı öneririm.
Kişisel hijyene dikkat edin. Ellerinizi su ve sabun ile yıkayın ve alkol bazlı bir dezenfektan ile dezenfekte edin. Herhangi bir vücut sıvısı ile temas etmekten kaçının.
Hasta bir insanın herhangi bir eşyası ile temas etmekten kaçının.
Eboladan ölen birinin cenaze töreninde kendinizi korumadan vücuduna temas etmekten kaçının.
Döndükten sonra 21 gün süreyle sağlığınızı dikkatle takip edin ve belirtide vakit kaybetmeden ve kimseyle temas etmeden tıbbi yardım isteyin.

Sağlık çalışanlarına uyarılar:
Enfeksiyonu kontrol ve sterilizasyon yöntemleri hakkında uygun şekilde bilgilenin.
Ebola hastalarını diğer hastalardan izole edin.
Ebola veya şüphesi olan hastaların vücut sıvıları veya kişisel eşyaları ile direk temastan kaçının. Kesik cilt, göz, burun ve ağız sıvıları ile bulaşmaya karşı uygun kıyafet maske, eldiven ve gözlük olmadan temastan kaçının.

 
Türkçe'ye çeviren ; Nurhayat Gül 

Kaynak: http://www.cdc.gov