Müzik

13 Nisan 2014 Pazar

"Hiçbir kadının hayatına doğrudan girmez bir başka kadın "




Sizde durum nedir bilmem bayım, ama bir kadının bir kadını okuması ne okunası bir şeydir.

            Hiçbir kadının hayatına doğrudan girmez bir başka kadın. Bir kitapçı rafında, yan masada, arka koltukta ya da karşı dairede olması lazım. Bazen bir adamın gidişiyle girer bir kadın, bazen de bir kadının gelişiyle.

            Bugün bir kadın bir şeyler yazmak için sancılandı. Birkaç raf gezdi gözleri ve sonra O’na takıldı. Kuraklığı, dudaklarını yarmış her kadın gibi, o da bir yağmur duasındaydı. Onda birleşti elleri ve okumaya başladı.

            Bugün bir kadın bir şeyler yazmak için sancılandı. Bundan sonraki satırlarını O’na adadı.

***

Didem Madak, 1990’lı yıllarda  ortaya çıkan, şiirlerini, ütüsüz ve  buruşuk gezdirdiği ruhunun diyeti  sayan şair. 41 yıllık ömrünü, özlem  duyduğu bir anneyle, rutubetli  mektuplar gönderdiği bir kız kardeşle,  sevdiği bir adamla, kızdığı bir  babayla, belki de her baktığında  annesini anımsatsın diye doğurduğu  kızıyla ve öznesinin kendisi  olduğu kitaplarıyla doldurmuş bir kadın.

“Benim hâlâ hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp, kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu… Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.” diyen Madak, geride hayatını özetleyen üç kitap bıraktı.

Diğer tüm kadınların onu tanıdığı ilk kitap, Grapon Kâğıtları, kardeşi Işıl’a armağan ettiği mısralarla karşılıyor okurları. O mısralarda kendi küçük masallarının büyük kahramanları oluveriyor bu iki kardeş. Işıl, Didem’e gülümsüyor. Didem ise Işıl’ı sarmalıyor, yamacında kalsın, gitmesin istiyor.



“Büyük gemiler yüzmüştü ruhumuzda.

            Ben Işıl’ın yelkenini üflememiştim

            Bensiz uzaklara gitmesin diye.”

          

  Sayfalar ilerledikçe Didem, Işıl’ı saran ellerini annesinden emanet aldığını döküyor mısralara. Bazen annesine sitem ediyor, daha 12 yaşındayken onu yalnız bıraktı diye, bazen de babasına kızıyor, annesinin hayatının ortasına güller yığan bir adam olamadı diye. Ve hiç törpülemeden hıçkırıyor içindeki çocuğu Maviş Annesi’ne.

         

              “İki kendim varmış maviş anne

            Biri benmişim, biri mutsuz

            Ben ölürsem maviş anne, mutsuza kim bakacak?

            Dünyaya bile bir dünya anne lazım.

            …

            Şefkate söyle o da gelsin.

            Özledim onu, o da gelsin saçlarıma dokunsun

            Bilir misin büyüler bile ninniyle büyür

            Temiz kokan pazen gecelikler, şehriye çorbası…

            Hepsi, hepsi ninniyle büyür.



            Bilir misin maviş anne?

            Ben çekildiğim her fotoğrafta

            Defolu bir kelebek gibi çıkarım.



            Mavi kareli gömleğiyle hatırladıkça babamı

            Kırpıp kırpıp fotoğrafları, döküyorum başımdan aşağı

            Sanırım ben assolist oldum maviş anne

            Şimdi mutluyum

            Geçmişini mi yok ettin kızım diye soran

            Bir babadan kurtuluşumu kutluyorum

            Babama söyle o gelmesin maviş anne”



            Gidişiyle burulsa da yüreği, onu edebiyatla tanıştırdığı için minnettardır annesine Didem. Mutluluk dendiğinde hatırlayacak anları olsun diye birçok güzel çocuk romanı okuması da bu yüzdendir. Ve bu yüzdendir kendini o pembe boyalı kütüphanede memure olarak düşlemesi. Evet, belki dünya artık bir daha hiç, bir okul çıkışı gibi kokmayacaktır onun için, ama hep yazacaktır. Işıl’a, güvercinlere, yağmur kadar İzmir’e, kedilere, gevreğe, boyozculara, hukuk fakültesini terk ettiği yıllara, bodrum katındaki buhranlı günlerine, oyuncak ayısı Işıldak’a, bir tezgâhtar parçasıyım dediği haline… Hep yazacaktır ve yazar.

Tüm bu içinde büyüyenleri dünyaya getirme vakti geldiğinde bir olağanüstü hal şairine dönüşür Didem. Bir anda yatağın üzerinde bağdaş kurup, salya sümük karalamaya başlar kâğıtlarını. Bazen o halde uyuyakalır o yatakta ve sabah gözünü açtığında dört bir yanını sarar karalamaları. Derhal temize çekip dergilere gönderir şiirlerini, kaybolmasın diye. Kim bilir, ‘New European Poets’ adlı antolojide Türkiye’yi temsil ettiği ‘Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım!’ şiirinin mısraları da böyle çıkmıştır, belki de.

          . . .



           " Yıllardır kendini bulutlarda saklayan

            İllegal bir yağmurum.

            Bir yağsam pahalıya mal olacağım.

            Ben bir bodrum kat kızıyım bayım

            Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum

            Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum

            Fakat korkuyorum. Birazdan da

            Kırk üç numara ayakkabılarınızla

            Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız

            Bu iyi olmaz bayım! "

            . . .

            On dört yaşındaydı ruhum bayım

            Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.

            Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz

            Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri.

            Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar

            O ara içimde çiçeklerden oluşmuş

            bir silahsız kuvvet ablukaya alındı

            Sinemalarda da “orgazm gıcırtıları” oynuyordu.

            Kaçmaya çalıştım. Olmadı.

            Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı

            Ruhum açısından faydalı buluyorum.”



            İşte tüm bu dizeler ve daha fazlasıyla donattığı Grapon Kâğıtları 2000 yılında İnkılâp Kitabevi Şiir Ödülü’nü getirdi ona. O ise çiçekli şiirlerine derin ahlarını da ekledi sonra. Tüm ahlarını topladı ve sesinin tonuna emanet ettiği ahlat ağacına astı hepsini. Birer çaput edip ahlarını, ahlat ağacının dallarına tek tek astı. Sonra da oturup Ah’lar Ağacı’nı yazdı.

“Ah… ünl. 1-Sesin tonuna göre pişmanlık, öfke, özlem, beğenme gibi duyguları anlatır.”

                                                                                             TDK Türkçe Sözlük

            Bütün birikmiş ahlarını, söylediklerini ve söyleyemediklerini ‘Ah’lar Ağacı’nın altına gömdü. Bu yüzden ‘Ah’lar Ağacı’ ağıtlar filizlendirdi. Nelere ah etmedi ki? Başlayamadığı şiirlerine, karnabahar kızartmayan başrol kadınlarına, isteyip de kaybolamadığı dakikalara, öfkesine, çocukluğuna, fötr şapkalı amcayla üç ayda bir buluştukları maaş kuyruğuna, çokomel kaplarına, iç sesine ve annesine…

“…

            İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaçAnnem sevindiydi hatırlarım.Ah demişti.Ah!Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.Annem çok sevinmelerin kadınıydı.Bazen sevinince annem gibi,Rengârenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.Annem çok sevinmelerin kadınıydı,Sıcak yemeklerin.Başına diktikleri o taş,Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.Ben okşadığımda ama ısınır sanki biraz.

İç ses!Bu bahsi kapa!

            …

            Güçlü bir el silkeledi beni sonraSanırım Tanrı’nın eliydi,Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,Çok şey geçmiş gibi başımdanAh dedim sonra,Ah!”

            Tüm ahlarını döktükten sonra hızla sona ilerlediğini fark etti Didem. Kendini durdurması gerekiyordu. İnsan ya ölerek ya da yaşamaya karar vererek kendini durdurabilirdi, o da yaşamaya karar verdi. Ancak ahları gibi kelimelerini de tüketmişti. Konuşacak kimsesi yoktu, çaresizdi. Bir ses aradı, bulamadı. Ve onu silkeleyen ele döndü yüzünü, ona anlattı.

“…

            Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca

            Havı dökülmüş yerlerine yüzümün

            Büyük bir aşk yamadım

            Hayır

            Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım

            Gözyaşlarım bitse tespih tanelerim vardı

            Tespih tanelerim bitse gözyaşlarım…

            Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.

           

            Aşk diyorsunuz ya

            Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

            …

            Süt içtim acım hafiflesin diye

            Çikolata yedim bir köşeye çekilip

            Zehrimi alsın diye

            Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz

            İlahiler öğrendim.

            Siz zehir nedir bilmezsiniz

            Zehir aşkı bilir oysa bayım!



            Ben işte miraç gecelerinde

            Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,

            Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,

            Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin

            Bir şiir aradım.

            Geçen üç yıl boyunca

            Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.

            …

            Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

            Bir ters bir yüz kazaklar ördüm

            Haroşa bir hayat bırakmak için.

            Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.”



            Yeniden anlatmaya başladı Didem. Şiir yazmak için oturup mektup yazdı bazen, bazen de roman yazmak için oturup şiir. Yazdıklarını Işıl’a gönderdi yine. Işıl beğenmeliydi. Çünkü o, sadece öğrencilerinin değil ablasının da edebiyat öğretmeniydi. Teyzesiyle konuşmalıydı yine, Müjde’yle dertleşmeliydi. Sonra aklına birden Polyanna geldi. Yazmamıştı ne zamandır ona. Hemen bir kâğıt aldı eline ve “Aşk mektupları elbette yakılmalı, geçmiş en soylu yakacaktır.”  diye bir not düştü Nabokov’dan, sağ üst köşeyeArtık hazırdı, son mektubu da karalamaya başladı.

“…

            Ben sevgilisi çile olan bir gelindim Pollyanna 

            …

            Çiçekli bir düğün davetiyesi gibi otururdum balkondaYıldızlar ürkerdi, titrerdi davetimdenAyın etrafında beyaz bir hale dönerdi.Bileklerimi uzatırdım çıplak, beyaz ve inceIşıktan bir kelepçe istedim yüz görümlüğü olarak Pollyanna.Secde eden alnımı,Şarap içen dudağımla öpmek istedim.Dizlerimde ve dirseklerimde nasır tutan arayışımıBeyaz bir merhemle ovmak istedim. 

            Beyaz bir günahtır aramak kimi zaman Pollyanna…

İtiraf etmek gerekirseDomates-biber biçiminde tuzluklar aldım pazardanKalp şeklinde kültablalarıKalbimde söndürülmüş birkaç sigaradan kalan külYetmezdi yeniden doğmaya.Orhan Gencebay dinledim itiraf etmek gerekirseBedelini ödedim ama Pollyannaİtiraf artık tedavülden kalkmış bir kâğıt para. “

            Kâğıtlarla, ahlarla, çaputlarla, ağaçlarla döşediği yolunda ilerlerken iki yana açtı kollarını Didem. Bir elinden annesi Füsun tuttu, diğer elinden de kızı Füsun. Beraberce girdiler Pulbiber Mahallesi’ne. Didem annesinin dizine yattı, kızı da Didem’in dizine. Ve anlatmaya başladı Didem. Ekmeğini salatanın suyuna banmaktan vazgeçti, büyüdü birden. Bu kez rahminde kızı ile beraber büyüttüğü öykülerini doğurdu dizeleriyle.

“…

            Kelimeler dişliyor kollarımı

            Diş izlerinden bir saatle takip ediyorum zamanı

            İsminden ismimle doğduğuma inanıyorum Füsun

            Bu inanç hiç bitmiyor.”

           

        Anlatacak çok şeyi vardı  Didem’in. Hepsini bir mahallenin içine  sığdırdı. İstanbul’u, modern olanı-  olamayanı, kedileri, büyüyü,  büyümeyi, kızını, annesini, kardeşini,  kocasını, dostlarını ve ölümü… Çok ah  etmişti ölüme, daha 12 yaşındayken  kanser ile annesini kendisinden aldı  diye. Şimdi kendi kızı mı tanışacaktı  ölümle, yine bir kanser vesilesiyle.  Kız evlatların annelerinin kaderini yaşadığı coğrafyanın kadını olduğunu anımsadı Didem. Son bir doğum için genişledi rahmi ve yarıldı karnı. 128 dikiş attı karnına, 128 Dikişli Şiir, sonra usulca gözlerini kapattı.

“İlk defa bu kadar sağlam yazıyorum.Haç şeklinde 128 dikişle.Galiba ahbap artık sana ulaşacağım.Yeteneğim geri geldi,göreceksin artık kutsal dizeler yazacağım.…Hey ahbap ben arada bir fikir buluyorumKuşlar için küçük şemsiyeler yapabilirizBöylece yağmurda ıslanmazlarVe içimdeki ağır sözler için de şemsiyelerBöylece paraşütle iner gibi hafiflerlerŞiirin içine girerken

Bana bazı şarkılar lazım ahbaphafif şarkılar, acı olmayan şarkılarçok şarkıya ihtiyacım varTutam tutam saçlarımı savuracak şarkılarSaçlarımla ne yapacağını bilemeyenlerBir gün onları kaybederlerBöyle bir şey yani ahbapÇok acıyor. Saçlar zaman zaman…Bir mutfak cadısıyım şu sıralarÇeşitli şeyleri çeşitli şeylere karıştırmakVe seni düşünmek, mırıldanmakBazı büyülü yemekler yapmakBazı şifalı yemekler yapmakVe kalmak istemek ahbap…

Füsunun yeşil ela gözleri varVe pembe plastik fincanı ile kahve getirişi varVe bana anne deyişi varBenim pembe fincandan pembe kahve içişim varBu kahveleri seviyorum ahbapİçimi pembe bulutlar kaplıyorŞekerli ve tatlı bir biçimde havalanıyorum.

Sonra ağrılar, sonra hastaneler ve sonra doktorlar…Şeker donup yapışıp kalıyor bir kâğıda

Acı bazen öyle yoğun, çok yoğunPatlak gözlü bir kurbağatarifsiz çirkin ve kel.…Acı dindi diyorum bazen yağmur dindi der gibiÖyle kendiliğinden ya da tanrı istediğindenYüzüklerim yok takmıyorumKolyelerim yok istemiyorum

            …Doğdum, doğurdumBir insan nasıl büyüyor gördümHayatta kalmak içinVe hayatta kalmanın yanındaİnandım şiir bir gevezeliktiŞimdi 128 harfli bir şiir var karnımdaSatırlar artık bomboşKarnımda hissiz bir şiir varİçimde durmadan bölünen şiirlerBirlikte yok olacağımız şiirlerBirlikte unutulacağımız şiirlerHiç borcu olmamış şiirlerVe bu yüzden çok acıyan şiirler

Acı aniden diner yağmurun dindiği gibiBazen sadece tanrı öyle istediğindenSadece bir mağarada resim çizerim belkiRüyaların büyük harfle başladığı bir ülkedeÜstümden kaldırılmış bir ölü varAhbap senin istediğin o mu? “