
Ingmar Bergman üstadın ki çoğu zaman kendisine baba demeyi yeğlemişimdir . Güz Sonatı filminde bizden ,içimizden bir parça olan "aile" kurumunu irdelemekte. O kadar doğal ve içtendir ki sanırsınız bir bankta oturup Bergman'a içinizi açmışsınızdır ve oda filmini yapmıştır. Babasıyla yıllarca çatışan biri olarak çareyi her zaman kaçmakta isyanda bulan ben'e iyi geldi . Günlerce babama aslında halada mektuplar yazar Eva'nın annesine kustuğu kini ben kağıtlara dökerdim . Eva ile öyle kaderdaşız ki . . Babayla en son kavgamızda çok cesurdum ona karşı birşey hissetmediğimi söylediğimde Eva'nın annesinin takdiğiyle beni ele geçireceğini sandı ve başladı çocukluğunu anlatmaya , ve Eva gibi bende bu savunmayı gereksiz bulmuştum . .
"Bir anne ve bir kız, duyguların ve kafa karışıklığının ve yıkımın berbat bir karışımı. Sevgi adına her şey mümkün ve her şey yapılabilir. Annenin sakatlıkları kızına da geçer. Annenin başarısızlıklarını kızı da yaşamalıdır. Annenin mutsuzluğu kızının da mutsuzluğu olmalıdır. Sanki göbek bağı hiç kesilmemiş gibi. Anne öyle mi gerçekten? Kızının mutsuzluğu annenin zaferi midir? Anne benim acım senin gizli zevkin midir?" [Eva]
"Çocukluğuma ilişkin çok az şey hatırlıyorum. Ama anne ve babamın bana dokunduğuna dair bir anı yok. Şefkat,dokunuş,sıcaklık.. Duygularımı sadece müzik aracılığı ile gösterebiliyordum. Bazen geceleri uyuyamadığımda hiç gerçekten yaşayıp yaşayamadığımı düşünüyorum. Acaba bu durum bütün insanlar için geçerli midir? Ya da bazı insanların yaşamak konusunda yetenekleri var mıdır? Yani bazı insanlar gerçekten yaşamaz ama sadece var mı olur? O zaman çok sıkılıyorum, içim çok sıkılıyor. Bana ait çok çirkin bir resim görüyorum. Hiçbir zaman büyüyemedim. Sadece yüzüm ve vücudum yaşlandı.
[Charlot, Eva'nın annesi]
Güz Sonatı (1978), Ingmar Bergman