Müzik

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Ayhan Yılmaz Ölümsüzdür !





Kkimse AYHAN yoldaş ölümsüzdür diye bağırmayacak,kimse onun için yürüyüşler düzenlemeyecek,sokakta yaşıyordu,psikolojisi bozuktu,kimse seni delirten devletten,askerde gördüğün işkencelerden bahsetmeyecek.Ama and olsun sana KARDEŞİM biz bu görüntüyü kazıdık hafızamıza,ne seni unutacağız nede senin katillerin


TÜSAK yasa tasasısına karşı sanatçılardan ortak açıklama

Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde "Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK)" kurulmasına yönelik yasa tasarısı, aralarında sinema ve tiyatro oyuncusu, akademisyen, yazar ve şairlerin bulunduğu 200’e yakın sanatçının imzası bulunan basın açıklamasıyla protesto edildi.




TÜSAK'ın kurulmasına yönelik yasa tasarısına karşı, aralarında oyuncular Tarık Akan, Can Gürzap, Cihat Tamer, heykeltıraş Mehmet Aksoy, ressam Bedri Baykam gibi isimlerin bulunduğu sanatçılar Türkiye’nin ilk kadın orkestra şefi İnci Özdil’in çağrısıyla Beyoğlu Ses Tiyatrosu’nda bir araya geldi. Sahneye "TÜSAK büyük bir tuzak" afişi asılırken, konuşmaların yapıldığı kürsüye Türk bayrağı asıldı. Sanatçılar, Gezi Parkı eylemleri sırasında ve Manisa’nın Soma ilçesinde meydana gelen maden faciasında hayatını kaybedenler için saygı duruşunda bulundu. Daha sonra sahneye çıkan İnci Özdil, 200’e yakın sanatçının imzası bulunan basın açıklamasını okudu.

GÖZLERİNİ ŞİMDİ DE CUMHURİYETİN SANAT KURUMLARINA DİKTİLER

Açıklamada iktidarın Cumhuriyetin değerlerine fütursuzca saldırdığı iddia edilerek, “Bütün bunlar yetmezmiş gibi gözlerini şimdi de sanata, cumhuriyetin dişle tırnakla yarattığı sanat kurumlarına dikmişlerdir. Daha iktidara geldikleri ilk günden itibaren mizaha ceza yağdırdılar. Ucube ilan ettikleri anıtları yıktılar. Resim sergilerini dağıttılar, AKM ve Emek Sineması gibi sanat yuvalarını hedef aldılar. Şimdi de saldırılarına bir yenisini eklediler” denildi.

Açıklamada, tasarının yasalaşması halinde başta Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü ve kuruluşu 1926 yılına dayanan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile birlikte 6 devlet senfoni orkestrası, aralarında Devlet Çok Sesli Korosu, Devlet Halk Dansları Topluluğu’nun da bulunduğu 55 sanat kurumu ve sanat eğitim veren tüm okulların kapatılacağı belirtildi.

TÜSAK SANATTA TAŞERONLAŞMADIR

Yasayla birlikte birlerce sanatçının işsiz kalacağını söyleyen İnci Özdil, “TÜSAK’la idari ve mali özgürlüğünü yitiren sanat kurumları, özel şirketlere peşkeş çekilerek tümüyle metalaştırılacaktır. Bu durum özel sanat kurumlarına da yansıyacak, sanatçılar, taşeron sisteminden daha kötü koşullar altında yaşayacak, ihtiyaç olduğunda işe çağrılacak, ihtiyaç olmadığında açlığı mahkum edilecektir” dedi.

100 YILLIK GEÇMİŞİMİZİ 12 YILLIK İKTİDARINIZA ÇİĞNETMEYECEĞİZ

Açıklamada, yasa tasarısına ‘yandaş sanatçı modeli’ni yaratacağını belirten İnci Özdil, “Sanatı, sanat kurumlarımızı ve sanatçılarımızı yok etmeyi amaçlayan padişah fermanı tarihin çöplüğüne atacağız. TÜSAK ile sanatçının ellerindeki enstrümanlara, sanat kurumlarına ait tüm mal varlıklarına el koymalarına izin vermeyeceğiz. 1914 yılında başlayan 100 yıllık sanat geçmişimizi 12 yıllık iktidarınıza çiğnetmeyeceğiz diye konuştu.

Açıklamanın ardından kürsüye çıkan ressam Bedri Baykam da tüm sanatçıları TÜSAK’a karşı mücadele etmeye çağırdı.

Çocuk kaçırmak

“ ELBETTE kan akmadığı için çok şükür, fakat sorun büyüyor, PKK “geri dönmek”ten bahsediyor. „



Dağa çıkmaların, dağa kaçırmaların devam ettiği biliniyordu. Diyarbakır’da 11 ailenin “Çocuklarımızı bırakın” diye eylem yapmasıyla PKK’nın “çocuk kaçırma” eylemi de Türkiye’nin gündemine oturdu.

Düşünebiliyor musunuz, “çocuk kaçırmak”!

Yaşları 14 ile 23 arasında, çoğu okuldan alınarak PKK tarafından dağa kaçırılan çocuklar!

Bir anne, “Tüp bebek yöntemiyle dünyaya getirdim” diye belirttiği biricik oğlunun bırakılması için ağlıyor... Diğer bir anne “Oğlum şeker hastası, ilacını almazsa ölür” diye feryat ediyor... Evlat acısıyla yüreği yananlardan açık eylem yapabilen 11 anne...

İNSANİ DUYARSIZLIK


BDP İl Başkanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre bu anneler, “faşist Türk polisinin provoke ettiği üç-beş kendini bilmez”!

HDP Eşbaşkanı Sebahat Tuncel ise çocukların kaçırılması için “Bizim meselemiz değil” diyebiliyor! En azından “çocuk kaçırmayı tasvip etmiyoruz” gibi soluk benizli bir laf bile edemez miydi?

Son olarak Selahattin Demirtaş, eleştiride bulunmadı fakat çocukların serbest bırakılması için girişim yapacaklarını söyledi.

PKK ise açıklamasında “Örgüte katılımda yaş sınırı var, yaşı uymayanlar geri gönderilecek fakat tehlike(?) altında olan bazı çocuklar geri gönderilmeyip savaş dışı alanlarda eğitilecek” diyor!

Örgüt ve taraftarları için “çocuk” kavramı hiçbir insani duyarlığın konusu değil, “makine” gibi bakıyorlar.

SİLAH DEVAM EDERKEN
Sebahat Tuncel, “Zindanlar boşalsın, insanlar dağa gitmesin. Dağdakiler gelip siyaset yapsın, ama demokratik siyaset kanalı açık değil” diyor.

İyi de demokratik bir rejimde, silahlı bir örgüte siyaset kanallarının açılabilmesi, örgütün silah bırakacağına kamuoyunun inanmasıyla mümkündür. PKK ise aksine, silahlı tehdidi bir türlü bırakmıyor.

Öcalan, 2013 Newroz’unda, “Silah değil, siyaset öne çıkıyor, silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir” diye açıklama yapmıştı. Silahsız bir dönem başlayacağı umuduyla kamuoyunun büyük çoğunluğu “çözüm süreci”ne destek verdi. Fakat PKK militanların küçük bir bölümünü çekti sadece...

Dahası, Cemil Bayık, 22 Ekim 2013’te Reuters’a “Çekilen PKK’lıları geri göndermeye hazırlanıyoruz” diye açıklama yaptı! 3 Şubat 2014’te bu sözlerini tekrarladı. Yol kesmelerle, iş makinelerini ve şantiyeleri ateşe vererek, sabotajlar yaparak, adam ve çocuk kaçırarak “silahlı unsurlar”ını diri tutuyor.

Silahlı unsurlarını takviye eden PKK, devletin karakol yapmasını engellemek için eylemler yapıyor.

Nasıl güvenebilirsiniz, “silahsız bir dönemin” başladığına?!

AHLAKİ SORUMLULUK

Balkan milliyetçiliklerinden sonra, tarihsel ve sosyolojik olarak çağımızda Kürt milliyetçiliği bütün Ortadoğu’da çok önemli bir faktör haline gelmiştir. 21. yüzyıl tarihinde Kürtler de siyasi olarak var olacaklardır. Aklın ve vicdanın gereği, bunun kansız, demokratik usullerle, doğal gelişimi neyse o seyri takip etmesidir...

Fakat PKK devlete karşı silahlı bir örgüt olarak devam ettiği gibi, Kürt halkının çoğunluğunu da silahlı tehditle baskı altında tutmak istiyor. Onun için demokratik usuller yerine şiddeti ve totaliter usulleri devam ettiriyor.

PKK, bu tür eylemlerle devletin silahlı mukabelede bulunmasını sağlamak istiyor. “Barış isteyen örgüt, kan döken devlet” tablosu çıkarmak istiyor. Bu tuzaktan dikkatle sakınmak gerekir.

PKK’nın totalitarizmine karşı Kürtlerin sesini çıkarması, demokratların da bu totalitarizmi kararlı bir tavırla eleştirmesi önemlidir. Bu noktada insani ve demokratik değerlere önem veren herkesin ahlaki sorumluluğu var.

29 Mayıs 2014 Perşembe

Ama insan ümidi sonunda zülmü yener . .

Allah Benim

Tanrıyı sevenler ona bakanlar değil, içlerini yakan ‘Aşk’a bütünüyle tanık olanlardır.

En el Hak



İçinde Allah’tan başka bir şey kalmayan mistik İslam şehidi Hallac-ı Mansur’un evreni sarsan çığlığının romanı…

“O, çağlar ötesinden kesişen hayatları bugünün ve geleceğin dünyasında simgelerle buluşturan, kurguları ustaca kullanan bir yazar…
Edebiyatı dünden bugüne, bugünden yarına bir köprü gibi kullanan, kişilerin aşkın deneyimlerinde gizli tekâmül hikâyelerinin izlerini süren ve bir arkeolog titizliğiyle ruh maceralarını zamanın ötesinden aydınlatan bir usta…

Kendisine has tarzı ile Türk edebiyatına yeni bir soluk ve derinlik kazandıran Mehmet Coral, verdiği eserlerle edebiyata katkılarından dolayı ödüle layık görülmüştür.”

(2010 Mevlana Yüce Vakfı Edebiyat Ödülü İthaf Bildirisi)

“Allah, Hakk’ın ta kendisidir.” Kur’an/Hac suresi/6. âyet
“En el hak demeyi büyük bir iddia sanıyorlar. Oysa, bu büyük bir alçakgönüllülüktür. Bunun yerine, ‘Ben Hakk’ın kuluyum, kölesiyim...’ diyen, biri kendi varlığı, diğeri Allah’ın varlığı olmak üzere iki varlık ortaya sürmüş olur.
Halbuki, ‘Ben Hakk’ım’ diyen kendi varlığını yok ettiği için, En el Hak diyor. Yani, ‘Ben yokum, hepsi O’dur, Allah’tan başka varlık yoktur. Ben yalnızca yokluğum...’Hiç’im...’ diyor.
Bu sözde alçak gönüllülük daha fazla mevcut değil midir?
Halk bunun manasını anlamıyor...”


Mevlana/Fihi Mâfih

Oradan yine Mavera’ün Nehr’in kıyılarındaki geniş düzlüklerde Türk illerine ve Maçin’e uzandım. Dünyanın en heybetli savaşçıları olan bu soylu ırkın insanları zaten İslam’ı kucaklamak için hazırlardı. Vaazlarımı can-ı yürekten dinliyorlar, yüzlerce soru soruyorlar, beni en güzel yurtlarında ağırlamak için yarışa giriyorlardı. Onları Allah yolunda bir olmaya çağırdım.
O zaman düşündüm ki, ne pahasına olursa olsun, bu cesur insanların kalplerine ulaşmak lazımdı. Yaşadıkları steplerin kavurucu çöl güneşi altında hayatlarının geçiciliğini hatırlatan umutsuz yorgunluklarına, bedenlerinde çatışan ölümün inatçı ve fiziksel varlığına rağmen başarmalıydım bunu.

::::::::::
Vaazlarımı gece gündüz yineledim, ayrıca kitaplar yazdım, belleğime henüz on yaşındayken nakşolmuş olan Kuran’ın mealini dillerine çevirebilmelerine yardımcı oldum.

Türkler ise “Ruhları besleyici” diyorlardı. (Hallac-ı Mansur için)

Özellikle yoksul halk arasında ünü doruklara çıkmıştı. Çekemeyenler, “Sihir sahibi bir büyücü bu!” diyorlar, yüreği temiz olanlar ise onu “Kerameti büyük, ilmi geniş, duası Allah nezdinde kabul görüyor, nûr’u üzerimize vuruyor...” diyerek, onu kutsuyordu.

Ruhların Hallac’ı olan şeyhim büyük bir âlim ve ozandı. Ancak, bu hayat onun için bir sürgündü. Yalnızca ilahi aşka âşıktı o. Bağdat’ın Pazar yerlerinden birinde esrik bir ruh haliyle yaptığı konuşmayı anlatıyordu bana.
“Ey inanmışlar, mabeti yıkın!” dediğimde, beni din düşmanı ilan ettiler. “Bu kâfir, Kâbe’yi yıkın diyor. Boynu vurula!..” diye fetva çıkardılar.
“Halbuki biliyorsunuz siz” demiştim.
“Allah’ın kendi yansıması olarak yarattığı güzel kulları, benim sizlere söylediğim içinizdeki ‘Ben’in tapınağını yıkmanızdı. Sizi sonsuz özgürlüğe ulaştıracak budur’ dediğimde ise beni lanetleyerek, ‘İnan olsun ki cehennemliksin sen. Allah’a eş koşuyor, kendini ‘Hak’ ilan ediyorsun!’ diye haykırdılar.

İçimi aşktan boşalttığında ödeyeceğim cezanın yanında cehennem nedir ki?
Tanrıyı sevenler ona bakanlar değil, içlerini yakan ‘Aşk’a bütünüyle tanık olanlardır.

Ölümüm yaşamaya devam etmek olacaktır; hayatımsa ölmek. İçimdeki ben’i öldürmek yapabileceğim en soylu şey olacak; beden içinde yaşamaksa ruhuma yapılacak en çirkin saldırı.

İnsan varlık nedeni olan sevgiye karşı yeise düşerse karanlık kuşatır onu.

“Hak içime girdi bir kere. Şimdi artık ben ‘Hak’ım, içimde benden eser kalmadı. Allah içimi kendinden başka her şeyden boşalttı. En el Hak diyerek bunu haykırırken nasıl dinden çıktığımı söyleseler de anlasam.”

“Gül ışığa, nergis gölgeye doğru açar kendini.
Gül sevilir, nergis ise kendini sever.
Ben gülüm...
Yüreğim ilahi ışığa doğru açılır...”

Ve şimdi Allah bana kendi putumu kırma şansını veriyor. Maddi dünyada var olan ‘Ben’imi yıkma olanağı tanıyor.”

Bazı insanlar rahatsız olurlardı ondan.
Yaşlılar “La havle!” çeker...
Yobazlar, “Tövbe estağfurullah!” diye söylenerek, yönlerini değiştirirler...
Kadınlar çocuklarının kolunu çekiştirir, başörtüleriyle yüzlerini gizlerdi.

Ey insanlar;
Size yalvarıyorum.
Kurtarın beni Allah’tan!
O beni benden alıp götürdü ve bir daha geri vermiyor.
Bencileyin garip, çaresiz, bitiğim.
Götürüldüğüm makamın gereklerine riayet edemiyorum” diyormuş.

“Öte yandan...” diyormuş Pirim.
“Ayrılıktan, ondan mahrum kalmaktan, bir yitik ruh olmaktan da korkuyorum.
Ne gözüm kaldı, ne de benden eser.
Ne yüzüm kaldı, ne varlığımdan haber.”

“İçindeki beni çal” demişti.
“Yaşamının hırsızı ol. Çal tutkularını. Kurtul bedensel olanlardan.”

Ama bir de şöyle düşün: Ben maddi bir bedene hapsolmuş yaşam denen şeyi mi, yoksa yaşamı var eden aşk’ı mı seviyorum?”

“Aslolan insanın kendi iç yangınından kendi öğretisini doğurabilmesidir.”

“Arzuları dikenlidir; ama yüreklerinde bir gül açmamıştır hiç. Gülmeyi ve güzelliği asla öğrenemeyecekler.”

Çöl göklerinde sürüklenen bulutlar gibi ıslak bir hüzün kaplamıştı içimi. Kapalı bir gökyüzünün, çalınmış güneşlerin, uğuldayan sonbahar rüzgârlarının içinde sürüklenir gibiydim. Garip bir melankoli ruhumun derinliklerinde yuvalanmıştı.

Ölüm kendi seçimini yapar. Bizimle asla tartışmaz. Zamanı geleni, zamandan ayırır ve zamansızlığın sisler diyarına taşır.

Yani, bize dinin buyurduğu gibi, ölüm sonrası mekânımızı tayin edecek sırat köprüsünden acaba biz Tanrının hayat diye bize bahşettiği bu gelip geçici sürede mi geçiyoruz?

Ben’i olmayan, ergin, yalnızca geldiği kaynağa bir an önce dönmek için çarpan bir yürek...

Ölümü en yüce onur, sonsuzlukla nikâhlanacağım kutlu gün olarak bilirim. Kimseden dileneceği bir şey olmayan, varlığında maddi unsurlardan ödünç alınmış bir şey kalmayan, Yaradanın hem nûruyla, hem de nârıyla yanan, dünya nimetlerine gözleri kör bakan, sonsuzlaşma özlemiyle zamanı yanılsatan, içinde yaradanından başka bir hücre zerreciğinin bulunmadığı özgür bir ruhum ben.

“Zira, öğrenmek, bilmek yetmez, ‘olmak’ gerekir.”

Her şey, gönlünü her şeyin varlık nedeni olana bütünüyle açmana bağlıdır. Sen açıldıkça, o içine dolar. Sonunda içinde ondan başka bir şeyin kalmadığını anlarsın ve işte bunun coşkusuyla En el Hak diye bir feryat kopar hançerenden.

İşin en ilginç yanı tarihin belki de en korkunç hırsızlığını yapan Ebu Tahir’in Abbasi halifesine yazdığı bir mektupla kendini savunmasıydı. Şöyle diyordu:
“Eğer, ‘Allah’ın Evi’ dediğiniz yer gerçekten öyle olsaydı, hiç kuşkusuz biz onu sökerken gökten tepemize ateş yağardı. Ama sonuç öyle olmadı. Biz Müslümanlar o Kâbe denen yerde bunca yıldır cahiliye haccı yapmaktayız. Gerçek şu ki, arşın rabbi olan yüce Allah rahim ve rahman olduğu gibi, kendine maddi dünya üzerinde ne ev edinir, ne de sığınak.”
Bunun üzerine, Ebu Tahir Bağdat’a saldırıp, kenti ele geçirmek yerine, garip bir kararla İslam’ın merkezine, yani Mekke’ye yöneldi. 317 yılında kenti kolayca ele geçirdi. Sonra da etkileri kıyamete kadar sürecek olan bir iş yaptı:
Kâbeyi bastı. Orada toplanan binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi. İbrahim peygamber tarafından kurulan kutsal çadırı bastı, Kâbe örtüsünü paçavra gibi yırttı. Daha sonra, Hacerülesved’i yerinden söktü ve ordusuyla birlikte kenti terk ederken yanında Ahsa’ya götürdü.
Bu olay İslam âlemini çok sarstı. Bundan öteye, bu korkunç cürmü işleyen Karmatiler arasında bile büyük tartışmalara, kavgalara, en nihayet daha da tırmanarak çöküşlerine neden oldu.
Hacerülesved taşı ancak 339’da Fatimi halifesi El-Mehdi’nin mücadelesinden zaferle çıkması sonucu eski yerine konabildi. Aslına bakarsanız, Pîrime göre de bu doğruydu. Hazreti Muhammed’in Allah’tan aldığı misyon cahiliye devrini yıkmak, onların yarattığı putları kırmaktı. Bu taşa atfedilen kutsallık da bir efsaneden öteye gidemezdi. Ona göre Kâbe, yani Allah’ın Evi olan gerçek Beytullah, ruhunu tanrıya açmış insan yüreğinin simgesiydi.

“Nefsi yapması gereken bir şeyle meşgul et; yoksa yapılmaması gereken bir şeyle o seni meşgul eder.”

“Can yâr üstüne, beden dâr üstüne...”

Mahkeme kuruldu. Başkan sert görünüşlü bir adamdı. Aslında, tüm yasa adamları gibi, o da yırtıcı kuşlar sınıfındandı.

“Yaşamak, yaşadığını hayal etmek olmuyor mu zaten?”

“Hayal edemez olunca da ölüyor insan.”

Aslında ölüm korkusunu yendiğim için yakalamıştım ölümsüzlüğü.

“Evlat, sana çok basit bir vasiyetim olacak:
Şu andan tezi yok, nefsini kendine kul et, yoksa o seni hizmetine sokacak, efendin olacaktır. Bunu böyle bil.”

Ama insan ümidi sonunda zülmü yener.

“Her canlı ölümü tadacak...” dedi.
Sonra gözleri yine ötelere daldı. Yüzü ciddileşti.
“Cehennemi de...” diye ekledi, ama devam etmeden bir süre bekledi.
Gözlerim irileşmiş, içimdeki heyecan ummanın dalgaları gibi kabarmaya başlamıştı. Tanrıyı içine alan Şeyhimin cehennemle ne ilişiği olabilirdi ki?
“Evet dostum, cehennemi de!..” diye yineledi.
“Hayat zıtlıklar üzerine kuruludur. İyiyi bilmeyen kötüyü, güzeli bilmeyen çirkinin ne olduğunu anlayamaz. Bu ahiret için de böyledir.”
O an beynimde bir şimşek çaktı. Kuran’ın yaprakları gözlerimin önünde hızla açılmaya başladı. Anlamıştı, ne demek istediğini anladığımı. Gülüyordu bana. Gözlerindeki ışıkla da belleğimi ateşliyordu.
“Sen ki, Kuran-ı Kerim’i defalarca hatmetmiş bir sufisin...”
İlk kez şeyhimin sözlerini bitirmesine izin vermeden atıldım.
“Meryem suresi...71 ve 72. ayetler...”
Tebessümü bütün yüzüne yayıldı. Beni onaylıyordu.
Kelamı bir seferde okuyuverdim.
İçinizden oraya uğramayacak hiç kimse yoktur.
Bu, Rabbin üzerinde kesinleşmiş bir hükümdür.
Sonra biz, korunup sakınanları kurtaracağız.
Zalimleri de orada dizleri üzerinde çökmüş olarak bırakacağız...

Tam iki saat boyunca celladın kırbacı sırtına indi Şeyhimin. Derileri yüzüldü. Etleri lime lime oldu. Kemikleri gözüktü. Bir tek kez yeter dediği, aman dilediği an olmadı. Her seferinde ağzından sadece “Ehad ve Ehad...” (Birdir O, sadece Bir...” sözcükleri döküldü.

“Ey ahali; Şimdi, şeriata uygun olarak, mahkûmun el ve ayakları çapraz biçimde kesilecektir. Daha sonra kesilen uzuvları Horasan kapısında, başı da saraydaki kesik başlar salonunda teşhir edilecektir.”

Allah’a olan yakarışı bitmişti. Halka döndü.
“Öldürün beni artık, ey sadık dostlarım...
Zira beni öldürmek, aslında yaşatmaktır beni...
Hayatım ölümümdedir benim...
Ölümüm de hayatımda...”

Onu asarak idam ettiler ve cesedini uzun süre ipte sallandırdılar. En sonunda başı kesildi. Henüz titreşen gövdesi idam sehpasının üzerinden aşağı atıldı. Hamid’in adamları orada hazır bekliyordu. Şeyhimin gövdesini Dicle’nin sazlarından örülmüş bir hasıra sardılar. Sonra da nefte bularak ateşe verdiler.

O, elif gibi her şeyden soyundu.



28 Mayıs 2014 Çarşamba

Necip Mahfuz, Cebelavi Sokağı'nın Çocukları






Necib Mahfuz’un ‘Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’, 1959 yılında tefrika edildiğinde aforoz edilmişti. Arapça ilk ve tek baskısı 1967 yılında Lübnan’da yapılabildi. Kitabın Türkiye macerası da farklı değil. Peki ne yazmıştı da böyle yasaklarla karşılaşmıştı Mahfuz? Cebelavi kimdi, çocukları kimlerdi? Ona öfkeyle saldıranlar bu sokağın neresindeydiler?

İlk kez 1959 yılında El- Ahram gazetesi nde tefrika halinde yayımlanan Cebelavi Sokağı’nın Çocukları,İslam dünyasının en eski dini kurumu sayılan El Ezher Üniversitesi tarafından aforoz edilmişti. ‘Dini aşağılıyor’ iddiasıyla Başkanlık Sarayı’na yapıla şikâyet, eleştirmenlerin romanı kötüleme kampanyaları, sokaklara dökülen göstericiler; sonuçta kitap haline getirilmesi mümkün olmamıştı. Arapça ilk ve tek baskısı 1967 yılında Lübnan’da yapılabildi. Bütün bu tartışmaların dışında duran Necib Mahfuz, birbiri ardına yazdığı romanlarıyla edebiyat kariyerini sürdürecek, 1988 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulunacak, ne var ki Arap dünyasına verilen bu ilk Nobel Necib Mahfuz’un hayatını pek kolaylaştırmayacaktı. Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen bombalı saldırının planlayıcısı olarak yargılanan ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Ömer Abdurrahman’ın açıklamasıyla kitap bir kez daha gündeme taşındı; “O herif, Sokağımızın Çocukları romanı yayımlanır yayımlanmaz ortadan kaldırılsaydı, Salman Rüşdi bugün Şeytan Ayetleri’ni yazmaya cesaret edemezdi”. Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nın Mısır’da günlük bir yayın organında yeniden tefrika edilmesiyle aynı zamana denk gelen bu açıklama kimileri için bir fetva niteliği taşıyordu. Çağrı cevapsız kalmadı. 1994 yılında saldırıya uğrayan Mahfuz yaralandı, boynuna aldığı bıçak yarası nedeniyle sağ kolu felce uğradı. 2006 yılında -95 yaşında- öldüğünde Kahire’de devlet töreniyle gömülen Necib Mahfuz, geride bıraktığı otuz dört romanı, üç yüz elliden fazla hikâyesi, filme çekilen senaryoları, siyasi tavrı ve yarattığı tartışmalarla sadece Mısır’ın değil, Arap edebiyatının en büyük yazarlarından biriydi.


Tanrı’nın çocukları

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nın Türkiye macerası da Mısır’dan farklı değil. Yazılmasından yaklaşık elli yıl sonra Türkçeleştirilen roman, yayınevi tarafından gerekçe gösterilmeksizin toplatılmıştı.

Bir edebiyat ürünü etrafında kopartılan tartışmalara, sansüre ve yasaklara, yazarlara karşı maddi manevi linç kampanyalarına alışkın olduğumuz için Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nın ve yazarının başına gelenlere şaşırmıyoruz. Ancak lanetin elli yıldır sürmesi, yasakçı bir zihniyetin bunca yıldır değişmemesi tuhaf değil mi? Peki ne yazmıştı da böyle bir kavgayı ateşlemişti Mahfuz? Cebelavi kimdi, çocukları kimlerdi? Ona öfkeyle saldıranlar bu sokağın neresindeydiler?

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nda Necib Mahfuz, alegorik bir hikâyeyle insanın yeryüzündeki yüzlerce yıllık macerasını anlatıyor. Kutsal kitaplarda anlatılanlarla paralel ilerleyen bir kurguyla Adem ile Hava’nın, Habil ile Kabil’in, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in hikâyelerinden esinlenerek insanlık tarihini farklı bir biçimde yorumlamış.

Cebelavi, Mukattam Çölü’nün kıyısında, kendi adını taşıyan sokakta, yüksek duvarların çevrelediği cennet gibi bir bahçenin içindeki muhteşem konağında yaşayan kudreti sonsuz bir adam. Konağında oğulları İdris, Edhem, Rıdvan ve Abbas ile yaşayan Cebelavi, mülklerin idaresini büyük oğlu İdris yerine Edhem’e bırakınca kıyamet kopar. Babasına isyan eden ve konaktan kovulan İdris, Edhem’i kandırıp ihanete zorlayacak, babasının sözünü çiğneyen Edhem karısıyla birlikte kovulacak, yaşamını konağın yakınlarındaki yıkık bir evde babası tarafından affedilmeyi bekleyerek geçirec ektir.

Cebelavi oğlunu affetmez, ama mirasını yönetmek için torunlarından Hümam’ı konağa davet eder. Kendisi yerine Hümam’ın seçilmesi kardeşi Kadri’yi öfkelendirmiştir. İstemeden de olsa kardeşini öldürür.

Cebelavi, İdris, Edhem, Hümam ve Kadri adlarını Tanrı, Şeytan, Adem, Habil ve Kabil ile değiştirdiğimizde, bütün kutsal kitaplarda yer alan başlangıç efsanesiyle karşılaşıyoruz. Bir farkla; Mahfuz, kötülüğün kökenlerini araştırırken Cebelavi’yi de sorguluyor. Sanıyorum radikallerin öfkesini çeken burası.

Bu hikâyenin ağızdan ağza aktarıldığı çok yıl geçmiş, Cebelavi Sokağı’nın yaşlı efendisi görünmez olmuş, onun mülkünü adaletle yönetmeyi üstlenenler kendi çıkarlarını korumayı düşünmüş, sokak çeteleriyle işbirliği yaparak halka zulüm etmeye başlamıştır. Halklarını zulüm ve yoksulluktan kurtarmak için önce Cebel (Musa) gelir sokağa. Onun kurduğu düzen bozulduğunda sıra Rıfat’ındır (İsa). Bir zaman sonra Kasım’la (Muhammed) kurulur düzen. Ancak toplumların belleği zayıf oldukça tesis edilen adil düzen de kalıcı olmayacak, Cebelavi’nin vakfını yönetmekle yetkili vekiller çetelerle birleşerek bir kez daha kendi iktidarlarını kuracaklardır. Ve bir kez daha kurtarıcı gerekir Cebelavi Sokağı’nın çaresiz çocuklarına.

Kur’an gibi 114 bölümlük romandaki son kurtarıcı Arif için din tarihinden bir eşleşme yapmak mümkün değil. Ama adı ve sanatıyla neyin simgesi olduğu belli; bilimi, rasyonel aklı temsil ediyor Arif. İhtiyar Cebelavi’nin sırrını çözmeye çalışırken ölümüne neden olan Arif, belki yeni bir düzen kuramayacak ama geride insanların sarılacağı bir umut ışığı bırakacaktır; “Gecenin ardından gün nasıl doğuyorsa adaletsizlik de bir gün son bulacaktır. Zorbalığın ölümü de göreceğiz, ışığın ve mucizelerin doğuşunu da.”


İndirgemek basitleştirmektir

Yüzlerce yıldır tesis edilememiş adaletli bir düzen için dinlerin, mistik inançların karşısına bilimi, rasyonel aklı koyan bir bakış açısının, hele ki Tanrı’yı simgelediği düşünülen bir karakterin öldürüldüğü bir hikâye, radikal İslamcılar için elbette kolay yutulur bir lokma olmayacaktı. Ancak Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nı kutsal kitaplarla, kahramanlarını Tanrı ve peygamberleriyle özdeşleştirmek çok düz bir okuma biçimi, siyasi terminolojiyle söylersek, indirgemeciliktir.

1911 doğumlu Necib Mahfuz’un hayat hikâyesiyle modern Mısır’ın siyasi ve toplumsal tarihinin çakıştığını biliyoruz. ‘Ortadoğu’nun Balzac’ı’ olarak tanına yazarın her romanına sinmiştir bu çakışma. İster Kahire’de bir sokağa, ister bir aileye, ister kutsal kitaplara diksin gözünü, onun ilgilendiği Mısır toplumudur, bu toplumun yaşadığı sıkıntılar ve sıkıntıların kaynaklarıdır. Kimi zaman alegoriyle, kimi zaman sembollerle, meforlarla anlatır ülkesinin tarihini; “Ülkesinin içinde bulunduğu durum hakkında açıkça ve doğrudan konuşmak için hayal gücünü kullanan büyük bir sanatçıyı, olağanüstü bir yazarı bulursunuz karşınızda”. Bütün yapıtlarında hakikat ve adalet arayışı vardır. Siyaseti ideolojiye indirmez, siyaset felsefi bir tartışmanın konusudur Mahfuz romanlarında. “Zamanı bir insan topluluğunun kaderini yavaş yavaş değiştiren evrimlerin ya da devrimlerin büyük düzenleyicisi olan apayrı bir karakter olarak kullanır.”

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları da benzer bir anlayışın ürünü. Sıkıntılar içindeki Arap toplumunun tekerrür eden tarihini, tarihin neden tekerrü ettiğini, neyin değişmediğini, değiştirmek için yapılması gerekeni sorgulamak için dini efsanelerden yararlanıyor Mahfuz. Bir yandan insana özgü hırs, öfke, kibir, arzu, utanç, korku, sevgi gibi duyguları araştırmış, diğer yandan insanın eşitlik ve kardeşlik temelinde adil bir düzende yaşama arzusunun tarihsel izini sürmüş. Sözün donüp dolaşıp geldiği yer ise romanın yazıldığı dönemdeki Mısır. Toplumun güçlü karşısında boyun eğmişliği, dinin ve kurumlarının bu boyun eğmişlikteki işbirlikçi rolü, yazar ve sanatçıların suskunluğu, maddi kaynakların eşitsiz dağılımı, etnik ayrılıklar, yaşanan sefalet ve unutkanlık. Aşağıdaki alıntılar hiç kuşkusuz Musa’nın değil Mahfuz’un Kahire’sini anlatıyor…

“Sokak sakinlerinin bazıları seyyar satıcıydı, bazıları da dükkân veya kahvehane işletiyordu; birçoğu dilencilik yapıyordu, bir de, eli ayağı tutan herkesin çalışabileceği bir iş dalı vardı: O da uyuşturucu ticaretiydi, özellikle de esrar, afyon ve afrodizyakların ticareti. (…) Genç adamlar cesaret ya da kas gücü sahibi olduklarını keşfeder keşfetmez, barışçıl insanların işine karışmaya başlar, kendi işlerine bakan insanlara saldırır, sokak üzerindeki mahallelere kendilerini koruyucu olarak dayatırlardı. Çalışanlardan haraç toplar, hayatlarını sadece zorbalık yaparak kazanırlardı.” 

“Sokağımızın her köşesinde bulunan kahvehanelerdeki şairler sadece kahramanlık çağlarını anlatırlar ve güçlüleri mahcup edebilecek şeyleri ortalıkta anlatmaktan kaçınırlar. Şarkılarında vekilharç ile çetelerini, sahip olmadığımız adaleti, tatmadığımız merhameti, görmediğimiz saygınlığı, var olmayan dindarlığı ve adını bile duymadığımız dürüstlüğü överler.” 

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nda tartışılan meseler özellikle Mısır için çok önemliydi. Bu nedenle işin edebi tarafına pek bakılmadı. Temaları, kişileri, dili ve üslubuyla eski zamanların, sözlü anlatıların ruhunu yakalayan böyle bir romana düşmanlık beslemek ne büyük kayıp!.



Tamamlanmamış İslâm Yazıları -Endülüs'te Raks-




Kapı yayınları tarafından yayımlanan Tamamlanmamış İslam Yazıları -Endülüs’te Raks- adlı kitap, ODTÜ’de Yüksek Lisans yapan genç yazar Esat Arslan’a ait. Kitap, “Yirmi birinci asırda İslâm’ı anlamak ve yaşamak ne demektir?” sorusuna cevap arıyor. Yazarın daha önsöz’ünde bu soru etrafında ciddi meseleleri ele alacağını okuyucu fark ediyor. Müslüman bilincin, yaşadığı asra tanıklık ederken özne durumda olması gerekir, aksi takdirde kendine mücahid, zahid, sufi olmasının pek kıymeti harbiyesi yoktur. Bir usûl/metodoloji etrafında fetihler yapmak, 21. Yüzyıl Müslüman’ının omuzlarına yüklenmiş bir ödevdir.



Yazarımız bu bakış açısıyla şunları söylüyor: “Müslüman’ının temel sorununu “küresel modernite denilen kalenin nasıl fethedilebileceği” sorunudur. Tarihselci de, gelenekselci de önermelerini geliştirirken, birbiriyle çatışırken, nihaî hedef olarak şimdiki Müslüman cemaati korumayı değil, İslâm’ın talep ettiği barış ve adaleti cümle âleme mal etmeyi hedefler. Tarihselci ve gelenekselci her iki okula da derinden raptı olan ve onların içeriden bir kritiği üzerinden öznelliği biçimlenen benim yazılarım için de belirleyici olan nihaî hedef bu.” Yazarımız, düşüncelerinin temelini Bediüzzaman’ın Muhakkemât’ında dillendirdiği mirastan alıyor. Bediüzzaman’ın İbn Rüşd’ü tevarüs ettiği bu belirleyici esası şöyle ifade ediliyor: “Zamanın hakikati olduğuna inanmak, zamana kendine mahsus bir ilgiyle yaklaşmayı zorunlu kılar. Bu, her çağın farklı bir din usûlüne sahip olacağını söylemektir…” (Önsöz’den).

Kitap iki bölüme, Birinci Kitap, İkinci Kitap şeklinde iki farklı önemli konuya ayrılmış. Birinci Kitap’ta tefsir ve fıkıh, İkinci Kitap’ta Kelâm mevzuu, bu temel İslamî ilimlerde alışık olmadığımız bir metot, yol izlenerek ele alınsa da, kitabın isminden de anlaşılacağı üzere geleneksel kitaplarımızda izlenen usûl ve metod izlenmemiştir. Yazar, kendine özgü bir üslup ve bakış açısıyla önemli gördüğü mevzuları ele alarak tartışıyor. Birinci Bölümde, Kur’an’ı Kalemle Okumak, Kur’an’da Kıssalar Üzerine Bir Tecrübe, Helak Ayetleri, İslâm ve Sol, Kur’an ve Kadın, Fıkıh Üsûlü Hakkında, Kılıç Ayeti, Evrenselci-Tarihselci ve Mutezile, Hocaefendi, Fıkıh Usûlü, Kur’an’da Kadın, Hadis’i Nedene Reddedeyim ki? Gelenek(ler)imizin Dayandığı Temeller Üzerine, İstinbat Usûlü Üzerine Bir Araştırma Taslağı ana başlıklarıyla konuları tartışıyor. İkinci Bölümde, Kelâm mevzuunda Bedenim Düşünürken, Kaya Nasıl Adam Olur_-İhtira Kanıtı-, Nedensellik mi, Neden Benlik mi – Nizam Kanıtı-, Varolmanın Delta Kadar Hafifliği –Teoloji Kanıtı-, Acele Etme Descartes! Konuşmak İsteyen Biri Var, Şeyin Birliği Nereden Gelir?, O Kadar Saf ki Hiç Acı Görmemiş Immanuel!, Dürtüyü Kim Dürter?, Deleuze ve Guattari’ye de Şefkat Gösterelim, Büyüyü Yitirmemek, Hürriyetin Manevi Esasları: Descartes, Hürriyetin Manevi Esasları: Arthur Schopenhaur, Kant’ı Bediüzzaman’la Okumak ve Devamı, Negel’den Foucault’ya İslam’ı Düşünmek… başlıklarını ele alıyor.

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, yazar derin bir zihni çaba göstererek kitabını hazırlamıştır. Müslüman bir fert olarak ateizmin/materyalizmin kıyısına, bir derdin, bir sorunun çözümü için yaklaşır ve bu konuda ne kadar kallavi kitap yazılmışsa adeta kavga ederek okur. Kendisine miras olarak devreden İslami ilimleri kritik etmeden, eleştirmeden özümsemek kolaycılığına kaçmadan materyalizmin yüreğinde açtığı yarığın kanamasını kurutmak için özünde barış ve adaleti barındıran tevhid inancını özümsemek için çaba gösterir. Bu bağlamda yönelmesi gereken ilk kaynak şüphesiz Kur’an-ı Kerim’dir. “Kur’an’da bahsedilen hakikatler aslında çok zor, derin, anlaşılması müşkül hakikatlerdir. Fakat Kur’an onları bir çocuğun veya yetmiş yaşındaki okul görmemiş bir ihtiyarın bile üzerinde düşünebileceği kolaylaştırılmış bir formatta indiriyor ki, herkes kabiliyeti nispetinde ihtiyacı olan hakikati ondan alabilsin. Aslında Kur’an’da zikredilenler, tefekkür edilerek tedebbür edilerek, geleneğin ve modernitenin sınırlarından taşılarak, kısaca cehd sarfedilerek okunduğunda, bahsi geçen mevzularda serdedilen cümlelerin aslında ne kadar mühim hakikatleri hatırlattığı görülecektir.” Sh. 18.

Yazarın “İslam ve Sol” başlığıyla ele aldığı mevzuda İslam’ın adalet ve özgürlük temelinde yücelttiği değerleri işaret ederek “…bugün İslam adına siyasi mücadele verecek bir bireyin, İslam’ın “en haklı” okunuşunda, kendini tamamen “sol”da konumlandırması gerektiğidir.” tespitlerine katılmayacağım. Bugün Türkiye’de ve dünyada sol’un kendini konumlandırdığı yer ve ortaya koydukları fikirler, 21. Yüzyıl insanının sorunlarına çözüm üretmekten uzak, söylem üzerine bina edilmiş yaldızlı sloganlardan ibarettir. Senede altı milyon insanın açlık ve ona bağlı sebeplerden öldüğü bir dünyada, yaşanan sorunları çözmek için solun ve onun temellendirdiği siyasal örgütlenmelerin çözüm önerilerine tanıklık edemiyoruz maalesef. İslam’a, siyasi olarak kendini ifade edeceği bir alan bulmak için “sağ” veya “sol” tanımları içinde yer aramak İslam’ın geniş, kuşatıcı ve evrensel karakterini daraltmak anlamına gelecektir. Belki, sol veya başka fikir akımları kendilerini İslam’ın içinde tanımlayabilir, kendilerine bir alan arayışına girebilirler; ne var ki tecrübeler göstermiştir ki, İslam’ın yanına başka bir ismin konularak onunla ifade edilmesi İslam’ın hayrına olmamıştır. Bir başka katılmadığım husus da, Fransız Devrimi gibi özgürlük ve eşitlik ilkelerinin müdafaasının hakikat için çırpınmak, Hz. Peygamber’in yedinci asırda başlattığı devrim’e benzetilmesidir. Ayrıca, İslam’ı Batılı yazarlar üzerinden okumak teşebbüsünün de sorunlu olduğunu belirtmek isterim, bu başka bir yazının konusu olacak genişlikte olduğu için bu kadar değinerek, kitaba dönelim.

Yazarın önemle altı çizilmesi gereken tespitlerinden birisi de “Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in tam olarak ne söylemek istediğine bakılacak yer”le ilgili söyledikleridir: Yazara göre bu yer “Asr-ı Saadet’in dünyada neyi, ne yönde değiştirdiğini bulduğumuz yerdir. Kur’an’ı Siyer’le okuduğumuz, Mekke’yi ve Medine’yi hissedebildiğimiz yerdir. Mekke dönemi boyunca Kureyş seçkinlerini eleştirmede kullanılan kıssalar “mitolojik” ve “tekrarı olmayan” kıssalar değildir. Tüccar aklına sahip zeki bir Kureyşli’nin, böylesi “mit”leri ciddiye alması saçma olurdu. Nuh Kavmi “sınıfçı” olduğu için, İslâm mesajını kabul etmez. Hud’un toplumu militarist’tir. Semud ise endüstriyalist/şehirli bir toplum olarak “deve”de sembolize edilen “göçebe”yi ve “doğa”yı “iğdiş” eder. Lut kavmi şehvet’inden helak edilir, ama Kur’an’da “şehvet”, insanın kendi evladına, atlara/arabalara ve evlere de duyulur. Kısaca Lutîlik, “hedonizm”dir. Şuayb’ın kavmi, Marx’ın tahlillerini hatırlatır tarzda “artı değer’e el koyan, “eşya”yla ilişkisini “hükmetme” üzerinden kuran, Hardt’la Negri’yi düşündürecek derecede “akışları kontrol eden” bir kavimdir, kapitalisttir. İbrahim, bir “din adamlara sınıf”ına başkaldırıdır… (…) Yani kıssalar daha güzel bir dünyanın nasıl olabileceğine dair ilham veren, toplumsal kötülüklerin karşılığını içkin mekanizmalarla bulacağının garantisini veren, kendileriyle yirmi birinci yüzyılı anlamlandırabileceğimiz, Hitler’i, Stalin’i okuyabileceğimiz canlı portrelerdir…” Sh. 109-110.

Esat Arslan, Vahyin, bir hayat kaynağı olarak okunması gerektiğini belirtiyor. Hadis için ise şunları söylüyor: Kur’an’ın yarattığı varoluşsal gerilimi Sünnet’ten başka rahatlatacak merci yoktur. Bugün Hadis’i reddeden Kur’an Müslümanlarının da hayatlarının neredeyse sadece “kavga” olması, belki de bu eksiklikle bağlantılıdır. Zira Sünnet’in kemale erdirici vasfından, vahiyden anlaşılan mesajı somut hayata nasıl dökeceğinden bihaber olmanın doğurduğu zorunlu sonuç sürekli gergin olmaktan başka ne olabilir ki?...” sh. 230. Yoğun bir zihni çaba ile Kerim Kitabımızın daha iyi anlaşılması için kaleme alınan Tamamlanmamış İslam Yazıları –Endülüs’te Raks- kitabı, muazzam bir miras üzerine oturup hazırcı, tüketen Müslümanların ufuklarını açacak bir çalışmadır. Kaynaklara erişmede, İslam, doğu-batı ayrımı yapmadan derinlemesine nüfuz eden, İslam’ın gayesinin yeryüzünü adaletle imar etmek olduğunun bilinciyle bu eserlerden istifade etmeyi bir sorumluluk addeden Esat Arslan’ı bu çalışmasından dolayı tebrik ediyorum, ileride daha derinlikli kitaplarla okuyucunun karşısına çıkacağı ümidini taşıyorum.

Tamamlanmamış İslâm Yazıları –Endülüs’te Raks

Esat Arslan, Kapı Yayınları

Aralık 2010 İstanbul

27 Mayıs 2014 Salı

Bir işe başlamaktan daha hayırlı bir şey yoktur.

        


Nuri Bilge Ceylan'ın şifreleri


Son filmi 'Kış Uykusu'yla sinema dünyasının en prestijli ödülü Altın Palmiye'yi kazanan Nuri Bilge Ceylan'ı ne kadar tanıyoruz? Büyük yönetmen, 1997 yılında Radikal gazetesinden Güldal Kızıldemir'e verdiği söyleşide, Himalya eteklerinde hayatın anlamını bulma yolculuklarından Londra'daki bulaşıkçılık ve market hırsızlığı günlerine her şeyi tüm açıklığıyla anlatmıştı. İşte o efsane söyleşi..

İlk uzun metrajlı filminizle, “Kasaba”yla iki ödül aldınız. Üstelik çok kişisel ve bir hayli farklı bir filmle.
 Evet. O yüzden ödül almasını pek beklemiyordum.

Çok iyi bildiğiniz bir dünyanın belgeselini yapmış gibisiniz.
Zaten Antalya’da belgesel film eleştirisiyle yarışma dışı bırakılmaya çalışıldığını söylediler. Öyle bir yanı var, evet.

Nereden biliyorsunuz bu dünyayı? 
Ben o kasabada büyüdüm. Aslında bir memur ailesinin çocuğu olarak İstanbul’da doğdum. Ailem Çanakkale’nin Yenice kasabasında, yani filmdeki kasabada doğmuş, büyümüş. Babam o yörenin okumuş tek kişisi. Son derece yokluklar içinde okumuş. O zaman Yenice’de ilkokul bile yokmuş. Babam İstanbul’da ziraat mühendisliği yapıyordu fakat ben iki yaşındayken öğrendiği bilgileri uygulamak için son derece idealist amaçlarla doğup büyüdüğü topraklara tayinini çıkarttı ve oraya yerleşmeye karar verdi. Dolayısıyla benim çocukluğum Yenice’de geçti.

Nasıl bir çevreydi? Nasıl bir kasaba?
Çok tipik bir kasabaydı. Değer yargıları, doğruları, yanlışları son derece keskin bir çevreydi. Bu çevre içinde babamın hayat görüşü etrafındakilerden oldukça farklıydı. Sekiz yıl o kasabada yaşadık. Ve zamanla, babamın idealizminin yavaş yavaş bir hayal kırıklığına dönüşmeye başladığına tanık olduk.

Ve İstanbul’a dönmek istediniz.
Dönmek istedik, zaten dönmek zorundaydık. Orada lise yoktu ve ablam lise çağına gelmişti. Ben ilkokul dördüncü sınıfı bitirince buraya geldik, babam yıllarca tayinini çıkartamadığı için uzun yıllar biz İstanbul’da onsuz yaşadık. İstanbul’da bir süre oldukça yoksul denebilecek bir yaşam sürdürdük Annemde faranjit bırakan o tüten sobayı hiç unutmam. Devamlı öksürür ve bugün hâlâ ne zaman öksürdüğünü duysam o günleri hatırlıyorum.

Ailenize çok bağlı görünüyorsunuz. Filminizde bile başrollerde anne babanız oynuyor. Senaryo ablanızın. 
Tipik bir aile içinde büyüdüm ve aslında tipik bir aile içinde büyümek bir çocuk için kötü bir şey değil. Çünkü çocuk ruhu kendini çok farklı hissetmek istemiyor zaten. Diğer insanlara benzemek istiyor ve farklılıklarını suç olarak algılıyor çocukken insan. Çocukluğumda ben r’leri söyleyemezdim. O yüzden Nuri adımı söylemez, Bilge’yi söylerdim. Ama Bilge de kız ismiydi. Bir edebiyat öğretmeni vardı. Sözlüde adımı Bilge olarak söyledim. “Nasıl söylersin böyle kız ismini” dedi bana. Herkesin önünde alay etti. O gece ‘r’ çalışıp bu işi çözdüm. Hayatta en nefret ettiğim şey aşağılanmaktır.

Farklı olmak suçluluk duygusu verir diyorsunuz. Siz biraz suçluluk duygusu çekmiş gibisiniz.

Bilincim özellikle farklılıklarım üzerine yoğunlaşırdı. Suçluluk duygusu yarattığı için çocukluktan beri de böyleydi. Bilirsiniz çocuklukta bir alay mekanizması vardır. Alay edilmemek için alay etmek zorundasınızdır. İktidar ilişkisi çocukken okulda başlar.

‘Kasaba’dan İstanbul’a gelmek en çok neyi değiştirdi hayatınızda?
İstanbul’da sanıyorum hayatımı etkileyen en önemli olay belki Boğaziçi Üniversitesi’nde okumuş olmam oldu. Elektrik Mühendisliği bölümünde. Aslında nasıl oluştuğunu tam bilemiyorum bir Batı hayranlığı başlamıştı bende ve Boğaziçi Üniversitesi bunu iyice körükledi. Boğaziçi’nin insanı batıya yönlendiren bir tarafı vardır, bilirsiniz. Bir şekilde okul bitecek, Batı’ya gidilecek, orada yaşanacak diye düşünülür. Sanki yazgım Batı gibi görünüyordu.

Hiç gitmiş miydiniz? 
Yaz tatillerinde otostopla ya da bisikletle tatile gidiyordum. İlk on yedi yaşında gittim, otostopla. Tabii bu ilişki Batı’yla çok egzotik bir ilişkiydi. Gerçek yüzünü göstermiyordu bize Batı. Kendi ruhumuzun ona uygun olup olmadığını da hissettirmeyen biri ilişkiydi. Daha ziyade dönünce anlatılacak maceralar zinciri gibiydi bu yolculuklar.

Fotoğraf çekmeye başlamış mıydınız o yıllarda?

Tabii. On altı yaşından beri fotoğraf çekiyorum. Daha sonra okul bitince hiç sorgulamaya bile gerek kalmadan yazgımı yaşamaya gittim.

Nereye? 
Londra’ya gittim. Az bir parayla. Ama zaten macera yaşamak bir üst değer gibi göründüğü için çok da farketmiyordu. Londra’da bulaşıkçılık filan gibi herkesin başına gelen işleri yaptım. Market hırsızlığı filan yaptım. Hatta özel sefere çıktığım bile olurdu.

Elektrik mühendisi bir market hırsızı gibi.

Evet. Elektrik mühendisliği meselesiyle üçüncü sınıfa geldiğimde aram açılmaya başlamıştı. İlişkimin adamakıllı derinleşmeye başladığı fotoğrafla yeni bir yol izleyeceğimi düşünmeye başlamıştım.

Hiç yakalanmadınız mı? Market hırsızlığı yaparken yani?

İki defa yakalandım. İkincisinde on beş yaşında bir çocuk beni kolumdan tutup dışarı atmıştı. Sendeleyerek insanların arasına çıktım. Çok aşağılandığımı hissettim. İlk defa gururumun gerçekten incindiğini hissettim. Sokaklarda insanları görmeden yürüdüm uzun süre.

Önemli olan çalmak değil yakalanmak galiba.
 Yakalanacağını düşünmüyor ki insan. Yolda yürürken bir aynayla karşılaştığımı hatırlıyorum. Yüzümü o kadar maskesiz görmemiştim. Bu yakalanmayla gelen aşağılanma duygusu içimde bir şeyleri tetikledi. Zaten bir yandan içimde oluşan anlamsızlık duygusu giderek büyümeye başlamıştı. Batı’nın değerleri yavaş yavaş ruhuma uymayan değerler olarak görünmeye başladı. Bir gün, bir kitapçıda Himalayalar üzerine bir kitaba rastladım bu doğudan medet ummak gibi bir şeydi. Kitapta anlatılan şeyler çok ilgimi çekmişti.

Çaldınız mı?
 Onu değil ama çok kitap çaldım. O yakalanmadan sonra ise hiçbir şey çalmadım. Kitapla birlikte Batı’yı terk etmeye karar verdiniz galiba. Batı’yı bir daha dönmemecesine terk etmeye karar verdim. O zamanki duygum buydu. İçimdeki boşluk ve anlamsızlık duygusu iyice büyümüş durumdaydı. Çok yalnızdım. İnsan ilişkileri çok zor gelmeye başlamıştı. Batı’yla aramda çok büyük bir mesafe olduğunu hissetmeye başladım. Atina üzerinden Nepal’e uçtum. Himalayalar üzerinde 400 kilometre yürüyüş yaptım bir iki ay içinde. Fakat aradığım anlam bir türlü gelmiyordu.

Yolların da bir yardımı olmadı yani.
Hiç. Nereye baksam her yerde aynı ağaç, aynı bulut. O zamana kadar ‘seyahat denen bir şey var oldukça anlamsızlık sorunuyla yüz yüze gelmem’ diye düşündüğüm halde, ilk defa seyahat ya da maceranın içimdeki boşluğu dolduracak potansiyele sahip olmadığını düşündüm. Sonra bir Budist tapınağının üzerinde oturup dağları seyrederken, birdenbire Türkiye’yi çok özlediğimi düşündüm ve geri dönmeye karar verdim.

Neticede Türkiye’ye döndünüz.
Evet. Askere gittim. Askerlik, bu anarşist hayat içinde çok iyi geldi. Bir amaç, yapılması zorunlu olan bir şey. Ankara’da yaptım. Yeni bir şeyi keşfetmemi sağladı askerlik. Uzun süredir Boğaziçi Üniversitesi yüzünden kendimi yalıttığım, yalıtmak zorunda kaldığım Türk toplumunun her kesiminden insanlardan zengin bir mozaikle karşılaştım. Çocukluk ve gençliğimden hatırladığım, ama bir süredir unutmak durumunda olduğum bir mozaikti bu. Yeniden yurduma karşı bir sevgi oluşturdu içimde bu. Ait olduğum yeri bulmuşum gibi bir duygu yaşadım. Ankara günlerim de çok yalnız geçti ama, en çok düşündüğüm, düşünmek zorunda kaldığım, en çok film seyrettiğim ve kitap okuduğum dönemdi. Sinema yapmaya da kesin olarak bu dönemde karar verdim.

Sinema, karar verince yapılabilecek bir şey mi?
Gayret gösterdim tabii. Ankara’da Dost Kitabevi’ne gidip, bulduğum bütün sinema kitaplarını aldım. Ama kendime güvenebilmem için daha çok tekniği öğrenmek istiyordum. Amerikan ve İngiliz kültür derneklerinden eski kitaplar buldum ve okudum. Sinema daha sonsuz bir şey. Fotoğrafa göre, hayatın derinliğini daha içinde barındırabilecek, daha muktedir bir sanat olarak göründü gözüme. Bu kudretin kaynağı da bazı kişisel yönetmenlerin üzerimdeki etkisidir.

Kimler bunlar?
 Bergman’nın 16 yaşımda seyrettiğim Sessizlik’i mesela, onun öbür filmleri. Sonra Antonioni girdi hayatıma. O zamanlar Tarkovski, Bresson tanınmıyordu daha.

Sonra İstanbul.

Evet. Sistemi daha iyi anlamam gerektiğini düşündüm. Karmaşık bir organizasyon, karmaşık insan ilişkileri gerektiren bir alan sinema üretimi. Kendimi daha yetkin hissedebilmek için sinema okumam gerektiğini düşündüm ve Mimar Sinan’a girdim ve okulun en yaşlı öğrencisi olarak iki yıl okudum. Okulun arşivinden yararlandım. Mimar Sinan kendime güvenimi artırdı.

Otuz yaşına geldiniz artık.

Evet. Fotoğrafı tümüyle bıraktım. Fakat yine de bir türlü film yapamıyordum. Korku, güvensizlik hali var. Sürekli erteleyecek sebepler de buluyorum gibi geldi. Ertelemek için uydurduğum bahaneler, yüzleşmekten korktuğum bir gerçeği sakladığım duygusu uyandırdı bende.

Neydi onlar?

Yeteneksizlik korkusu olabilir. Çünkü mesela bir türlü bir senaryo yazmayı beceremiyordum. Böylece yıllar geçti. Sonra bir şekilde 20 dakikalık kısa filmim Koza ortaya çıktı. Koza, artık film üretemeyişim konusunda kendime ettiğim işkenceleri sona erdirmek için giriştiğim bir deneme gibiydi. Çekimler bir yıl sürdü. Senaryo yoktu. El yordamıyla sezgilerimle, algılarımla yakalayabildiğim bir dünyayı elle tutulur hale getirmeye çalışıyordum. Diyalog yoktu. Kendimi fırlatır gibi başladım ilk filmimi çekmeye. Koza ortaya çıktı. Neye benzediği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Çünkü seyrettiğim filmlere benzemiyordu. Fakat Cannes Film Festivali’ne kabul edilince biraz kendime güven geldi. Öğrenmeye çalıştığım sinema tekniğini en çok bu filmin çekimi sırasında öğrendim.

Kaç kişi çalıştınız? 
İki kişi. Kasaba’da da öyle. Dosyotevski’nin bir sözünü hatırlıyorum: Bir işe başlamaktan daha hayırlı bir şey yoktur.

Biraz zaman almış ama olsun. 
Evet, bir şekilde başlayınca gidiyor olay. Koza’nın verdiği güvenle Kasaba çok daha kolay ortaya çıktı. Yine iki kişi çektik. Asistanım Sadık İncesu. Bu filmde her şeyi yaptı, prodüksiyon, eşyaları beraber taşıdık.

Kendiniz mi yaptınız masrafları?
Ben sabırsız bir insanım var başlamayınca çok uzuyor her şey. Önce filme başladım ve sonra para aramaya başladım. Zaten küçük bütçeli bir film düşünüyordum ve bir miktar param vardı. Biraz götürebilecek kadar. Film elli bin dolara çıktı. Ben çok daha fazla paraya ihtiyacım olacağını düşünüyordum. Bu sinema için çok küçük bir bütçe. Bütçenin çoğu post prodüksiyona gitti tabii.

Ekip çok küçük, oyunculara verdiniz herhalde. Senaryo?

Senaryo vardı bu defa. Ablam Emine Ceylan’ın bir öyküsünden yola çıktım. Otobiyografik eklentiler ve Çehov’dan alıntılar var. En sevdiğim yazar. Bir senaryo vardı ama bütün fikirler çekim sırasında geliyor aklıma. Çekimin hemen öncesinde değil, kamerayı çalıştırdıktan sonra. O anda senaryoyu çok değiştirdiğim oldu. Oyuncular da şaşırıyorlardı, provalarda yapmadıkları şeyleri yapmak zorunda kalmaktan. Oyuncular o anda oynadıkları oyunun önünde ve arkasında ne olduğunu bilmiyorlardı. Nedenini anlamadıkları bir şeyler söylüyorlardı.

Oyuncular dedikleriniz zaten anneniz babanız. Oynamayı istediler mi?

Hayır. Hiç istemediler, ısrarlarıma dayanamayıp oynadılar.

İzleyince beğendiler mi kendilerini?
 Seyretmediler filmi. Zaten sinemanın çok dışında insanlar. Ben babamı televizyonda bile hiç film seyrederken görmedim. Haberlere bakar.

Gerçekten izlemediler mi? Anneme bir bölümünü izlettim, “Aman oğlum kim izleyecek bunları?” dedi. Babama da biraz gösterdim, baktı ama izlemedi hepsini, güldü.

Nasıl ikna ettiniz oynamaya? 
Çeşitli acındıracak yöntemler buluyorum. Bir de şu kadar para vereceğim başkalarına diyorum, o da etkili oluyor galiba.

Anlamsızlık derdinizi aştınız mı bu filmi yapınca beki? 
Aslında anlamsızlık ve melankoli gibi durumlar, sadece aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Sanat da bu değerlerden biri. Nevrotik duygular diyebileceğimiz şeyleri, yani insan farklılıkları ancak böyle aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Zannediyorum sanat çok iyi geldi bu tarafıma, melankolik yapıma. Bir terapi etkisi gösterdi.

Bir de yetenekli miyim kuşkunuz vardı.
Daha onu bilmiyorum. Sadece biraz daha güvenim var kendime.

Yeni bir film hazırlığı var mı?

Evet. Spesifikleşmeyi severim. Yine aynı bölgede yeni bir film çekmeyi istiyorum. Ama daha az hata yaparak.

Hatalarınız mı var bu filmde?
Tabii, filmde bir sürü hata var. Bu yüzden filmi seyredemiyorum. Yeni filme konsantre olmuş durumdayım. Aynı yerlerde benzer oyuncularla, belki renkli.

Yine iki kişiyle mi çekeceksiniz? 
Bu defa sesli çekmenin koşullarını zorlamak istiyorum. İdealimdeki ekip beş kişi.

Filminizi sinemada izlediniz mi?

Hayır. Ama tek başıma sinema salonunda Macaristan’da izledim.

Kendinizi genç Türk yönetmenleri arasında hissediyor musunuz?
 Filmlerimiz benzemiyor ama onların da kendi aralarında filmleri benzemiyor. Onları tanıyorum. Aramızda sevgi ilişkisi olduğu bile söylenebilir. Dayanışma olduğu. Üretim koşullarını kendimiz yaratmamız açısından bir benzerlik var. Her şeyi feda ederek, kayıtsız şartsız sinema yapma arzusu yönünden benzerlik var. Tabii ki ruhlarımız, dünyalarımız ve filmlerimiz farklı.
.

25 Mayıs 2014 Pazar

Ne kişisel , ne politik . .


Cannes'dan Fatih Akın açıklaması





67. Uluslararası Cannes Film Festivali'nin yarışma filmlerinin açıklandığı basın toplantısı devam ediyor. Festival Direktörü Gilles Jacob ve yöneticisi Thierry Fremaux, Nuri Bilge Ceylan'ın filminin 3 saat 16 dakika olduğunu açıklayınca salonda büyük bir gürültü koptu. Fremaux, Fatih Akın'ın The Cut filminin listede yer almamasının nedeniniyse filmin tam olarak tamamlanmamasına bağladı.




‘KIŞ UYKUSU’NU FİLMİ BAŞLARDA GÖSTERECEĞİZ

Paris'te Champs Elysees Caddesi üzerindeki UGC sinemalarından düzenlenen Cannes'ın yarışma listesinin açıklandığı geleneksel basın toplantısında Fremaux, alfabetik sıralamayla açıkladığı yarışma listesinde Nuri Bilge Ceylan'ın "Kış Uykusu" filmi hakkında, "Nuri Bilge Cannes'ın alıştığı yüzlerden. Artık Cannes'ın alışılagelen isimlerinden oldu. ‘Kış Uykusu’ filmi 3 saat 16 dakika sürüyor" dedi. Filmin uzunluğu karşısında salondan büyük bir kahkaha yükselince Fremaux, "Bir Türk kışı, derin Türkiye’nin kışı. İstanbul’da, Ankara’da değilsiniz. Küçük bir yerde geçiyor. Yalnızlık, uzaklık, Ceylan'ın tarzının devam ettiği bir film... Elimizden geldiği kadar başlarda göstererek sizin bu filmin diyaloglarını tümüyle izlemenizi sağlamaya çalışacağız" diye konuştu.



FATİH AKIN ÇEKİLDİ


Hürriyet'in 18 kişilik yarışma listesinde Fatih Akın'ın da bulunmasının beklendiğini ancak Akın'ın listeden çekildiğini açıkladığı" sorusu üzerine Fremaux, "Nedenini kendisine sorun" dedi. "Sizin bir fikriniz var mı, kişisel mi, politik mi?" sorusu üzerine de Fremaux, "Fatih önemli bir yönetmen, başarılı bir sinemacı. Her şeyden önce değerli bir dost. Elbette nedenlerini tümüyle biliyoruz. Ama ne kişisel ne politik bir neden. Sanıyorum filminin tam olarak tamamlanamaması nedeniyle tereddütleri oldu. Ama bu sene Nuri Bilge Ceylan var ve 3 saat 16 dakikalık filmiyle kendisinden uzun uzun söz edeceğiz" dedi.




CANNES YİNE POLİTİK


Cannes her sene olduğu gibi yarışma listesinde ve özel gösterimlerde, Mali'den Ukrayna'ya, Çeçen savaşından Suriye'ye ve Sarayevo'dan Rusya'ya politik filmlere geniş yer verecek.

Özel seansta, Usama Muhammed’in “Gümüş Su / Eau Argentee” adlı Suriye’yi anlatan filmi, Ukranalı yönetmen Sergei Loznitsa’nın “Meydan / Maidan”, Gabe Polsky’nin Rus buz hokeyi takımını anlattığı filmi “Kızıl Ordu/Red Army”, “Sarajevo Köprüsü” ve son olarak karikatürist Plantu’nun “Başlattığı Barış için Karikatür” hareketini anlatan “Karikatüristler, demokrasinin fantezistleri” filmleri yarışma dışında, özel seansta gösterilecek…

Yalnız ve Güzel Ülkem'den Gezi'ye ve Soma'ya , bir ödül daha görmedim zulme ithaf edilmemiş !








Nuri Bilge Ceylan 'ın "Kış Uykusu" adlı filmi 67. Cannes Film Festivali'nde "Altın Palmiye’’ ödülünü kazandı.


Nuri Bilge Ceylan, "Ödülümü son bir yılda hayatını kaybeden Türk gençlerine adıyorum" dedi. Ceylan, "Bu sene Türk sinemasının 100. yıldönümü. İnanılmaz güzel bir tesadüf. Thierry Fremaux, Gilles Jacob ve Jane Chanpion’a çok teşekkür ediyorum. Bu ödülü Türkiye'de son bir yılda hayatını kaybeden gençlere hediye ediyorum" diye konuştu.



32 yıl sonra . .

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Annem yememiş içmemiş bir şıh efendiye gidip falıma baktırmış. Kısmetimi açtırmak da istiyor olabilir bilmiyorum. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde bu puştlar benle ilgili iyi sallayıp güzel tuttururlar. Sağolsun beni yere göre sığdıramadıktan sonra (görüyorsunuz güzel çocugum, ilahi metinlerde bile böyle diyor) "yalnız bu hıyar çok küfreder, karşıma gelse bana da dümdüz söver" buyurmuş ki prensip olarak bu daha tatlı bence. Düşünsene memleketin yarısı bu halde. Yüzüne tükürüyorsun, şükrediyor. Hem rahatlıyorsun, hem arkadan konuşmaya girmiyor, hem gücenen yok. Siz daha yoga kursuna para verin salak salak. O değil de bu zırto küfrü görüyor da sebebini niye görmüyor? Sahi bu aptallar falda ev görür de neden morgıç amcanın kol gibi kredi sozleşmesini görmezler? O kızlara kısmet gören angutlar kısmetlerin üç gün sonra o kızı öldüreceğini neden görmez? Dur ben bu konuya eğileyim. Buradan bi iş çıkar bana. Saftan çok ne var ki?


Soma . .



B.Arınç: "Bir baba için oğlunun tutuklandığını TV'den öğrenmek kadar büyük acı olur mu?" diyordu. Al sana teşhisin acısı. Kanı bozuk vicdansızlar.



barış akbalı





Eşşek sensin !

"Türk Kızılayı İstanbul Şube Başkanı ve eski Ulaştırma ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım'ın kardeşi İlhami Yıldırım, Okmeydanı’nda çıkan olaylar sırasında Uğur Kurt’un vurulmasının ardından Twitter hesabından “Ya bu ülkede eşşek gibi sessizce yaşayacaksınız ya da defolup gideceksiniz!” yazdı.

Yıldırım, Okmeydanı’nda çatışmalar yaşanırken şunları yazdı:

Biz bu ülkeyi molotofla, tabancayla, havai fişekle, taş, sopayla değil, Nene Hatunlarla, yırtık ayakkabıyla savaşarak kurduk! Size mi vereceğiz?

“Ya bu ülkede eşşek gibi sessizce yaşayacaksınız ya da defolup gideceksiniz! Sizlere her kim destek oluyor, yüz veriyorsa o da şerefsizdir!

“Eğer arpanız fazla geldiyse o arpayı önünüzden almayı da biliriz! Arpa taşıyanları da biliriz.”

İlhami Yıldırım, gelen tepkiler üzerine önce bir süreliğine hesabını askıya aldı, ardından tweetlerini gizlemeye aldı." 


Bir derdi var bin dermana değişmez !

"üç beş dil bilip de, derdini çevirememek anlaşılır bir biçimde yeryüzüne.. insan kalbinin cezası bu değil de ne? odada bir fotoğrafı var, yüzü pencereye dönük.. geceleri onunla konuştuğum olur.. seslenirim bazen.. oda karanlık, ses gelmez o sağır derinlikten. yüzünü görürüm kime baksam, sesini duyarım uykulardan uyanıp.. bazı sabahlar uyanır uyanmaz koşup önünde diz çöktüğüm olur.. ağladığım olur uzun uzun karşısında, yalnızca bir fotoğrafın, ettiğini başka kimse edemez bana. her şey mümkün olur da, yine de çaresi bulunmaz giderek kısalan bir ömrün. açamamış içini annesine hiç. biri diğerinden daha küçük göğüsleri.. babama bu kadar benzeyen bir kadınla karşılaşmamıştım hiç. sarılışı gelir aklıma, Sultan Ahmet'te.. daha nice şey, büyüdükçe mesafe. gözlerinin içinde kurmuştu zulmün otağını.. buna rağmen kullanılmış, hırpalanmış ve yalnız.. kırkını geçmiş de erememiş visale.. çatık kaşlı, eşcinsel, bürokrat.. çıkışıyorum kendime, "ne var yani, olamaz mı!" bense otuzlarıma dayanırken, daha önceleri hiç planlamamıştım bunu.. yanar yanmaz sönmüş, eski bir gaz lambası.. hiç sevilmez pazartesiler gibiyim şimdi. elim ne vakit sineme düşse uykumda, kalbim infilak edecek gibi. "bir kere öpsem, geçecek" diyorum.. beni ilk öptüğü geliyor aklıma. sesim düşüncemi bunaltıyor zehir gibi. korkuyorum, "yine kısaltırlar mı saçlarımı?" diye.. hem öleceğini bileceksin, hem aşık olduğunu aynı zamanda. daha zoru tanrıyı düşünmek olsa gerek, "var mı, yok mu?" diye diye, sonunda Allah'ı aramaya karar veren Gazali gibi. "


Uğur Kurt öldürüldü . .

"Darılmaca gücenmece yok kardeşim, açık konuşmanın vakti gelmiştir: Hrant’ın cenazesinde Aleviler “hepimiz Hrant’ız” dedi; Gezi’de Aleviler vardı; Rojova katliamının lanetleyenler arasında Aleviler vardı; kendi cemevlerine para bulamayan Amerika’daki Aleviler bile Van depremzedelerine destek için konserler düzenledi; daha geçen hafta 30.000 nüfuslu Dersim’de 10.000 kişi Soma için sokağa çıktı. Peki bugün Alevi olmayan kaç kişi, Okmeydanı cemevinin avlusunda, katıldığı bir cenaze töreninde polis tarafından gerçek kurşunla kafasından vurulan Uğur Kurt için sokağa çıktı acaba?

Sosyal medya bir ölçüyse eğer, az sayıda istisna dışında ben Aleviler dışında bir isyan, bir infial içinde olanı görmüyorum valla! İsyanı, infialı bırak, haberi paylaşanlar arasında bile Alevi olmayan çok az. Nedir bu yahu! Bu nasıl bir duyarsızlıktır!! Nerde her konuda Alevilerden toplumsal destek bekleyen, gelmezse de “vay celladına aşıklar diye” paylayan hızlı solcularımız, hızlı liberallerimiz, Alevi olmayan Kürtlerimiz, inanç özgürlüğünü savunan mağdur türbanlılarımız, Ermeni vatandaşlarımız? Herkesin gözü önünde ağır çekim bir Alevi katliamı yaşanıyor, cemevleri kurşunlanıyor, Alevi mahalleleri Gazzeleşiyor, Soma’da ölen Aleviler bile ayrımcılığa maruz kalıyor ve halen Aleviler acılarını kendi çalıp kendi söylüyor? İstisnaları tenzih ediyorum, ama geri kalan duyarsızlara tek söyleyeceğim: Yazıklar olsun hepinize ! "

Ayfer Karakaya




Dik'tatörsün !

"Başbakan diktatör olsaydı, sokaklarda insanlar polis kurşunuyla öldürülürdü. Kendisi önüne gelene dayak atar küfür ederdi, hoşuna gitmeyen gazeteciyi, yazarı, sanatçıyı işinden bir telefonla attırır; ya da vatan haini ilan ederdi. Televizyonlara müdahale eder sadece kendi haberlerini verdirirdi.
Yani başbakan diktatör olsa sosyal medyaya falan yasak koyar, insanların iletişim özgürlüklerine engel olurdu. Kendi gibi düşünmeyeni bir kere ötekileştirir, mahkeme kararlarını hiçe sayar, kendi özel mahkemelerini kurdururdu.
Diktatör olsa bir kere en başta eğitim sistemini, ana yasayı falan değiştirir, bütün gazetelere aynı başlığı attırır, ülkenin dört bir yanında yanlış siyaseti yüzünden yaşanan katliamları, ölümleri isyanları gösteremez; gösteren tv ya da gazeteyi sudan sebeplerle kapattırır, lisanslarını elinden aldırır, cezalar yağdırırdı. Dini değerler üzerinden siyaset yapar, kendi gibi düşünmeyenlere türlü türlü lakap takar, hedef gösterirdi..
Hadi bunları geçtim; başbakan diktatör olsa yolsuzluklar yapar, sülalesini zengin eder, milyar dolarlar kazanırdı..
Öyle kolay değil başbakana diktatör demek!. Lütfen(!)"


bobstil  bir mistik

23 Mayıs 2014 Cuma

Peki siz neden öfkelenmiyorsunuz ?


Ortaokuldan beri İslamcı camiadayım diyen Levent Gültekin Tayyip Erdoğan’a öfkesinin nedenini anlattıİnternethaber.com yazarlarından Levent Gültekin Tayyip Erdoğan’a duyduğu öfkenin nedenini anlattığı bir yazı kaleme aldı. “Ortaokuldan beri İslamcı camianın içindeyim” diyen Gültekin, “Tayyip Erdoğan benim gençliğimi, hayallerimi, geleceğimi, ideallerimi, inancımı… bugüne kadar gözüm gibi koruduğum her şeyimi ellimden aldı.” dedi.


İnternethaber.com yazarlarından Levent Gültekin Tayyip Erdoğan’a duyduğu öfkenin sebebini anlattığı bir yazı kaleme aldı. “Ortaokuldan beri İslamcı camianın içindeyim” diyen Gültekin, “Tayyip Erdoğan benim gençliğimi, hayallerimi, geleceğimi, ideallerimi, inancımı… bugüne kadar gözüm gibi koruduğum her şeyimi ellimden aldı.” dedi.

Dindarların iktidara gelmesi için canını dişine takarak seneler boyunca çalıştığını söyleyen Gültekin, “İşte tüm bu birikimi Erdoğan 2 yılda mahvetti. Kendi kişisel hesapları için gözümüzün yaşına bakmadan bütün emeğimizi, birikimimizi harcadı.” ifadelerini kullandı.

Yazının tamamı şu şekilde:
Ne olacak benim bu Tayyip düşmanlığım?

Başbakan Erdoğan’ı, AK Parti’yi eleştirdiğimde şöyle tepkiler alıyorum: “Gözünü Tayyip Erdoğan nefreti bürümüş. Öfken, gerçekleri görmeni engelliyor. Düşmanlığından dolayı, baktığın her şeyde kusur görüyorsun.”

Peki gerçekten Tayyip Erdoğan’a öfkem var mı?

Allah’ın bildiğini sizden saklayacak değilim. Evet var.

Peki nefret ediyor muyum? Doğrusu zaman zaman kabaran öfkemin nefrete dönüşmemesi için büyük bir çaba gösteriyorum.

Peki neden bu kadar öfkeliyim? Ne istedim de vermediler? Hangi TV’nin, gazetenin başına geçmeyi veyahut hangi gazetelerinde köşe talep ettim de kabul etmediler?

12 yıllık Erdoğan iktidarı döneminde, ihale alamadım da ondan mı kızıyorum?

TRT’ye film yada belgesel önerisi götürdüm, geri mi çevirdiler?

Ne istedim? Bırakın istemeyi, talip olduğumu ima ettiğim herhangi bir şey var mı?

Tek bir Allah’ın kulu, benim AK Parti iktidarından kişisel herhangi bir talepte bulunduğumu söyleyebilir mi?

Bugüne kadar çalıştığı tüm makamlardan kendi isteğiyle istifa etmiş biri, Tayyip Erdoğan’dan ne bekler?

O halde nedir bu Tayyip Erdoğan’a olan öfkemin nedeni?

***

Tayyip Erdoğan benim gençliğimi, hayallerimi, geleceğimi, ideallerimi, inancımı… bugüne kadar gözüm gibi koruduğum her şeyimi ellimden aldı.

Dinin topluma değer katacağına olan inancıma büyük darbe indirdi.

Ortaokuldan beri İslamcı camianın içindeyim.

O yaştan itibaren bu ülkeye güzel ahlak, dürüstlük, dostluk, kardeşlik, özgürlük gelsin diye çalıştım çabaladım.

Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği dindar siyaset Türkiye’de iktidar olsun, ülkeye huzur getirsin diye gecemi gündüzüme kattım.

Aşklarımı, ailemi, çocuklarımı… tüm hayatımı İslamcılık davası için ihmal ettim.

Tek bir amacımız vardı: Müslümanlıktan aldığımız o güzel ahlakı tüm ülkeye yaymak. Özgürlüğü, kardeşliği, iç barışı, yoksullara merhameti ve yardımı, insanlara saygıyı bu ülkenin kalıcı değerleri kılmak.

Bu idealler uğruna siyaset yapıyorduk.

Bunun için gazeteler çıkardık. TV’leri bunun için, bin bir sıkıntıyla kurduk.

Vakıfları, dernekleri, okulları… hep bunun için açtık.

Bu düşünce, bu görüş iktidar olsun diye 3 yıl boyunca sabaha kadar sokaklarda gazete dağıttım.

Elime azıcık para geçtiğinde hemen ya dergi çıkardım ya gazete.

Benim gibi yüzbinlerin çabası sonunda AK Parti iktidar oldu.

İşte tüm bu birikimi Erdoğan 2 yılda mahvetti. Kendi kişisel hesapları için gözümüzün yaşına bakmadan bütün emeğimizi, birikimimizi harcadı.

Dindarları, dindarlığı toplumun nazarında değersizleştirdi. Değersizleştirmekle kalmadı üstelik, nefret objesi yaptı.

“Asla hırsızlık yapmaz” diye bakılan dindarlara hırsız, yolsuz damgası vurulmasına neden oldu.

Çatışmacılığı, ötekileştirmeyi, hakareti, saygısızlığı dindarların alameti farikası yaptı.

Merhametli, müşfik, yardımsever olarak bilinen dindarları iktidar hevesiyle gaddarlaştırdı.

Adam kayırma, kendinden olmayanın hakkını yeme, onun döneminde zirveye çıktı.

Alnında secde izi bulunan adama duyulan o itimadı yok etti.

“Dindar adamdır yalan söylemez, dindar adamdır çalmaz, dindar adam adaletsizlik yapmaz” algısını yaptıklarıyla yerle bir etti.

Barış dini olan İslam’ın çıkar için kullanıldığında nasıl yakıcı bir silaha dönüşebileceğini gösterdi.

Sadece bunlar mı?

İstanbul’un silueti onun zamanında bozuldu.

Şehirlerimiz onun iktidar döneminde daha da yaşanmaz hale geldi.

Mezhep savaşı Ortadoğu’yu kasıp kavururken, siyasi çıkar için Alevi- Sünni ayrımcılığı yapmaktan imtina etmedi.

“Reyhanlı’da 53 Sünni vatandaşımızı kaybettik” dedi!

Medya onun döneminde pespayeleşti. Gazetecilik iflas etti.

Sektördeki en kişiliksiz, en ahlak yoksunu, haysiyet fukarası kim varsa onları en önemli makamlara taşıdı.



Maaşını verdiği bu tetikçilerin 'kardeşim' dediği yol arkadaşlarına saldırmasına göz yumdu.

Onunla birlikte hareket eden hiçbir dava arkadaşına değer vermedi. Hepsini aşağıladı. Yok saydı. İtibarsızlaştırdı.

50 yıllık emeğin sonunda yetişen İslamcı aydın, yazar, kanaat önderlerinin hepsini iktidar imkanlarıyla sindirdi, değersizleştirdi.

Kimine makam verdi, kimine ihale.

“Gözün üstünde kaşın var” diyen yazarları, aydınları, gazetecileri yokluğa mahkum etti.

Dışladı. Ekmeğiyle oynadı. “Bu insan, yıllardır ben iktidar olayım diye çabaladı” demeden, bir eleştiri yazısı üzerine kendi dava arkadaşlarının işine son verilmesini emretti.

Sonunda hepsini koşulsuz itaate mecbur bıraktı, muma çevirdi.

Başkan olma sevdasına özgür, demokrat, barışçı bir anayasa yapma imkanını tepti.



Küfrü, hakareti, kavgayı, kural tanımamayı siyasi söylem olarak benimsedi.

Suriye’de daha ilk günden itibaren silahlı çatışmanın tarafı oldu.

Savaşı körükledi. Bir ülkeyi harap eden, yüzbinlerin ölümüne sebep olan bir ateşe odun taşımaktan çekinmedi.

Gezi sürecinde “Kabataş” ve “camide içki” gibi uydurma senaryolarla iç barışımıza büyük bir darbe indirdi.

13 yaşındaki evladını kaybetmiş bir anneyi miting meydanında yuhalattı.

Sorumlu olduğu bir felakette ölen insanların acısına bakmadan vatandaş yumrukladı. Acılı bir insana tekme atan danışmanını korudu, onunla birlikte namaza gitti.

Tüm bunlarla hepimizi dünya aleme rezil etti.

Benim emeğimle iktidar olan birinin yaptıklarından dolayı, yabancılara “Ben Türk’üm” demeye utanıyorum.

Bundan daha acı ne olabilir?

Bu listeyi o kadar uzatabilirim ki sayfalar yetmez.

Peki bana “Tayyip Erdoğan öfken gözünü karartmış” diyen arkadaşlar, siz niçin öfkelenmiyorsunuz?

Tüm bu olanlara rağmen öfkenizi nasıl yendiniz?

Yıllarca yaptığınız çalışmaların heba edilmesi niçin zorunuza gitmiyor?

Daha fazla oy almak için ülkemizin yaşanmaz hale getirilmesi sizi nasıl kızdırmıyor?

Erdoğan’ın dine ve dindarlara verdiği zarar sizi niçin etkilemiyor?

Bugüne kadar canla başla savunduğunuz ideolojiyi, umut olmaktan çıkardı. Buna rağmen hâlâ ona sevgiyle nasıl yaklaşıyorsunuz?

Bütün iddianızı, sözlerinizi, çabalarınızı boşa çıkardı. Savunduğunuz değerleri ucuzlattı.

Buna rağmen niçin öfke duymuyorsunuz?

Nedir bunun sırrı?

Söyleyin, biz de bilelim.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Biz ve Onlar . .

Latin Amerika ülkelerinden Küba, Bolivya ve Venezuela'da maden işçileri, Soma'da yaşanan ve 200'ün üstünde emekçini yaşamını yitirdiği faciadan dolayı 1 günlük iş bırakma ve 3 günlük Yas kararı aldılar. (Türkiye Gazetesi)




Soma Maden İşçileri İçin Taziye ve Basın Açıklaması




Manisa'nın Soma ilçesinde özel bir şirkete ait kömür işletmesinde meydana gelen patlamada 208’den fazla madencinin hayatını kaybetmesi üzerine MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk ÜNSAL taziye dileğinin yanısıra, basın açıklaması yapmıştır.




BASINA VE KAMUOYUNA;

Manisa'nın Soma ilçesinde özel bir şirkete ait kömür işletmesinde meydana gelen patlamada 208’den fazla madencinin hayatını kaybetmesi hepimizi derin bir üzüntüye boğmuştur. MAZLUMDER ailesi olarak ölenlere rahmet ve mağfiret, yaralılara acil şifa diliyor; patlamada hayatını kaybeden emekçilerin ailelerinin ve sevenlerinin acısını paylaştığımızı ifade etmek istiyoruz.

2012 yılında yalnızca maden sektöründe 81 işçinin, 2013 yılında ülke genelinde 1235 emekçinin ve 2014 yılının daha ilk dört ayında en az 369 emekçinin ağır ve denetimsiz çalışma koşullarında hayatını kaybettiği düşünüldüğünde, yaşanan bu can kayıplarının “ihmal” ya da “kaza” olarak geçiştirilemeyeceği ortadadır.

Karşımızda amansız bir kâr hırsıyla rekabet eden yerel ve küresel sermaye ile insanın en temel haklarından yaşama hakkının dahi riske atılabildiği çalışma koşullarını hakkıyla denetlemeyen devletin işbirliği neticesinde oluşan ciddi ve çok boyutlu bir sorun bulunmaktadır. Nitekim Soma'daki maden faciası da bu işbirliğinin acı bir neticesidir.

Her ne kadar Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. yetkililerince “kaza” olarak nitelendirilen patlamanın “alınan en yüksek ve sürekli denetim altında olan tedbirlere rağmen” gerçekleştiği iddia edilse de, muhalefet partileri tarafından teklif edilen fakat iktidar partisi tarafından reddedilen meclis araştırma önergeleri ortada ivedilikle aydınlatılması gereken bir durum olduğunu göstermektedir.

Mezkûr soru önergesinde; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından çeşitli tarihlerde yapılan teftişlerde tespit edilen noksanlara rağmen üretim faaliyetlerinin durdurulmadığına, bunun yerine para cezası ile yetinildiğine dikkat çekilmişti. Haliyle yaşanan bu ağır kaybın basit bir ihmal olarak değerlendirilmemesi gerektiği aşikârdır.

Maden ocakları işçiliğinin hata kabul etmeyen, ağır ve tehlikeli işler sınıfına girdiği ve en ufak bir noksanın hayati tehlikeler doğurabileceği gerçeğine rağmen, denetimlerin yetersiz kalması, tespit edilen hatalara ve eksikliklere karşı kalıcı çözüme dönük ciddi yaptırımların uygulanmaması çok ağır bir sonuca yol açmıştır.

MAZLUMDER olarak hepimize yeniden büyük bir acı yaşatan böyle bir hadisenin tekrar etmemesi için siyasi iktidarın kamusal yetki ve denetim mekanizmasını işçilerin can sağlığı ve güvenliğini korumak üzere etkin bir şekilde işletmesi gerektiğini hatırlatıyoruz. Bunun için Uluslararası Çalışma Örgütü'nün, işverenleri kazaları önlemek için her türlü önlemi alma, riski kaynağında bertaraf etme ve güvenli çalışma sistemleri tasarlama gibi maddelerle yükümlü tutan “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi”nin acilen imzalanmasını talep ediyoruz.



Ahmet Faruk ÜNSAL

MAZLUMDER Genel Başkanı

Küçük Enişte'den Başka Cevap Beklemek Gerzeklik !





Başbakan Erdoğan, Soma'da yaşanan maden katliamıyla ilgili olarak düzenlediği basın tolantısında insanın tahammül sınırlayını zorlayan açıklamalarda bulundu.

Açıklamasında ilk olarak kazadan sonra devlet olarak tüm imkanlarını seferber ettiklerini, seyahat programlarını iptal ettiklerini ve 3 günlük "milli yas" ilan ettiklerini söyleyen Erdoğan, Soma Holding'e ait işletmenin güvenlik ve sağlık açısından "iyi noktada" olduğunu iddia etti.

Akla ziyan rakamlar

Toplantının soru-cevap kısmında bir gazetecinin "Bu kadar tehlikeli iş yapıp da böyle bir kazaya hazırlıklı olmayan bir işletme nasıl olup da faaliyetlerine devam edebildi? Burada sorumluluk kime ait?" şeklinde sorduğu soruya Erdoğan şu cevabı verdi:

"Bir gazeteci olarak zannediyorum dünyada kömür madenlerinin nasıl çalıştığını yakından takip etmiyorsunuz... İngiltere’de geçmişe gidiyorum, 1862 bu madende göçük 204 kişi ölmüş. 1866 361 kişi ölmüş İngiltere. İngiltere’de 1894 patlama 290. Fransa’ya geliyorum 1906 dünya tarihinin en ölümlü ikinci kazası 1099. Daha yakın dönemlere geleyim diyorum, Japonya 1914’de 687. Çin 1942, gaz ve kömür karışmanın neden olduğu sayılıyor ölüm sayısı 1549. Değerli arkadaşlar yine Çin’de 1960 metan gazı patlaması 684. Ve Japonya’da 1963’te yine kömür tozu patlaması 458. Hindistan 375. 1975’te metan gazı alev aldı, maden çatısı çöktü ve 372. Bu ocakların bu noktada bu tür kazaları sürekli olan şeyler."

Bu rakamlarla faciayı açıklamaya çalışan Erdoğan konuşmasının devamında, "Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında, fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok" şeklinde konuştu.

Son olarak "gelenekselleşmiş" hale gelen uyarısını da yapan Erdoğan, "Bu tür havaları fırsat bilip istismar etmek isteyen aşırı gruplar var. Milletimiz bunlara itibar etmemeli" diye ekledi.


** Nerden baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça !



Sermaye çevrelerine hitap ederken 2023'ü hedef gösteren, sık sık ülkeyi dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına sokmakla övünen Erdoğan'ın işçilere gelince 1800'lü yıllarla kıyaslama yapması tepki çekerken Erdoğan'ın verdiği en yakın rakamlar bile durumun vahametini ortaya koyuyor. Örneğin 1983'den beri Türkiye'de her yıl onlarca maden işçisi iş cinayetlerine kurban giderken Almanya'da aynı tarihten beri sadece 3 maden işçisinin iş sırasında yaşamını yitirdiği belirtiliyor.

Oy . .






** Maden patlar işçi ölür kalan sağlar başbakana yetmektedir ! Chp 'li vekil Özgür Özel

Yanlışsa Düzeltin !


CHP'li Özgür Özel Soma'daki endişeleri 15 gün önce anlatmış;

CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel, 15 gün önce 29 Nisan 2014 tarihinde Soma'daki Maden Ocaklarında yaşanan kazalarla ilgili önerge vermiş ve yaşanan hadiselerle ilgili konuşmuştu. Ancak önerge reddedilmişti. İşte o önergeye ait 29 Nisan 2014 tarihli Meclis Genel Kurulu'nda yapılan o konuşma...

Kafamda Deli Sorular !



Soma Holding’in sahibi Alp Gürkan, TKİ'nin 130-140 dolara mal ettiği kömürün tonunu 23.8 dolara mal edebilmelerini 'özel sektörün çalışma tarzı’ ile açık

Soma’da yüzlerce işçinin mahsur kaldığı patlamanın yaşandığı kömür ocağını işleten Soma Holding’in sahibi Alp Gürkan, Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) 130-140 dolara mal ettiği kömürün tonunu 23.8 dolara çıkardıklarını anlatırken maliyeti ‘özel sektörün çalışma tarzı’yla düşürdüklerini söylemiş.

30 Eylül 2012′de Hürriyet’ten Vahap Munyar’a konuşan Alp Gürkan, Soma’daki işlerin TKİ’nin 2005 yılında verdiği bir kararla büyüdüğünü anlatıyor. Gürkan’a göre TKİ, rödovans (maden ocaklarının işletmesinin kiraya verilmesi) karşılığı işlerini özel sektöre devretme kararı sonrasında zarardan kara geçti.

Gürkan, Vahap Munyar’ın “Sihirli bir formul mü devreye girdi?” sorusuna ise şu yanıtı veriyor:

“TKİ, Soma’da kömürü kendisi çıkarırken tonunu 130-140 dolara mal ediyordu. Biz ihaleye girip, tonunu TKİ’ye rödovans payı dahil 23.80 dolara çıkarma taahhüdü verdik”

Gürkan’a göre, maliyeti bu ölçüde düşmesinin nedenini ise "Özel sektörün çalışma tarzının devreye girmesi" sözleriyle özetliyor.

Soma Her Gün Ölüyordu, Siz Görmediniz!




4 yıl önce Karadon kömür faciasında “Güzel öldüler” diyebilen bir Çalışma Bakanı vardı.

Ona göre göçükte kalan işçiler “acı çekmemişti”!

O günden bu yana, madenlerde, tersanelerde, atölyelerde, kamyon kasaların da kaç işçi daha öldü, biliyor musunuz?

4 bine yakın.

Tersane ölümleri olduğunda patronlara arka çıkmakla meşgul olan bir bakan şimdi Patek saatiyle meşgul.

Fakat sadece iktidar sorumlu değil! Bu bir düzen katliamı.

Beyaz, yeşil, ak sermayeler aralarında çekişseler de, büyük mutabakattır, emeğin iliği.

Hepimiz sorumluyuz.

Sağlar zaten sen sağ ben salim; ülkenin “solları” bile “iş cinayetleri”ni, bu “sınıf meselesi”ni öyle çok unutuyor ki. Bir tür muhalefet biçimi zaten sermayeye endeksli olduğu için, onların da hiç umurunda değil.

Daha bir hafta önce Soma madenlerindeki kazalar Meclis’e geldi. Kaza geliyorum dedi.

Can havli iktidarı koruma kanunları çıkaran Meclis’te madencilerin, işçilerin canı pek kimsenin umurunda olmadı.

Öyle ya, sadece AKP döneminde 13 binden fazla işçi işyerlerinde ölmüş ama İş Sağlığı Müdürü bile yerinde kalmıştı.

İş cinayet ve katliamlarını sık yazan bu köşede, Soma işçilerinin ve ailelerinin yasını ve son umutlarını paylaşarak!

Umur Talu - 13 Mayıs 2014



Madenden sağ çıkan bir işçi


Madenin girişi




Soma Katliamı








Soma’da tam teşekküllü bir iş cinayeti işlendi. Türkiye tarihinin en büyük iş cinayetlerinden biri yaşanırken, ölü sayısı gizleniyor.
İşçilerin tam teşekküllü bir şekilde korunması gereken maden ocağında tam teşekküllü bir iş cinayeti yaşanıyor.
Ocağa girip çıkan işçileri bile saymaktan aciz şirket utanmadan “alınan en yüksek ve sürekli denetimde olan tedbirlere rağmen yaşanan kazaya anında müdahale gerçekleştirildi” şeklinde açıklamalarla cinayeti örtmeye çalışıyor.
Yetkililer “denetim yapıldı, her şey usule uygundu” diyor.
Yapması gerekenleri zamanında yapmayanlar, önlemleri almayanlar, etkin denetim yapmayanlar, yüzlerce işçiyi ölüme yollayanlar şimdi yalanlarla cinayeti örtmeye çalışıyorlar.
Elbirliği ile cinayeti örtmek, faili karartmak istiyorlar.
Ancak hiçbir yalan cinayeti örtmeye yetmez. Soma’da kaza yok. Soma’da cinayet var. Kelimenin tam anlamıyla cinayet var.
Soma’da yaşanan cinayeti 31 yıl Zonguldak’ta maden işçisi olarak yeraltında çalışmış arkadaşım Ahmet Öztürk ile konuştum. İlk kez, sesi bu kadar bu kadar öfkeliydi, konuşurken sesi titriyordu. Bunca yılın deneyiminden süzülmüş değerlendirmelerini sıraladı:
Madenciliği bilen herkes bilir ki, ocakta ihmal olmazsa ne şekilde olursa olsun trafo patlamaz. Çünkü bu trafolar yüksek korunaklı standartlarda imal edilir, edilmesi gerekir.
Trafo patlamaz, patlasa da ortama zarar vermez. Çünkü anti grizu (alev sızdırmazlık) özelliğine sahip olmaları gerekir. Bu şu demektir: Yeraltında çalışan herhangi bir makine ve teçhizat, çalışma koşullarından dolayı, içinde bir kıvılcım, alev ya da başka bir olumsuzluk meydana gelirse bunu ortama yansıtmaması gerekir. Tabiri caizse içinde dinamit patlasa dışarıya sızdırmaz. Koruma duvarı o denli güçlüdür.
Nedense televizyonlarda ahkam kesen pek çok etkili ve yetkili insan bu konuya hiç değinmiyor. Şirketin iş güvenliği kurallarına titizlikle uyan teknolojiyi, takip eden bir madencilik kuruluşu olduğundan söz ediyor. Teknoloji ve güvenlik önlemleri titizlikle alınsa böyle bir patlama yaşanmaz.
Bu nasıl teknolojiyi yoğun bir şekilde kullanan şirket ki, daha ocakta kaç kişi olduğunu sayamıyor. Patlamanın ardından saatler geçtikten sonra bile ocakta kaç kişi öldüğü bilinmiyor.
Bu nasıl şirket ki, ocaktaki gaz oranını izleyemiyor… Şu saate kadar ocaktaki karbondioksit, karbon monoksit, metan ve oksijen oranları konusunda en küçük bir bilgiye sahip değiliz.
Bu nasıl şirket ki, olayın üzerinden bilmem kaç saat geçmiş olmasına karşın, iletişim sistemi kurmadığı için ocaklarda mahsur kalan işçilerin akıbeti konusunda bilgi sahibi olamıyor… Ya da bilgi sahibi de bunu kamuoyundan gizliyor.
Bu değerlendirmelerden anlıyoruz ki, ocakta trafo patladıysa, ya trafo alev sızdırmazlık özelliğine sahip değil ya da gerekli bakımları, testleri yapılmadı. Başka türlüsü mümkün değil, yeraltında kullanılan tüm aygıtların içinde yangın çıksa bile ortama sızdırmayacak standartlara sahip olması gerekiyor çünkü… Sızdırır ve böyle yangınlara sebep olursa, orada kesinlikle ihmal aramak gerekir.
Bir trafo patladı diye, ocaklarda nakliyat aksamaz, asansörler (kafesler) devre dışı kalamaz. Onları çalıştıracak yedek güçlerin (jeneratörlerin = üreteçlerin) olması gerekir.
Öte yandan Madencilik Tüzüğü’nü şöyle bir okuyan herkes bile bilir ki, trafo gibi tehlike oluşturabilecek aygıtlar yeraltında özel olarak tahkim edilmiş yerlere konur. Her türlü önleme karşın bir yangın çıksa dahi yaygınlaşmasını önleyecek şekilde izole edilmiş (Örneğin, kesinlikle ağaç değil de beton tahkimat altına alınmış) ortamlara konuşlandırılır.
Neymiş, sistemden aşırı yük çekilmesi sonucunda trafo patlamış… Tek kelimeyle yalan… Sistemde olması gereken aşırı akın rölelerinin devreye girip elektriği kemesi gerekir çünkü. Kesmiyorsa devreden çıkarılmış olması gerekir. Bu da tek kelimeyle cinayettir.
Soma’da mızrak çuvala sığacak gibi değil. İhmal olmasa, denetimsizlik olmasa, işçinin hayatı sudan ucuz olmasa bu cinayet yaşanmazdı. Madenci ölümlerine “güzel öldüler”, madenlerdeki iş cinayetlerini “mesleğin fıtratı” diye izah eden bir iktidar olmasa aç gözlü şirketler bu kadar pervasızca işçileri ölüme yollayamazdı.

Aziz Çelik