Müzik

29 Mayıs 2014 Perşembe

Ama insan ümidi sonunda zülmü yener . .

Allah Benim

Tanrıyı sevenler ona bakanlar değil, içlerini yakan ‘Aşk’a bütünüyle tanık olanlardır.

En el Hak



İçinde Allah’tan başka bir şey kalmayan mistik İslam şehidi Hallac-ı Mansur’un evreni sarsan çığlığının romanı…

“O, çağlar ötesinden kesişen hayatları bugünün ve geleceğin dünyasında simgelerle buluşturan, kurguları ustaca kullanan bir yazar…
Edebiyatı dünden bugüne, bugünden yarına bir köprü gibi kullanan, kişilerin aşkın deneyimlerinde gizli tekâmül hikâyelerinin izlerini süren ve bir arkeolog titizliğiyle ruh maceralarını zamanın ötesinden aydınlatan bir usta…

Kendisine has tarzı ile Türk edebiyatına yeni bir soluk ve derinlik kazandıran Mehmet Coral, verdiği eserlerle edebiyata katkılarından dolayı ödüle layık görülmüştür.”

(2010 Mevlana Yüce Vakfı Edebiyat Ödülü İthaf Bildirisi)

“Allah, Hakk’ın ta kendisidir.” Kur’an/Hac suresi/6. âyet
“En el hak demeyi büyük bir iddia sanıyorlar. Oysa, bu büyük bir alçakgönüllülüktür. Bunun yerine, ‘Ben Hakk’ın kuluyum, kölesiyim...’ diyen, biri kendi varlığı, diğeri Allah’ın varlığı olmak üzere iki varlık ortaya sürmüş olur.
Halbuki, ‘Ben Hakk’ım’ diyen kendi varlığını yok ettiği için, En el Hak diyor. Yani, ‘Ben yokum, hepsi O’dur, Allah’tan başka varlık yoktur. Ben yalnızca yokluğum...’Hiç’im...’ diyor.
Bu sözde alçak gönüllülük daha fazla mevcut değil midir?
Halk bunun manasını anlamıyor...”


Mevlana/Fihi Mâfih

Oradan yine Mavera’ün Nehr’in kıyılarındaki geniş düzlüklerde Türk illerine ve Maçin’e uzandım. Dünyanın en heybetli savaşçıları olan bu soylu ırkın insanları zaten İslam’ı kucaklamak için hazırlardı. Vaazlarımı can-ı yürekten dinliyorlar, yüzlerce soru soruyorlar, beni en güzel yurtlarında ağırlamak için yarışa giriyorlardı. Onları Allah yolunda bir olmaya çağırdım.
O zaman düşündüm ki, ne pahasına olursa olsun, bu cesur insanların kalplerine ulaşmak lazımdı. Yaşadıkları steplerin kavurucu çöl güneşi altında hayatlarının geçiciliğini hatırlatan umutsuz yorgunluklarına, bedenlerinde çatışan ölümün inatçı ve fiziksel varlığına rağmen başarmalıydım bunu.

::::::::::
Vaazlarımı gece gündüz yineledim, ayrıca kitaplar yazdım, belleğime henüz on yaşındayken nakşolmuş olan Kuran’ın mealini dillerine çevirebilmelerine yardımcı oldum.

Türkler ise “Ruhları besleyici” diyorlardı. (Hallac-ı Mansur için)

Özellikle yoksul halk arasında ünü doruklara çıkmıştı. Çekemeyenler, “Sihir sahibi bir büyücü bu!” diyorlar, yüreği temiz olanlar ise onu “Kerameti büyük, ilmi geniş, duası Allah nezdinde kabul görüyor, nûr’u üzerimize vuruyor...” diyerek, onu kutsuyordu.

Ruhların Hallac’ı olan şeyhim büyük bir âlim ve ozandı. Ancak, bu hayat onun için bir sürgündü. Yalnızca ilahi aşka âşıktı o. Bağdat’ın Pazar yerlerinden birinde esrik bir ruh haliyle yaptığı konuşmayı anlatıyordu bana.
“Ey inanmışlar, mabeti yıkın!” dediğimde, beni din düşmanı ilan ettiler. “Bu kâfir, Kâbe’yi yıkın diyor. Boynu vurula!..” diye fetva çıkardılar.
“Halbuki biliyorsunuz siz” demiştim.
“Allah’ın kendi yansıması olarak yarattığı güzel kulları, benim sizlere söylediğim içinizdeki ‘Ben’in tapınağını yıkmanızdı. Sizi sonsuz özgürlüğe ulaştıracak budur’ dediğimde ise beni lanetleyerek, ‘İnan olsun ki cehennemliksin sen. Allah’a eş koşuyor, kendini ‘Hak’ ilan ediyorsun!’ diye haykırdılar.

İçimi aşktan boşalttığında ödeyeceğim cezanın yanında cehennem nedir ki?
Tanrıyı sevenler ona bakanlar değil, içlerini yakan ‘Aşk’a bütünüyle tanık olanlardır.

Ölümüm yaşamaya devam etmek olacaktır; hayatımsa ölmek. İçimdeki ben’i öldürmek yapabileceğim en soylu şey olacak; beden içinde yaşamaksa ruhuma yapılacak en çirkin saldırı.

İnsan varlık nedeni olan sevgiye karşı yeise düşerse karanlık kuşatır onu.

“Hak içime girdi bir kere. Şimdi artık ben ‘Hak’ım, içimde benden eser kalmadı. Allah içimi kendinden başka her şeyden boşalttı. En el Hak diyerek bunu haykırırken nasıl dinden çıktığımı söyleseler de anlasam.”

“Gül ışığa, nergis gölgeye doğru açar kendini.
Gül sevilir, nergis ise kendini sever.
Ben gülüm...
Yüreğim ilahi ışığa doğru açılır...”

Ve şimdi Allah bana kendi putumu kırma şansını veriyor. Maddi dünyada var olan ‘Ben’imi yıkma olanağı tanıyor.”

Bazı insanlar rahatsız olurlardı ondan.
Yaşlılar “La havle!” çeker...
Yobazlar, “Tövbe estağfurullah!” diye söylenerek, yönlerini değiştirirler...
Kadınlar çocuklarının kolunu çekiştirir, başörtüleriyle yüzlerini gizlerdi.

Ey insanlar;
Size yalvarıyorum.
Kurtarın beni Allah’tan!
O beni benden alıp götürdü ve bir daha geri vermiyor.
Bencileyin garip, çaresiz, bitiğim.
Götürüldüğüm makamın gereklerine riayet edemiyorum” diyormuş.

“Öte yandan...” diyormuş Pirim.
“Ayrılıktan, ondan mahrum kalmaktan, bir yitik ruh olmaktan da korkuyorum.
Ne gözüm kaldı, ne de benden eser.
Ne yüzüm kaldı, ne varlığımdan haber.”

“İçindeki beni çal” demişti.
“Yaşamının hırsızı ol. Çal tutkularını. Kurtul bedensel olanlardan.”

Ama bir de şöyle düşün: Ben maddi bir bedene hapsolmuş yaşam denen şeyi mi, yoksa yaşamı var eden aşk’ı mı seviyorum?”

“Aslolan insanın kendi iç yangınından kendi öğretisini doğurabilmesidir.”

“Arzuları dikenlidir; ama yüreklerinde bir gül açmamıştır hiç. Gülmeyi ve güzelliği asla öğrenemeyecekler.”

Çöl göklerinde sürüklenen bulutlar gibi ıslak bir hüzün kaplamıştı içimi. Kapalı bir gökyüzünün, çalınmış güneşlerin, uğuldayan sonbahar rüzgârlarının içinde sürüklenir gibiydim. Garip bir melankoli ruhumun derinliklerinde yuvalanmıştı.

Ölüm kendi seçimini yapar. Bizimle asla tartışmaz. Zamanı geleni, zamandan ayırır ve zamansızlığın sisler diyarına taşır.

Yani, bize dinin buyurduğu gibi, ölüm sonrası mekânımızı tayin edecek sırat köprüsünden acaba biz Tanrının hayat diye bize bahşettiği bu gelip geçici sürede mi geçiyoruz?

Ben’i olmayan, ergin, yalnızca geldiği kaynağa bir an önce dönmek için çarpan bir yürek...

Ölümü en yüce onur, sonsuzlukla nikâhlanacağım kutlu gün olarak bilirim. Kimseden dileneceği bir şey olmayan, varlığında maddi unsurlardan ödünç alınmış bir şey kalmayan, Yaradanın hem nûruyla, hem de nârıyla yanan, dünya nimetlerine gözleri kör bakan, sonsuzlaşma özlemiyle zamanı yanılsatan, içinde yaradanından başka bir hücre zerreciğinin bulunmadığı özgür bir ruhum ben.

“Zira, öğrenmek, bilmek yetmez, ‘olmak’ gerekir.”

Her şey, gönlünü her şeyin varlık nedeni olana bütünüyle açmana bağlıdır. Sen açıldıkça, o içine dolar. Sonunda içinde ondan başka bir şeyin kalmadığını anlarsın ve işte bunun coşkusuyla En el Hak diye bir feryat kopar hançerenden.

İşin en ilginç yanı tarihin belki de en korkunç hırsızlığını yapan Ebu Tahir’in Abbasi halifesine yazdığı bir mektupla kendini savunmasıydı. Şöyle diyordu:
“Eğer, ‘Allah’ın Evi’ dediğiniz yer gerçekten öyle olsaydı, hiç kuşkusuz biz onu sökerken gökten tepemize ateş yağardı. Ama sonuç öyle olmadı. Biz Müslümanlar o Kâbe denen yerde bunca yıldır cahiliye haccı yapmaktayız. Gerçek şu ki, arşın rabbi olan yüce Allah rahim ve rahman olduğu gibi, kendine maddi dünya üzerinde ne ev edinir, ne de sığınak.”
Bunun üzerine, Ebu Tahir Bağdat’a saldırıp, kenti ele geçirmek yerine, garip bir kararla İslam’ın merkezine, yani Mekke’ye yöneldi. 317 yılında kenti kolayca ele geçirdi. Sonra da etkileri kıyamete kadar sürecek olan bir iş yaptı:
Kâbeyi bastı. Orada toplanan binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi. İbrahim peygamber tarafından kurulan kutsal çadırı bastı, Kâbe örtüsünü paçavra gibi yırttı. Daha sonra, Hacerülesved’i yerinden söktü ve ordusuyla birlikte kenti terk ederken yanında Ahsa’ya götürdü.
Bu olay İslam âlemini çok sarstı. Bundan öteye, bu korkunç cürmü işleyen Karmatiler arasında bile büyük tartışmalara, kavgalara, en nihayet daha da tırmanarak çöküşlerine neden oldu.
Hacerülesved taşı ancak 339’da Fatimi halifesi El-Mehdi’nin mücadelesinden zaferle çıkması sonucu eski yerine konabildi. Aslına bakarsanız, Pîrime göre de bu doğruydu. Hazreti Muhammed’in Allah’tan aldığı misyon cahiliye devrini yıkmak, onların yarattığı putları kırmaktı. Bu taşa atfedilen kutsallık da bir efsaneden öteye gidemezdi. Ona göre Kâbe, yani Allah’ın Evi olan gerçek Beytullah, ruhunu tanrıya açmış insan yüreğinin simgesiydi.

“Nefsi yapması gereken bir şeyle meşgul et; yoksa yapılmaması gereken bir şeyle o seni meşgul eder.”

“Can yâr üstüne, beden dâr üstüne...”

Mahkeme kuruldu. Başkan sert görünüşlü bir adamdı. Aslında, tüm yasa adamları gibi, o da yırtıcı kuşlar sınıfındandı.

“Yaşamak, yaşadığını hayal etmek olmuyor mu zaten?”

“Hayal edemez olunca da ölüyor insan.”

Aslında ölüm korkusunu yendiğim için yakalamıştım ölümsüzlüğü.

“Evlat, sana çok basit bir vasiyetim olacak:
Şu andan tezi yok, nefsini kendine kul et, yoksa o seni hizmetine sokacak, efendin olacaktır. Bunu böyle bil.”

Ama insan ümidi sonunda zülmü yener.

“Her canlı ölümü tadacak...” dedi.
Sonra gözleri yine ötelere daldı. Yüzü ciddileşti.
“Cehennemi de...” diye ekledi, ama devam etmeden bir süre bekledi.
Gözlerim irileşmiş, içimdeki heyecan ummanın dalgaları gibi kabarmaya başlamıştı. Tanrıyı içine alan Şeyhimin cehennemle ne ilişiği olabilirdi ki?
“Evet dostum, cehennemi de!..” diye yineledi.
“Hayat zıtlıklar üzerine kuruludur. İyiyi bilmeyen kötüyü, güzeli bilmeyen çirkinin ne olduğunu anlayamaz. Bu ahiret için de böyledir.”
O an beynimde bir şimşek çaktı. Kuran’ın yaprakları gözlerimin önünde hızla açılmaya başladı. Anlamıştı, ne demek istediğini anladığımı. Gülüyordu bana. Gözlerindeki ışıkla da belleğimi ateşliyordu.
“Sen ki, Kuran-ı Kerim’i defalarca hatmetmiş bir sufisin...”
İlk kez şeyhimin sözlerini bitirmesine izin vermeden atıldım.
“Meryem suresi...71 ve 72. ayetler...”
Tebessümü bütün yüzüne yayıldı. Beni onaylıyordu.
Kelamı bir seferde okuyuverdim.
İçinizden oraya uğramayacak hiç kimse yoktur.
Bu, Rabbin üzerinde kesinleşmiş bir hükümdür.
Sonra biz, korunup sakınanları kurtaracağız.
Zalimleri de orada dizleri üzerinde çökmüş olarak bırakacağız...

Tam iki saat boyunca celladın kırbacı sırtına indi Şeyhimin. Derileri yüzüldü. Etleri lime lime oldu. Kemikleri gözüktü. Bir tek kez yeter dediği, aman dilediği an olmadı. Her seferinde ağzından sadece “Ehad ve Ehad...” (Birdir O, sadece Bir...” sözcükleri döküldü.

“Ey ahali; Şimdi, şeriata uygun olarak, mahkûmun el ve ayakları çapraz biçimde kesilecektir. Daha sonra kesilen uzuvları Horasan kapısında, başı da saraydaki kesik başlar salonunda teşhir edilecektir.”

Allah’a olan yakarışı bitmişti. Halka döndü.
“Öldürün beni artık, ey sadık dostlarım...
Zira beni öldürmek, aslında yaşatmaktır beni...
Hayatım ölümümdedir benim...
Ölümüm de hayatımda...”

Onu asarak idam ettiler ve cesedini uzun süre ipte sallandırdılar. En sonunda başı kesildi. Henüz titreşen gövdesi idam sehpasının üzerinden aşağı atıldı. Hamid’in adamları orada hazır bekliyordu. Şeyhimin gövdesini Dicle’nin sazlarından örülmüş bir hasıra sardılar. Sonra da nefte bularak ateşe verdiler.

O, elif gibi her şeyden soyundu.