Müzik

31 Ekim 2014 Cuma

Birsürü Çocuğu Öldürdüler




Küçük Kara Balıklar

Filmimiz, çocukluğunu cehennemin tam gözünde geçirmiş ve geçirmekte olan 11 kişinin tanıklıkları üzerine kurulu.1990 larda, 2000 lerde ve 2010 larda çocukluklarını yaşayamayanların hikayeleri…İçlerinde taş atanı da var,ayağı taşa değmemiş olanı da…Hepsi de her şeye rağmen başarılı çocuklar… Hepsi de savaştan nasibini almış…Onlar, yüzbinlerce benzerlerinden yalnızca bir kısmı…

Bu filmde, çocuk yaşta maruz kalınan, insan aklının alamayacağı bir zulme rağmen, insan kalmayı başarmanın hikayesi de var; Kürt isyanının doğuş hikayesi de…Ama en önemlisi film, Kürt toplumuna bir çocuğun yanı başından bakmaya zorlayacak sizi. Başkasının yarasına gözlerimizi kaçırmadan bakmanın aynasına buyur edecek…

Kamera Arkası

Projenin tasarımını ve yapımcılığını Drama İstanbul Film Atölyesi’nin kurucularından (www.dramaistanbul.com.tr) Serpil Güler ve Haluk Ünal üstleniyor.

Projenin esin kaynağı ise, Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın 90’lı yıllarda çocuk olanların tanıklıklarına dayanarak derlediği Metis Yayınları’nın yayınladığı “Bildiğin Gibi Değil” adlı kitap.

Uzun metraj bir belgesel olarak tasarladığımız proje, 5 yönetmenin ortak çalışması :

A. Haluk Ünal (Delege), Ezel Akay, Serpil Güler, Cem Terbiyeli, Önder İnce

Proje Tasarım Danışmanı : Yavuz Ekinci (Drama İstanbul Film Atölyesi)

Görsel/teknik danışmanlığımızı da Gökhan Atılmış üstlendi.

Kurgu : Elif Ergezen
Müzik : Mahmut Berazi (Batman Senfoni Orkestrası)
Postprod. Supervisor ve Color : Abdullah Ercan
Ses Tasarım : Sertaç Toksöz - Yalın Özgencil (SAE Enstitüsü)
Final Mix ve DCP : Atlas Digital
İngilizce Altyazı Çevirmeni : Onur Öztoprak
Redaksiyon : Stuart Kline
Alt Yazı : Hakan Paşalı

Proje,

Global Diyalog Vakfı ile

Güneydoğu Belediyeler Birliği’nin

katkısı

İnsan Hakları Vakfı

Mazlum – Der

İnsan Hakları Derneği

Diyarbakır Sarmaşık Derneği

desteğiyle gerçekleşiyor.

Çekimler farklı şehirlerde gerçekleşti: Van, Hakkari, Batman, Mardin, Diyarbekir, Lice, Şırnak

Hazırlık çekimleri 2012 Ekim ve Kasım aylarında; asıl çekimler ise 2013 Kasım-Aralık aylarında gerçekleşti.

Eylül 2014



“Hikayelerini bilmediklerimizdir en çok düşman olduklarımız…” Slavoj Zizek

Bu ülkede, bildiğinizi sandığınız bir çok şey, aslında bildiğiniz gibi değil…

Rumlar, Kürtler, Ermeniler, Müslümanlar, Süryaniler, Museviler, Lazlar, Çerkesler, Romanlar…

Devletin yıllarca herkese ezberlettirdiği resmi tarihin anlattıkları ile, gerçekler birbirine hiç mi hiç benzemiyor. Bu nedenle birbirimizi bilmiyor, anlamıyoruz. Bilmediğimizden korkuyor, korktuğumuza ön yargı geliştiriyoruz. Oysa içinden geçtiğimiz zamanlarda, bu ülke insanının birbirini anlamasına, birbirini tanımasına, birbiriyle konuşmasına çok ihtiyacımız var.

Küçük Kara Balıklar, bu amaçla tasarlanmış bir uzun metraj belgesel projesi…

Kameramızı bir önceki filmde (Saklı Hayatlar) Alevi ve Sünnilere çevirmiştik. Şimdi de Güneydoğu’ya, Kürt çocuklarına çevirdik...
Fotoğraf: “Hikayelerini bilmediklerimizdir en çok düşman olduklarımız…”  Slavoj Zizek

Bu ülkede, bildiğinizi sandığınız bir çok şey, aslında bildiğiniz gibi değil…

Rumlar, Kürtler, Ermeniler, Müslümanlar, Süryaniler, Museviler, Lazlar, Çerkesler, Romanlar…

Devletin yıllarca herkese ezberlettirdiği resmi tarihin anlattıkları ile, gerçekler birbirine hiç mi hiç benzemiyor. Bu nedenle birbirimizi bilmiyor, anlamıyoruz. Bilmediğimizden korkuyor, korktuğumuza ön yargı geliştiriyoruz. Oysa içinden geçtiğimiz zamanlarda, bu ülke insanının birbirini anlamasına, birbirini tanımasına, birbiriyle konuşmasına çok ihtiyacımız var.

Küçük Kara Balıklar, bu amaçla tasarlanmış bir uzun metraj belgesel projesi…

Kameramızı bir önceki filmde (Saklı Hayatlar) Alevi ve Sünnilere çevirmiştik. Şimdi de Güneydoğu’ya, Kürt çocuklarına çevirdik...

Berfo ve Cumartesi Annemlere !




Cumartesi Anneleri/İnsanları Galatasaray Meydanı’nda 500 haftaya varan mücadelelerinde pek çok ödül aldı.

Kuşaktan kuşağa aktarılan bu mücadele filmlere, müziklere konu oldu.

Cumartesi Anneleri/İnsanları’na verilen ödüller, onlar hakkında ya da onlar için yazılan şarkılar ve çekilen filmlerden bir derleme yaptık.
Ödüller

* Carl von Ossietzky 1996 İnsan Hakları Ödülü

* Ahmet Kaya 10 Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin Princess Otel kongre salonunda düzenlenen ödül töreninde aldığı yılın en iyi sanatçısı ödülü için İnsan Hakları Derneği, Cumartesi Anneleri, tüm basın emekçileri ve Türkiye halkına teşekkür etti:

"Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum" dedi.

* Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV), her yıl verdiği İnsan Hakları, Demokrasi, Barış ve Dayanışma Ödülünü 2013 yılında Cumartesi Anneleri adına Berfo Kırbayır'a verdi. Ödül açıklaması şöyleydi:

"2001’den bu yana her yıl “insan hakları, demokrasi, barış, dayanışma” alanlarında, o yıl içinde olağanüstü başarı kaydetmiş ve örnek oluşturabilecek çabalar göstermiş bir kişi, grup ya da kuruma “SODEV Ödülü” vermektedir. 2012 yılı SODEV Ödülü’nün, toplumsal vicdandaki yarayı onlarca yıldır kanatan bir konuda, geçtiğimiz yıllardaki çabalarını bu yıl boyunca da göstermiş bulunan Cumartesi Anneleri’ne verilmesi uygun görülmüştür."

* Yönetmen Adli Aydın bir kayıp öyküsünü anlattığı “Küf” filmiyle Venedik Film Festivali'nde kazandığı Geleceğin Aslanı (Lion of the Future) ödülünü “Cumartesi Anneleri”ne adadığını açıkladı. (Eylül 2012)

Yönetmen Ali Aydın ödül konuşmasında: "Bugün dünyada binlerce kayıp var. Ödülü kayıplarını aramaktan asla vazgeçmeyen Cumartesi Anneleri'ne adıyorum" dedi.

* 15 Eylül 2013'te Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün beşincisini Türkiye’den Cumartesi Anneleri / İnsanları ve Sırbistan’dan Nataša Kandić’e verildi.










Kar Hırsı ve Denetisimsizlik !

301 işçinin ölümüyle neticelenen Soma faciasının (13 Mayıs 2014) üzerine birçok sözler verilmişti. Hatta büyük vaatlerle bir de kanun çıkarıldı. Ama dağ fare doğurdu. Zira kafayı iş güvenliğine yormak yerine, Torba Yasa’yla başka ihtiyaçları karşılamaya kilitlendiler. Torba Yasa’nın içine –Tüp bebekten öğretmen atamalarına, vergi cezalarının yeniden yapılandırılmasından belediyelerin öğrenci yurdu kurmasına kadar- ilgili ilgisiz her şey dolduruldu. Herkes ümitle iş güvenliğinde adım atılacak diye beklerken, internet özgürlüğü de Torba Yasa’yla darbe yedi. Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi durumunda, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na, 4 saat içinde, resen internet erişimini durdurma yetkisi verildi.

Memleket elden gidiyor; PKK her gün bir askeri öldürüyor; işçiler kötü şartlar ve ihmal yüzünden hayatını kaybediyor… Zirvedeki siyasetçilerin işi gücü ya paçayı kurtarmak ya günü kurtarmak.

Karaman Ermenek’teki maden kazası üzerine siyasetçiler bölgeye akın etti. Hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi onlar da yakınıyorlar. Objektifi birazcık kendilerine çevirmek yerine, işvereni suçluyorlar. Bu vesileyle televizyonlarda konu tartışılıyor ve hükümetin iş güvenliği açısından ne kadar özensiz davrandığı daha iyi ortaya çıkıyor.

* 13 Mayıs’tan bugüne kadar, madenlerdeki ölümlerin son bulmadığı rakamlarla ortaya konuluyor. Haziran, temmuz, ağustos, eylül aylarında, Türkiye’de toplam 31 maden işçisi daha hayatını kaybetmiş. Toplu halde olmadığı için, bu ölümler gündeme pek fazla gelmedi. Ama ailelere ateş düşmeye devam ediyor.

* Soma’daki ölümlerin sebebi olarak görünen “Hadi hadi” düzeni son bulmadı. Ne kadar çok kömür üretirsen, o kadar çok para kazanırsın. Kâr hırsı sürüyor. Peki 301 kişi hayatını kaybetmişken, Soma A.Ş. ne oldu? Hem eski madenini 5 gün aradan sonra işletmeye başladı hem de Amasya’da yeni bir maden sahası aldı. (Bütün maden ruhsatlarının verilmesinde son imzanın Başbakan’ın uhdesinde olduğunu da unutmayalım. Yetki, sorumluluk getirmez mi?) Eksikler giderildi mi? Mesela yeterli oksijen maskesi alındı mı? İçeriye temiz hava taşıyan plastik borular yerine demir borular döşendi mi? Yaşam odaları kuruldu mu?

* Kömür ve linyitte 740 işletmede, 49 bin işçi çalışıyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Maden İşleri Genel Müdürlüğü’nde sadece 240 denetleme elemanı var. Bir maden ocağının kontrolü için ayırdıkları vaktin, 2 ya da 3 saat olduğu belirtiliyor. Ayrıca, her iş yerinde, iş güvenliği uzmanları bulunuyor. Ama onların parasını işveren ödüyor. Tabii ki, patronun istediği istikamette rapor tutuyorlar. Oysa dünyadaki yaygın uygulamaya göre, işverenlerin parasıyla havuz oluşturuluyor, iş güvenliği uzmanlarının ücreti bu havuzdan karşılanıyor. İşletme sahipleri de onları işten çıkaramıyor. Nedense hükümet, sıraladığım bu düzenlemeleri ihtiva eden teklifi reddetmiş!

* Yasaya göre madenciler işe başlamadan önce eğitimden geçmek zorunda. Ama hiçbiri doğru dürüst eğitim almıyor. Almış gibi, ellerine bir sertifika tutuşturuluyor. Bu durum Soma faciasında gözler önüne serildi. “Eğitim almakta” diye listede isimleri görünenlerden bazıları, o sırada madendeydi ve öldüler.

Sorumluluğu işletmenin üzerine bırakarak, siyasetçi, vicdanını aklayabilir mi? Daha etkili bir denetim için adımlar atıldı mı? Mesela, Bakanlık müfettişlerinin sayısı artırıldı mı? Özel işletmelerdeki iş güvenliği uzmanlarının parasının, işverenlerce değil de özerk bir yapı tarafından karşılanması yoluna niçin gidilmedi? Neden dünyada, madenlerde, bu kadar ölüm vakası meydana gelmiyor? Demek, alınan tedbirler kifayetsiz. 12 yıldır iktidarda olan bir siyasi partinin sorumluluğunu görmezden gelmek mümkün mü?

Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programına katılan bir uzman aynen şöyle dedi: “ İş kazası yok, ihmal var. Dünyada ölüm riski mevcutsa, üretim yapılamaz.”

Fakat bizde, “Hadi hadi” düzeniyle, her şey daha çok kâra, daha az denetime göre ayarlanmış. Ve maalesef, hiçbir siyasetçi sorumluluğunu kabul edip, istifa etmiyor. İşletme sahipleri de yeni maden sahaları alarak ödüllendiriliyor.

Kaçak Saray ve 100 milyonlar

AKSaray’daki resepsiyon, maden kazası yüzünden iptal edildi. Oysa birçok kişi, koşa koşa bu kaçak yapıya gidip, orada görünmeye can atıyordu. Maalesef ahlaki değerleri yavaş yavaş kaybediyoruz.

AKSaray’ın Atatürk Orman Çiftliği’nde, yürütmeyi durdurma kararına rağmen inşa edilmesine bir tepkiniz yok mu ya da bu inşaat için sarf edilen 1 milyar lira sizi hiç rahatsız etmiyor mu? Üstelik Sayıştay raporuna göre çok sayıda usulsüz harcama gerçekleşmiş.

El kesesinden sultanım, develer olsun kurbanım…

Cumhurbaşkanlığı’nın bütçesi de %100 artırılarak 397 milyon liraya yükseltildi. Tabii bir de 436 milyon liralık özel uçak var…

“Çankaya Köşkü’nü beğenmedik, bu yüzden kendimize yeni bir köşk yaptırdık. İstanbul’a geldiğimizde de cumhurbaşkanlarına tahsis edilen Huber Köşkü’nde değil, kamulaştırdığımız Vahdettin’in Çengelköy’deki köşkünde kalacağız…”

Oysa selefiniz 10 milyonlarca lira harcayarak, Çankaya Köşkü’nü ve Huber’deki muhtelif binaları baştan aşağıya yenilemişti.

AKSaray’ı, Vahdettin Köşkü’nü ve uçağı Başbakan kullanacaktı. Ama Erdoğan cumhurbaşkanı seçilince, hepsinin üzerine oturdu. Bence bu da Ahmet Davutoğlu’na saygısızlık.

Fakir fukaranın rızkından kesilen paralarla, bunca lüks ve ihtişam ancak dikta rejimlerinde olur. Ve ancak bu gibi ülkelerde kimsenin sesi çıkmaz; herkes, sorgulamadan davet edildiyse gider, el etek öper.

Peki yolsuzluk iddialarının hesabını vermeyen bir cumhurbaşkanıyla aynı karede görünmek de mi sizi rahatsız etmiyor? O zaman kapı arkalarında şikâyet etmeyiniz. Böyle başa böyle tıraş.

Mukayese

Yılmaz Özdil’in verdiği bilgilere göre:
Beyaz Saray: 55 bin metrekare
Kremlin Sarayı: 25 bin metrekare
Buckingham Sarayı: 77 bin metrekare
Elysee Sarayı: 11 bin metrekare
Dolmabahçe Sarayı: 64 bin metrekare
AKSaray: 300 bin metrekare

Akreditasyon

Köşk’teki resepsiyon yapılamadı… Yapılsaydı, ciddi bir medya ayırımcılığına şahit olacaktık. Taraflı cumhurbaşkanı, Cumhuriyet, Fox TV, Halk TV, Birgün, Evrensel, Aydınlık, Sözcü, Zaman, BUGÜN, Samanyolu, BUGÜN TV ve Kanaltürk temsilcilerinin hiçbirini davet etmedi. Meğer geçmişte, ağızlarından çıkan her söz sahteymiş. Yeni Şafak ya da Kanal 7 çağrılmıyor diye, akreditasyonu antidemokratik buluyorlardı. Ben de başörtüsünü, imam hatipleri ve Erdoğangilleri savunduğum için, davet edilmiyordum.

Mühim olan, böyle bir davete gitmek değil. Çünkü aslında orada bulunmak bir külfet. Fakat birçok gazetenin ya da gazetecinin üzerinin çizilmesi, her muhalifi düşman gibi gören bir zihniyetin yansıması. Üzücü olan bu.

Biji Serok Obama !



Geçtiğimiz akşam Şanlıurfa’ya varan Peşmerge güçleri kendilerini bekleyen kalabalık tarafından bu sözlerle karşılandı. “Yaşasın Başkan Obama.”



Urfalı Kürtlerin tepkisi ABD’nin Kobani’de sunduğu destek karşısında duyulan minneti özetliyordu. Aynı zamanda yeni bir gerçeğe işaret ediyordu. Mevcut konjonktürde, ABD, Kürt sorununun ayrılmaz parçası, hatta en önemli aktörlerinden biri.



Bu tablonun barındırdığı ironiler gerçekten inanılmaz. Memleketimizde komplocuların üfürdüğü en yaygın şehir efsanelerinden biri ABD helikopterlerinin Kandil dağlarında bulunan PKK’lılara ilaç ve silah attığına dairdi. Ve efsane gerçek oldu. Amerika, Kobani’de çarpışan YPG ve PKK güçlerine ilaç ve silah attı. Mesaj netti. “Ya sınırı açarsın ya da biz Kobani’nin çaresine tek başımıza bakarız; çünkü durum kritik.” Türkiye de asla “yapmayız etmeyiz” dediği şeyi yaptı. Peşmergelerin ağır silahlarıyla birlikte Kobani’ye geçişlerine izin verdi.



Oysa 90lı yılların sonuna kadar Türkiye Peşmerge güçleriyle birlikte PKK’ya karşı savaşıyordu. Bugün ise her üçü, en azından Kobani temelinde, aynı safta. Amerika müdahale etmeseydi bu imkânsız denklem oluşmazdı. Bunu teslim edenlerin başında Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani geliyor. Dün yaptığı açıklamada “Geçiş için ABD, Türkiye ve Kürdistan Bölgesi arasında üçlü ve ikili yoğun görüşmeler yapıldı. Türkiye’nin rızası ve yardımıyla, ABD’nin desteği olmasaydı Peşmerge güçlerinin Kobani’ye gitmesi mümkün değildi,” dedi.



Peşmergeleri Kobani’ye Türkiye üzerinden geçirme fikri ilk Barzani tarafından telaffuz edildi. Ne var ki MİT’in sıcak baktığı bu teklife Erdoğan, Davutoğlu ve TSK mesafeli durdu. İş sürüncemede bırakıldı. Kobani düşmek üzereydi. ABD havadan silah yardımı yaptı ve PYD ile resmî ilişki kurdu.



Peşmergelerin geçişi için Ankara, PYD ve Iraklı Kürtlerin arasında süren müzakerelerde ABD’nin yer almasını talep edenlerin başında Barzani geliyor. Oysa düne kadar Türkiye ile Barzani arasında su sızmıyordu. Türkiye Barzani’yi IŞİD karşısında yalnız bırakınca Erbil’de güven erozyonu başladı. Hesaplar değişti. Washington’da olduğu gibi... Her daim Türkiye’ye kadife eldivenlerle yaklaşan ABD Dışişleri’nin tüm itirazlarına inat Pentagon ve Beyaz Saray'ın bastırmasıyla PYD ve dolaylı olarak PKK ile IŞİD’e karşı fiilen müttefik oldu. IŞİD var olduğu sürece bu ittifak devam edecektir.



Biz de PKK’nın bu yeni statüsünü zedelememek adına Türkiye’de silahlı eylemlerden uzak duracağını savunmuştuk. Ancak son birkaç günün bilançosu tam tersine işaret ediyor. Kars’ta üç PKK militanının öldürülmesinin akabinde Yüksekova’da üç asker sivil kıyafetle gezerken sırtlarından vurularak öldürüldüler. PKK olayla herhangi bir ilişkisi olmadığını açıkladı. Buna karşın TSK olayın faillerinin tespit edildiğini ve PKK’lı olduklarını açıkladı. Geçtiğimiz gün ise hamile eşiyle Diyarbakır’da alışverişe çıkan bir asker kimliği belirlenmeyen maskeli kişiler tarafından vuruldu. Kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi.



Barış sürecinin fena hâlde sendelediği doğru. Ama ne PKK ne de AK Parti masayı deviren taraf olmak istiyor. PKK uluslararası arenada yeniden terör örgütü olarak anılmak istemeyeceğine göre toplumsal infial yaratan bu eylemlerin arkasında kim olabilir? Barış sürecini çökertmek, AK Parti’yi zayıflatmak isteyenler mi? Yoksa Amerika’nın Kürt sorununa müdahalesinden ürken güçler mi? “Gün gelir Amerika PKK’yı bana karşı kullanır” diyenlerin başında İran var. Ama Kobani’yle birlikte Türkiye’de de bu gibi kaygıların arttığı aşikâr. Varlığını sürdüren derin devletin dehlizlerinde “barış ama neyin pahasına” diye homurdananların da... Kobani bir dönüm noktası. Amerika’nın müdahalesini lehimize çevirmek, barışa inatla sarılmak, oyunlara gelmemek başta iktidar ve PKK olmak üzere hepimizin görevi.

Ormaların Gümbürtüsü


Artık hiçbir şeye karşı değilmiş gibi
kayıtsızım
Yolculuğun sonunda ormanda duyduğum sesi öldürdüm
Amacım yoktu sesi öldürürken, ses öldüğü için de
hala amaçsız sayılırım


Ormana karşı değilmiş gibi kayıtsızdım
Ormandan çıkınca şehrin ışıkları ve ışıkların
suda işaret ettiği anlamların adı olan dünya
ile karşılaştım
Dünyaya karşı da kayıtsızım


“Anlamıyorum seni” diyen birine kendimi anlatmak
üzere uzattığım kitap hâlâ okunmadığı için,
Bir gecenin sonunda anlatılmamak için yaşanmış
gönderilmemek üzere yazılmış bir
mektuba koyarak…
Mantıklı olan her şeyin nedenini aradım
Nedenini aramadığım için artık yalnızca ölümü
ve aşkı seviyorum
Konuşma haline gelmeyen şeyleri
Susmalı ve sonra ormanın güzelliğinden söz etmeli:
“Kış henüz gelmişti, kar tertemiz ve her yer
bembeyazdı”
Biz de mutluyduk
Kimimizin sevgilisi vardı
Sevgilisi olanların üstüne bir taş duvar yıkılıyordu
Taş duvar üstümüze sessizce yıkılıyordu
Ses ölmüştü çünkü nedenini aramadan


Sevgilim sensiz olabilmek için sokaklarda
yürüyorum
Sevgilim pencereden bakıyor ve yanıma şemsiye almaya
karar veriyorum
Sevgilim sensiz olabilmek için durmadan “Yağmur
yağıyordu” diye bir cümle tekrarlıyorum
Sevgilim sokağa çıkarken şemsiyemi almayı unutuyorum
Sevgilim son vapuru kaçırıyorum ve iskelenin aynasında
seni ve yağmuru görüyorum
Hava soğuk sevgilim, bütün gün sobayla sevişiyorum


İskelenin aynası ve aynadakilerin işaret ettiği
anlamların adı olan dünya
Ki ona bakarken hayatımıza bakardık
Ya da şöyle söyleyeyim:
Hayatımıza bakarken sanki ona bakardık
Yansıttığı görüntü bakırı altın yapmıyor artık


Daha neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım
Aşk filimleri seyredip sonra aşksız bir dünyada
yürümek istemediğim için aşk filimlerine gitmedim
Kırmızı bir fular taktım bileğime şeytan kovmak için
Arabamı bütün barların önünde park edilmiş görebilirdin
Barda peşimden gelen o adama, şeytan kovmak için senden
ve Hemingway’den söz ettim:
“Çehov da bir Amerikalıdır aslında”


Neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım
Üstünde dünya haritası olan bir uyku tulumunda uyudum
İyi şeyler gördüm rüyalarımda
Sonra bir gecenin sonunda
Seni öldürdüğüm için kayıtsızca
Ve artık vazgeçtiğim için omuzlarımı tutan o ellerden
Uzun süre yaşayıp uzun süre öldüğüm
ve mezar taşıma “Ernest ve Scott” yazdırdığım için
Kremalı çorbalar, et yemekleri ve şaraptan bıktığım
Ve durulamalık konyak da çevirmediği için sessizliği
altına
“Yağmur kayıtsızca yağıyordu” cümlesinin yerini
“Yağmur yağıyordu” cümlesi aldı


Sesi yaralı bir kaplan gibi bağırırken bıraktım
“Yağmur yağıyor” dedikçe “Kış henüz gelmişti, kar tertemiz
ve her yer bembeyazdı” diyen Hemingway
Ki boks yaparken yazardı
Ya da şöyle söyleyeyim:
Yazarken boks yapardı
Durmadan sesleniyor şimdi bana:
Dünya güzel mi?
Sen soylu musun?
Sevgilin var mı? Mutlu musun?
Eve dönünce kahve, yemekten sonra konyak içiyor musun?
Yoksa hepten mi unuttun şarabın simyasını?


Yağmur hiç yağmadı ben dünyaya baktığım sürece
Bakır altına dönüşünceye dek hiç de yağmayacak zaten
Kayıtsızım,korkarak ormanların başıma vuran gürültüsünden



TERKİ TERK




cesaretimizi toparlayacak kadar vaktimiz olsaydı, hiçbir şeyden korkmazdık. ve şu yağmur hep güzel yağıyor demek gibidir yolun mütemadiyen açık olması. ömrümüzden bir haziran daha düşüyor sevgilim. rüzgar hala sallıyor dalları. piyanoyu susturmuş parmakları şarkısız koyan. devrik çaylar kuruyor masalar. merhametin me'sini mim'lemişler gönlüme. senin hızır'ın yok mudur ya musa? kibrin ka'sına takılıyor asalar.

üşüyoruz, bu başka soğuklar ülkesidir sevgilim. ey karın eridiği yerden ummanlara karışan su! yolsan adımlarımı al. yoksan varlığıma armağandır o noksan. biliyorsun sen olmasan... sen olmasan ben bu ömrün içlerinden yanarım. saatin zembereği, bakışın müştereği var. yağmur yağıyor, şarjım bitiyor, ben seni daha sonra ararım.




cennet derdi dengenle sıratı yıkar
aşık başa cehennem ateşi nedir
zarları tutan kader rengine çıkar
kırmızıya hüseyn’in düşeşi nedir




ahi defter dürülüp rızana bakar
kuyuları kazanın gazası nedir
babasının annesi evladın yakar
gönle odu salanın abası nedir

ÇEVİR DÖNSÜN ALLAH'IM



çevir dönsün allahım ademe bu kâr
ol ahmed’in nurundan geriye nedir
ayaların sevdası olup zülfikâr
kervanın derdinden deveye nedir


hasta düşer yatağa soluğun tutar
ölmemeye nefesin şifası nedir
hasan olan zehiri bilir de yutar
yaşamağa kafesin vefası nedir


cennet derdi dengenle sıratı yıkar
aşık başa cehennem ateşi nedir
zarları tutan kader rengine çıkar
kırmızıya hüseyn’in düşeşi nedir


ahi defter dürülüp rızana bakar
kuyuları kazanın gazası nedir
babasının annesi evladın yakar
gönle odu salanın abası nedir

HAL-İ PÜRMELÂLİMDİR!






Ömrümün son yirmi gününde ettiğiniz küfre ve hakarete önceki otuz küsur senemde maruz kalmamıştım. Ne provokatörlüğüm kaldı, ne dönekliğim; ne yalancılığım kaldı, ne de kâfirliğim… Eksik olmayın, bu dünyada henüz mülk edinmemiş zatıma cehennemin yedi kat dibinde el ele vererek bir suit daire aldınız bile. Üstelik bunun hala size ne faydası olduğu hakkında en ufak bir fikre sahip olmuş da değilim. Zebanilerin beni cayır cayır yaktığı çukuru cennet locasından ibretlik bir manzara olarak seyretmeyi düşünüyorsanız, cennet tahayyülünüzü bir daha gözden geçirin derim. Gerçi Allah hakkında bildiklerimi söyler söylemez, işi ehline bırakmadığım için bir de vaiz damgası yiyorum ki, elinizde olsa o güzel yâri sevmemi de alıkoyacaksınız benden.

Ey babalarının inançlarını devralan kalabalık! Babanız nasıl seviyorsa, öyle sevmek istiyorsunuz Rabbinizi, eyvallah! Ama ben öyle inandırıldım ki, başkalarının aşkı gönlünüze dolup sizin “biricik” aşkınız olmadıkça; aşk diye bildiğiniz, yârin etrafına toplanan kalabalığın arasında dolaşan bir rivayetten ibarettir sadece. Yâriniz hakkında bildikleriniz herkesin bildiklerinden farklı değilse, kalabalığın fısıltısını taşıyorsunuzdur üzerinizde. Ve dahi yüzyıllardır devam eden, saltanat ve devlet korkusuyla şekillenen bir dinin gereklerini… Yok mudur bunun faydaları? Vardır elbette! Ya zararı, eksiği? Ona ne şüphe

Ömrümün hiçbir döneminde İslamcı olmadım. Kendilerine İslamcı diyen dostlarım oldu beraber ekmek yediğimiz, bir’likte Allah dediğimiz. İslamcı, soğuk bir kelime! Zaten yapım eklerinden hazzetmem, bir şeyi yapmaktansa çekmek iyidir fikrimce. İyelik ekleriyle de ciddi sorunlarım var. Çünkü bir şeyin sahibi olduğumuz zannı, görüyorum ki sahibi olunan kıymetin çoğu zaman önüne geçiyor. İnsan ya da kul kelimesinden geçip kendine demokrat, muhafazakâr, sosyalist, kemalist, milliyetçi, islamcı, cumhuriyetçi, komünist vs. diyen herkese bakın, çoktan sahibi olmuşlar esasen hizmetinde olmaları gereken mefkûrelerinin. Hepsi özünde bir zaman iyi niyet barındırıyordu belki. Ama artık bir topluluğun içine girilir girilmez, kapısı çalınan birer odaya dönüşmüş durumdalar. İşin doğrusu, içinde halis bir niyet, doğru bir amaç olduğu düşüncesiyle insanları tefrik etmek maksadıyla kuruldu bence bütün bu localar. Yoksa özünde bir insanın ötekinden ne farkı var? Neşet Baba’nın da dediği gibi: “Güneşi bir kuvvet karaltır mı hiç / Allah sevmediğini yaratır mı hiç”.

Senelerdir şunu tartışıyorum bazılarıyla: İnsan kendine bir yol bellemişse o yol ile mi, yoksa o yolun sonu ile mi birlikte anılmalıdır? Yola çıkanın derdi yürüdüğü yol mudur, yoksa o yolun sonu mu olmalıdır? Bir insanı yola çıkaran/çağıran şey yolun bizzat kendisi midir, yoksa o yolun gittiği yerin yahut o yolda yürümenin beklentisi midir? İslam bir yolsa mesela, ondan beklentimiz değil midir esas olan? Müslümanlık hani adaletli olmak, merhametli olmak, iyilik yapmayı sevmek, aciz olmak, mütemadiyen sevgiyle davranmak, yardımsever olmak, kötülükten sakınmak, kalp kırmamak vb. gibi akidelerle donatılmışsa eğer; İslamcı kelimesi yerine kendinize adaletli, merhametli, sevgili gibi isimleri ne için seçmediğinizi bir türlü anlayamadım. Ve bu yüzden bir türlü İslamcı olamadım. Hele dindar yahut moda deyimle mütedeyyin hiç olamadım. Bunun için bana kızmayın, birbirimizi sevmek için birbirimizi anlamak zorunda değiliz. Birbirimize teklifimiz sadece Allah ise, birbirimizden vazgeçemeyiz. Bunu da merhametle, ancak severek başarabiliriz gibi geliyor bana.

İnancımız ve itikadımız, “yaratılmışlar adedince Allah’a yol vardır” diyor, öyle değil mi? Ben de sizinle aynı yâri seviyor olmanın müştereği içerisinde, sadece bana rezerve olan fıtratımdan istifade ederek yürüyordum. Ama iş ne zaman kendinizden olmayana yönelik düşmanca tavırlarınıza geldi, o zaman sizinle yürüdüğümüz yolun da aynı olmadığını anladım. Hristiyanları, Musevileri ve dahi diğer dinlerin mensuplarını çoktan Müslüman olmanın kibriyle karşılıyordunuz. Herhangi bir hak dinine inanmayanlara dair bakış açınıza hiç girmek dahi istemiyorum. Nisa Suresi’nde apaçık uyarmasına rağmen bir zamanlar onlardan olduğunuzu unutup, farz olan selamınızı onlardan eksik ediyordunuz. Sanki Müslüman olarak dünyaya gelmiş gibi davranıyordunuz. Sizden olmayanların, sizin emanetiniz olduğunu unutmuş gibiydiniz. En fenası da Rachel Corrie’ye, hani şu Filistin’de kendini buldozerin önüne atıp vahşice ezilerek can verdiği için kahraman ilan ettiğiniz, ama Hristiyan olduğu için cennete sokmadığınız yirmi üç yaşındaki güzel kardeşime yaptığınız idi. Cennete ve cehenneme gidecekleri apaçık taksim ediyordunuz. Bunu -hâşâ- Allah’la yarışır gibi yapıyordunuz. Bunun üzerine biri “Yalnız Allah bilir hesabını!” der demez hemen toparlanıyor ama yine de Allah’ın merhametiyle değil, bizzat kendi ibadetinizle sınanmak istediğinizi bir kinaye tutturup karşınızdakine iletiveriyordunuz. Öyle ya, ömrü boyunca çileyi çeken sizseniz, ödül de sizin olmalıydı. Evet, ödülün sizin olmasına, ödülü sizin kadar isteyen olmadığı için, kimsenin itirazı olmayacaktır. Ama bu ödülü, onlar inançlarında ve ibadetlerinde olmasalar dahi, diğer tüm yaratılmışlarla birlikte paylaşmanın merhameti yoktu sizde. Çünkü sahip olduğunuz inancın yalnızca bir lütuf ile size bahşedilmiş olduğunu unutmuş, o inancın çoktan sahibi olmuştunuz. Daha kendi nefsinizle savaşınızı bitirmeden dünyadaki diğer bütün insanların nefislerinin peşine düşmüştünüz. Her tarafı İslam yapacaktınız. Daha yanı başınızdakilere inandıramadığınız Müslümanlığınızı, kalpleri fethetmek yolu ile değil, toprak fethederek, emperyalist bir ruhla dünyanın öbür ucuna duyurmak istiyordunuz. Üstelik başınızda, cemali yüzünden fışkıran ve bütün insanlığa gönlünde yer açan bir imamınız, sözlerini Allah kelamı diye bellediğiniz bir insan-ı kâmil bile yokken yürüyordunuz. Mürşidinin eteğinden ayrılmayanlar sözlerime alınmasınlar. Onların Allah’tan başka dertlerinin olmadığını biliyorum, yâri Allah olan gariplere selam olsun. Yazdıklarımdan gocunanlar, kelimelerimi hiç vakit kaybetmeden üzerlerine alınarak yaralarını açık edeceklerdir zaten.

Daha evvel de bin kez şahidi olduğunuz üzere; bu topraklarda diri diri insanları yaktılar, karanlık köşelerde çocukları öldürüp meçhul topraklara gömdüler, kadınların ırzına geçildi, yaşlılar katledildi, bebelerin doğar doğmaz mezarları kazıldı. Bunları yapanların bazıları öfkeyle tekbir getiriyordu, bazıları çağdaşlık putundan Kemalist naralar atıyordu, bazıları etniklik tuzağından milliyetçi sloganlarla yürüyordu, bazıları ise şeytana işte hangi taraflarıyla kanmışlarsa, o taraflarıyla ilerliyorlardı bu pisliğe doğru. Bunu biliyor olmanıza rağmen, uzunca bir süredir uyuyan düşmanlığı uyandırmak istercesine konuşuyor yahut susuyorsunuz. Konuşana sözümüzü bin defa söyledik, bin defa da duymadı. Ama susanlar var ya o susanlar, sizinle hesabımız henüz başladı. Her şey olağan seyrinde iken, düzen birden değişti. Bu vakte kadar vaadinde olduğunuz şahsiyetiniz ortada görünmeyince, ihanetiniz ortaya çıktı apansız. Yani can dostum Sadık Battal’ın kitabının ismiyle söylersek: “Asıl film şimdi başlıyor!”

Yediğim gaz sonrası ölümden döndüğümü belki mübalağalı buldunuz. Belki hala gözlerimin bir hakikate kapalı olduğunu düşünüyor, uyanacağımı düşündüğünüz bir kapıda beni bekliyorsunuz. Boşuna beklemeyin! İşlerin göründüğü gibi olmadığını ve perde arkasında iç/dış mihrakların olduğunu; artık çürüyen bir klişenin leş gibi koktuğu yerden bana hatırlatmak için tetikte ve oradasınız. Yanlışa düştüğüm anın hayretini karşılamak için bir bardak çay tesellisiyle hala o masada beni bekliyorsanız eğer; çayınızı bitirin, hesabınızı ödeyin ve benimle karşılaşamayacağınız bir yere doğru atın adımlarınızı. Çünkü sizinle ilk karşılaştığımda yüzümü çevirip yoluma devam edecek kadar merhametten düşmemişsem, gelip yüzünüze bütün çıplaklığıyla hakikati haykıracağım. İnsan olduğunuzdan utanana kadar yapacağım bunu. Çocukların onulmaz bir travmayla gaza boğulduğu, yaşlıların gözyaşlarıyla beddua ettiği, kadınların kutsallık tanınmadan saçlarından sürüklendiği sokakları; gözbebeklerinizin dip derininden, kendi vicdansızlığınızla boğduğunuz ruhlarınıza sarkıtacağım. Biliyorum ki, hemen savunmaya geçeceksiniz. Çocuklar için eylemci ebeveynlerini, kadınlar için oyuna gelmiş iffetlerini, yaşlılar içinse oradaki herkesi suçlayacaksınız. Ama kelimelerin ne önemi var, öyle değil mi? Ben o bakışın sizin susuz vicdan kuyularınızı, tıpkı bizi boğmaya çalışanlar gibi, hunharca gazlamasını istiyorum. Sırf uyanın diye istiyorum bunu, öldürmek niyetinde olsam ruhlarınızın tamamen çekildiği o sararmış suratlarınıza bakmazdım bile. Sebeplerin ve sonuçların canı cehenneme! Gözlerime, zekânızdan ve o mağrur aklınızdan gayrı hangi hakikatli bakışla bakacağınızı merak ediyorum! Kelimeleriniz, çıkmış oldukları boğazlarınızda tıkanıp kalsın ki, insanı yok sayıp bütünüyle bir siyasi arenaya çevirdiğiniz ve içine horoz dövüştürür gibi komplo teorileri saldığınız bu namert meydanı bir saniye olsun kalplerinizle görün!

Şiirlerimi tekrar okumayacağınızı, kitaplarımı iade edeceğinizi, mısralarımı unutacağınızı söyledikçe siz; Turgut Uyar’ın o meşhur gecesinden bir geyik inip tokat gibi suratınıza çarpar mı bilmem: “durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa / başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı”. Oradaki çakalları, kurtları ve masumiyetten yemlenmek isteyen rantçıları görmüyor olduğumuzu zannederek, aslen kendi zekânızı aşağılıyorsunuz. Sert mizacınız, çirkin üslubunuz, alaycı tavırlarınız ve intikamcı soğukluğunuz topladı dünyanın kaostan medet uman bütün ajanlarını o meydana. Öyle bir merhamet koyacaktınız ki, oradaki nifakı polislerinize ihtiyaç duymaksızın halk kendisi boğacaktı. Öyle bir sevgiye duracaktınız ki, o parkın çekirdeğindeki fonksiyonel masumiyet, sizin safınızda, bütün dünyaya barışı kardeşçe bir mizahla öğretecekti. Yirmi gündür kaçırdığınız trenler, bütün rayları kapladı şimdi. Hareket alanınız daralıyor, siz hala bu işi kabadayılıkla çözebileceğinizi zannediyorsunuz. Oysa siz şiddetlendikçe, karşınızdakinin ümidini sulamaktan başka bir şey yapmıyorsunuz. Her bir köşede kutup kurtları kendi dağlarında kendi aylarına uluyorlar. Emperyalist güçler spotlarını ülkemize çevirdi. Onlar parka destek verirken, bu yaptıklarında kirli bir çıkar olduğunu anlamayacak kadar saf değiliz. Küresel sermayenin insanlık için savaştığı nerede görülmüş!? Ancak siz geri adım atarsanız bu pisliği ayıklayabiliriz. Ve bunu bir lütuf gibi değil, samimiyetle yapmanız gerekli, hala geç değil!

Kutuplaştınız, varlığınızı diğer bütün her şeyden daha çok önemsiyorsunuz çünkü. Oysa çıktığınız yol, sizi bir hiç olmaya davet ediyordu. Yarın öleceğinizi bile bile, mazlumun gözünüzün önünde çırpındığını göre göre, küstah kahkahalar atarak sırçayı elinizden düşürdünüz. Biz o sırçayı, hayalini kurduğunuz sarayların ve İslam birliği diyerek kendinize yutturduğunuz zokanın şiddetli darbelerine rağmen hala elimizde tutuyoruz. Diyoruz ki; madem İslam olacaksınız, madem birliktir niyetiniz ve bu işte samimiyseniz, işe kendi topraklarınızdan başlayın. Önce kendi evinizin önünü süpürün, peygamberimizin adaletini ve merhametini önce biz seyredelim sizden. Ama bunu nispi demokratlık numaralarıyla, önceye referans kurarak, ehven-i şer ile yapmayı bırakın artık. “Bizden önce kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı!” demediğiniz kaldı bir. Size ne eski şerden! Peygamberin merhametiyle önceki muktedirlerin merhameti arasında bir yer tutturmak, sizi aklamaz. Güzeller güzelinden, güzelden gayrı bir şey mi gördünüz sanki?! Ama sizde, güzelden gayrı çok şey var, ki insanlar rahatsızlar. Buna inanın, dönüp af dileyin incittiklerinizden. Siyasi kariyerinizin mahvolmasına sebep olsa bile bu, af dileyin. Size çok ütopik geliyorsa bütün bu söylediklerim, İslam’ı da aynı ütopyanın içerisine hapsetmiş olabilirsiniz, dikkat edin! Varın tekrar mazlum olun, inanın böylesi kulluğunuz adına daha garanti! Ve hatırlayın mazlumlar daha yakışıklıdır muktedirlerden!

Alper Gencer'in 12 Haziran 2013 tarihli Gezi Olayları'ndaki rolüne ilişkin yazısı .

30 Ekim 2014 Perşembe

Beyoğlu Berduşu




Ahmet Uluçay, 1954'te Kütahya'da doğdu ve sinemayla 1960'da ilkokul sıralarındayken köye gelen bir seyyar sinemacı sayesinde tanıştı. Daha 12 yaşındayken arkadaşı İsmail Mutlu ile sinema makinesi yapmak için yola koyuldu.

Uluçay, tam üç yıl uğraştı ve "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" filminde de anlatıldığı gibi bir ahırda köylü halkına film göstermeye başladı.

Köyde tavukçulukla uğraşan arkadaşı Mutlu ve maden işçisi arkadaşı Şerif Akarsu ile "Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu"nu oluşturan Uluçay, ilk filmi "Optik Düşler"i (1992) arkadaşlarıyla Almanya'da yaşayan bir gurbetçiden aldıkları VHS kamerayla çekti.

Uluçay, ilk kez 1994'te 6. Ankara Uluslararası Film Festivali'ne katılarak "Optik Düşler" ve "Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak" isimli filmleriyle tanındı.

Sinemaya yaşamını adayan Uluçay, yıllarca geçim derdiyle uğraştı, kamyon şoförlüğü, inşaat işçiliği ve tavukçuluk gibi pek çok işte çalıştı.

Çocukluğundan esinlendiği ilk uzun metrajlı filmi "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak"ı çekerken geçimini sağlamak için yem fabrikasında hamallık da yapan Uluçay, bu filmiyle Türkiye'de ve yurtdışında 40'a yakın ödül aldı.

İki çocuk babası olan Uluçay, "Bozkırda Deniz Kabuğu" filminin çekimlerine 2007 yılında başlamış, ancak sağlık sorunları nedeniyle film yarım kalmıştır.







29 Ekim 2014 Çarşamba

Kendimizi bırak, acıları dahi kardeş sayamıyoruz.


Bir cumhuriyetin en büyük vaadi ne olabilir?

Adının tarihi manasında yazılı esasında:

Özgürlük, eşitlik, kardeşlik (dayanışma)!

Ne olabilir?

Egemen zümrelerin bulunmaması, imtiyazların ortadan kaldırılması, ayrımcılıkların, dışlamaların sona ermesi de olabilir mi?

Bunlar olmadan, bırak olmasını, bunların hayalini dahi kurmadan, bırak onu, hayalini kurmayı dahi bastırarak eski cumhuriyet ile yeni demokrasimiz hayırlı olsun!

***

Uzman Çavuş Ramazan Gülle Yüksekova’da “çarşıda alışveriş yaparken” maskelilerce öldürülen üç askerden biri.

Yere düştüğünde millet ayağa kalktı.

Cenazeden sonra herkes yerine oturdu.

Zaten öncesini, canlı iken hangi şartlarda yaşadıklarını da kimse umursamamıştı ki!


300 kilometre yola tayin edildi cenazesi.

Bir helikopter kaldıramadı devlet; karayolundan yollandı son yolculuğuna.

Evlatlarına, babalarına ebediyen hasret kalmış insanları bekletip “sabırlar” dilemek böyle bir şey olmalı!

Aynı Yüksekova’da, aynı yerde, iki uzman çavuş, Yahya Karakaya ile Murat Özkanoğlu sabah sivillerle evlerinden çıktıktan sonra sırtlarından vurulup öldürüleli de üç yıl oldu


Yahya Karakaya 1.5 aylık evliydi; Murat Özkanoğlu’nun eşi Nezihe 5 aylık hamileydi. İki yaşında olmuştur bebek.

Kimin aklında?

***

Burası Türkiye ya.

Burada her acının “düşman sayılan” bir de kardeşi var.

Ama ne hayata, ne ölüme öyle bakıyoruz.

Kendimizi bırak, acıları dahi kardeş sayamıyoruz.

Yüzü maskeli olanlar ile maskeleri yüzsüz olanlar da öyle bakmıyor zaten.

Cumhuriyet biraz öyle bakmış olsaydı; demokrasi de böyle sakar ve hiddet-şiddet dolu olmazdı!

Demokrasi öyle bakmış olsaydı; cumhuriyet de biraz özgürlük, eşitlik, kardeşlik kokardı.
***

Aynı Yüksekova’da; günler, saatler nasıl vurulup düşüyorsa artık, zaman da bir ötekini öldürüyor ya; üç askerin kalleşçe öldürüldüğü cumartesi, yanılmıyorsam Abdülhaluk Geylani’nin anması, yine faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması talebi vardı.


Kasım 2005’te, bugün askerlerin vurulduğu yerin civarında öldürülmüştü.

Babası o günü ve evladını kısaca şöyle anlattı:

“21 yaşında, inşaat işçisiydi. Öldürüldüğü gün çarşıya hortum almaya çıkmıştı.”

Bir hafta önce de, 2009’da öldürülmüş Dırbaz Kaya anılmıştı. Onu da ablası anlatmıştı:
“Adana’dan düğüne gelmişti. Çarşıya gitti. Haber alamadık. Üç gün sonra arabası yakılmış bulundu. 10 gün sonra dere kenarında ayakkabıları. Sonra da taşlarla dereye atılmış cesedi. İki çocuk babasıydı”

***

Memleketimiz bu.

Aynı çarşıda arkadan vurulan iki çocuk babası Konyalı asker; aynı çarşıdan kaçırılıp öldürülmüş iki çocuk babası Yüksekovalı.

Annesine bir cep telefonu alabildi diye sevinen, sıvasız hanelerden 21 yaşında bir başka asker; onun yaşıtı inşaat işçisi bir genç.

Çarşıda elektrik malzemesi alırken öldürülmüş askerler, aynı çarşıda hortum alırken öldürülmüş işçi, kaçırılmış genç bir baba.

Dünkü yazıdaki cümleyle, “Cennet olabilecekken, kayıp mezralardan genç mezarlara, devasa bir kabristan haline gelmiş ülke.”

Birbirine düşmanlıkla donatılmış, oysa birbirine benzer acılardan örülü sıvasız haneler!

***

Bu arada…

Kimimiz için, “şehit”in helikopter yerine 300 kilometre yolla son yolculuğa yollanması mesele değildir.

Öyle ya, bir emir silsilesi sonunda can vermiş bir başka uzman çavuşun babası, oğlunun tabutuna sarılmak için beklerken, yürek yakan tesellisini şöyle ifade etmişti:

“Çok şükür, uçakla sağ salim getiriyorlar cenazesini”!


Evladının “sağ salim” cenazesine bile sevinilen bir ülke burası.

Kimi haneye kalabilen mutluluk bu!

Küçük bir sevinç peşindeki çocuk Emrah’ın, diğer arkadaşlarının girebildiği deniz kenarındaki askeri tesise babası uzman çavuş diye alınmayınca, tel örgüden girmek isterken cereyana kapılıp ölüme itilmesi de nedir ki?

Üç yıl önce Yüksekova’da, “kiralık oturdukları” evin önünde sivil kıyafetle öldürülen iki uzman çavuş neden bir lojmanda değildi, kime ne ki? En büyük kitleye en küçük, çok küçük lojman kontenjanı ayıran imtiyazsız, sınıfsız cumhuriyetiz!


Onlardan 5 yıl önce yine lojman yok denip mecburen tuttuğu evde Astsubay Levent Çevik öldürülünce, dönemin TOKİ müdürü Erdoğan Bayraktar, “Başbakan talimat verdi. Süratle lojmanlar bitireceğiz” demişti.

Sonra süratle bakan bile oldu.


Son sürat tape, fezleke bile oldu.

“Ne yaptıysam emriyle yaptım” diye liderine imada bulunur bile oldu; susturucu takılmadan önce.

TOKİ’ler, takılar, araziler, rantlar, havuzlar dolup taştı sonradan.

Kimine son sürat sonsuz yolsuzluk, kimine sağ şeritten son yolculuk düşüyordu ya “adil gelir dağılımı”nda!

İşte böyle.

Öyle işte!

***

Öyle ama tastamam öyle.

Bu yazıyı yazmışsın, içinden geldiği gibi.

Derken yerin altından bir kara haber daha:

Karaman’da madende su baskını: 18 işçi mahsur!

Bakanlar oraya koşmuşmuş.

Oysa bir gün önce, hem de Somalı protestocu madencileri hırpalıyordu iktidarın polisi!

O yüzden, bu hikâyeler insanlar ölünce başlamıyor…

Onların hep yerin dibine sokulduğu öncesi var.

O yüzden cumhuriyet nakıs, demokrasi güdük.

O yüzden özgürlük, eşitlik, kardeşlik hayali dahi güçlülerin ayağının altında.

O yüzden en büyük kadersizlik, birbiri gibi olanların, sınıfını, safını şaşırıp bir ötekini düşman sayması!

" Kader II "


Karaman’ın Ermenek ilçesinde 18 maden işçisinin mahsur kaldığı maden ocağının planı ortaya çıktı. Plana göre ocağın hemen yanında bulunan ve su baskınına neden olan terk edilmiş madene rağmen bu bölgede üretim yapılmaya devam edildi.



CNN TÜRK’te Ahmet Hakan’ın sunduğu Tarafsız Bölge, facianın yaşandığı maden ocağının planını yayınladı. Plana göre madenin hemen giriş ve çıkışının olduğu noktada terk edilmiş eski bir maden yer alıyor.

İçi yeraltı sularıyla dolan bu madenin dikkate alınmayarak yapılan kazılar nedeniyle su baskını yaşandı.
Su, işçilerin 56 metre üzerinde

Ocakta mahsur kalan işçilerin olay esnasında -133 metre dolaylarında bulunduğunun tahmin edildiği, ancak şu anda içeri dolan yaklaşık 10 bin tonluk suyun bu noktadan 56 metre daha yüksekte olduğu ifade edildi.

Olayın yaşandığı andan itibaren tahliye edilemeyen suyun yandaki madenden akmaya devam eden suydan kaynaklandığı ve bu nedenle hâlâ işçilere ulaşabilme fırsatı bulunamadığı ifade edildi.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Yedi Kadın




Maysoon Zayid, ABD’de yaşayan Filistinli bir komedyen.

Eman Muhammed, Gazze’nin tek kadın fotomuhabiri.

Manal al-Sharif, Suudi Arabistan’da araba kullanmaya “cüret eden” ilk kadın.

Janine di Giovanni, yakın tarihimizin tüm savaşlarına şahitlik etmiş bir gazeteci.

Leanor Longden, şizofreni tanısı koyulduktan sonra okuduğu psikoloji bölümünü dereceyle bitiren, “sesler duymayı” bir şizofreni semptomu değil, yaratıcı bir hayatta kalma stratejisi olarak tanımlayan, yepyeni bir bakış açısı sunan bir araştırmacı psikolog.

Alice Dreger, anatomi ve bioetik üzerine çalışan, anatominin kader olmadığını savunan bir öğretim görevlisi ve hasta hakları savunucusu.

Courtney E. Martin, feminist bir blogger. Yeni jenerasyon feminist aktivistlerin çalışmalarını takip ediyor, “Benim feminizmimle anneminki farklı” diyor.

Hepsi birbirinden farklı alanlardan, hatta farklı coğrafyalardan yedi kadın, TED dinleyicilerine hikayelerini anlatıyor. Hepsi birbirinden enteresan ve etkileyici konuşmalar.

1984’te kar amacı gütmeden teknoloji, eğlence ve tasarımı birleştiren bir konferans olarak başlayan TED, artık farklı disiplinlerden ve kültürlerden binlerce kişiyi biraraya getiren küresel bir topluluğa dönüştü.

TED, TEDx ve TEDwomen etkinliklerinden seçtiğimiz yedi konuşmayı, Türkçe altyazılarıyla yayınlıyoruz.

Maysoon Zayid: Filistinliyim, Müslümanım, kadınım, engelliyim

























































































































Maysoon Zayid, ABD’de yaşayan Filistinli bir komedyen.

Eman Muhammed, Gazze’nin tek kadın fotomuhabiri.

Manal al-Sharif, Suudi Arabistan’da araba kullanmaya “cüret eden” ilk kadın.

Janine di Giovanni, yakın tarihimizin tüm savaşlarına şahitlik etmiş bir gazeteci.

Leanor Longden, şizofreni tanısı koyulduktan sonra okuduğu psikoloji bölümünü dereceyle bitiren, “sesler duymayı” bir şizofreni semptomu değil, yaratıcı bir hayatta kalma stratejisi olarak tanımlayan, yepyeni bir bakış açısı sunan bir araştırmacı psikolog.

Alice Dreger, anatomi ve bioetik üzerine çalışan, anatominin kader olmadığını savunan bir öğretim görevlisi ve hasta hakları savunucusu.

Courtney E. Martin, feminist bir blogger. Yeni jenerasyon feminist aktivistlerin çalışmalarını takip ediyor, “Benim feminizmimle anneminki farklı” diyor.

Hepsi birbirinden farklı alanlardan, hatta farklı coğrafyalardan yedi kadın, TED dinleyicilerine hikayelerini anlatıyor. Hepsi birbirinden enteresan ve etkileyici konuşmalar.

1984’te kar amacı gütmeden teknoloji, eğlence ve tasarımı birleştiren bir konferans olarak başlayan TED, artık farklı disiplinlerden ve kültürlerden binlerce kişiyi biraraya getiren küresel bir topluluğa dönüştü.

TED, TEDx ve TEDwomen etkinliklerinden seçtiğimiz yedi konuşmayı, Türkçe altyazılarıyla yayınlıyoruz.
Maysoon Zayid: Filistinliyim, Müslümanım, kadınım, engelliyim








































Şifa veren Fikir






Biliyor musunuz ?

Balat'ta toplanıp masal anlatan bir grup kurmuş Beyza Akyüz arkadaşımız . Bir iki hafta önce 13.toplantısını gerçekleştirdi ve Naftalin K isimli antika dükkanında her misafir kendi masalını anlatmakta . Grubun facebook adı Şifahen Masallar bir göz atın derim . .

Güzelliğimin son işareti saçlarım . .





Sevgili Sholeh,

Öğrendim ki bugün kısasla tanışma sırası benimmiş. Yaşam kitabımın son sayfasına geldiğimi senden öğrenemediğim için kırgınım. Bilmem gerektiğini düşünmüyor muydun? Üzgün olduğun için ne kadar mahcup olduğumu biliyorsun. Neden senin ve babamın elini öpme şansını bana vermedin?

Dünya bana yaşamak için 19 yıl verdi. O uğursuz gecede ölmeliydim. Bedenim şehrin bir köşesine atılmalı ve birkaç gün sonra polis beni teşhis etmen için seni tecavüze uğradığımı da orada öğreneceğin adli tıp doktorunun ofisine götürmeliydi. Biz onların gücü ve servetine sahip olmadığımız için, katilim asla bulunamayacaktı. Hayatına utanç ve ızdırapla devam edecek, birkaç yıl sonra da bu ızdırap seni öldürecekti.

Her nasılsa bu lanetlenmiş hikaye değişti. Bedenim bir köşeye atılmadı, ama Evin Hapishanesi ve onun tek kişilik hücresine gömüldü, şimdi de mezarlığa benzeyen Şehr-e Ray hapishanesine. Ama kaderim buymuş, şikayet etme. Sen benden iyi bilirsin ki ölüm yaşamın sonu değildir.

Sen bizlere okula giderken bir kavga ya da şikayet karşısında bir hanımefendi gibi olmamızı öğretmiştin. Nasıl davranmamız gerektiğinin altını ne kadar çok çizdiğini hatırlıyor musun? Senin deneyimlerin yanlıştı. O kaza başıma geldiğinde, öğrendiklerimin bana yardımı olmadı. Mahkemede beni soğukkanlı ve zalim bir suçlu gibi anlattılar. Hiç gözyaşı dökmedim. Hiç yalvarmadım. Kanunlara güvendiğim için ağlamadım.

Ama kayıtsız olmakla suçlandım. İşte, sivrisinek bile öldüremez, hamam böceklerini antenlerinden yakalayıp dışarı atardım. Taammüden cinayetle suçlanıyorum. Hayvanlara yaptığım muamele bir erkeğe eğilim olarak yorumlandı ve hakim kazanın yaşandığı sırada tırnaklarımın uzun ve ojeli olduğu gerçeğine bile bakma zahmetine katlanmadı.

Kendisinden adalet beklenen bir hakim için ne kadar da iyimser! Ellerimin sporcu kadınlar gibi, özellikle de boksörler gibi, iri olmadığını sorgulamadı. Ve içime sevgisini ektiğin bu ülke beni hiçbir zaman istemedi, beni sorgulayanların hakaretleri yüzünden ağlarken, en adi sözlerini dinlerken hiç kimse bana destek olmadı. Güzelliğimin son işareti saçlarımı kazıdığımda 11 gün hücre cezasıyla ödüllendirildim.

Sevgili Sholeh,

Duydukların yüzünden ağlama. Karakoldaki ilk günümde, yaşlı bekar bir görevli canımı yakmak için tırnaklarımı kullandığında, güzelliğin burada aranan bir şey olmadığını anlamıştım. Güzel görünmek, güzel düşünce ve dilekler, güzel el yazısı, güzel gözler ve görüş, hatta hoş bir sesin güzelliği…

Anneciğim, düşüncelerim değişti ve bunun sorumlusu sen değilsin. Sözlerimin sonu gelmeyecek; onları, senin yokluğunda ve senden habersiz beni infaz ederken sana ulaştırması için birine veriyorum. Sana miras olarak pek çok el yazımı bırakıyorum.

Yine de ölmeden önce senden bir şey istiyorum. Aslında bu dünyadan ve bu ülkeden bir tek isteğim var. Biliyorum bunun için zaman lazım. Ama lütfen ağlama ve dinle…

Senden mahkemeye gidip bu arzumu anlatmanı istiyorum, hapisteyken böyle bir mektup yazamazdım. Bir kez daha benim yüzümden acı çekeceksin. Eğer yalvarman gerekirse, bunun için sana kızmam. Gerçi sana yapmamanı söylememe rağmen infaz edilmemen için onlarca kez yalvarmıştın.

İyi kalpli annem, sevgili Sholeh, canımdan daha çok sevdiğim, toprağın altında çürümek istemiyorum. Gözlerimin, genç kalbimin toza dönüşmesini istemiyorum. Ben asılır asılmaz bunu ayarlamanı; kalbimin, böbreğimin, gözlerimin, kemiklerimin, vücudumdan ne nakledilebilirse onları ihtiyacı olanlara hediye etmeni istiyorum. Organlarımı alanların ismimi bilmesini, bana bir buket çiçek almalarını hatta benim için dua etmelerini bile istemiyorum.

Şunu çok içten söylüyorum, gelip yas tutarak acı çekeceğin bir mezar istemiyorum. Benim için siyahlar giymeni istemiyorum. Zor günlerimi unutmak için elinden geleni yap. Rüzgar beni alıp götürsün.

Dünya bizi sevmedi. Kaderimi istemiyorum. Ve şimdi ölümü kucaklayarak buna bir son veriyorum. Çünkü Allah’ın mahkemesinden, beni sorgulayanlardan ben davacı olacağım. Hakimden; beni taciz etmekten geri durmayan Yüksek Mahkeme’nin hakimlerinden davacı olacağım.

Yaratıcının mahkemesinde Dr. Farvandi ve Kasım Şabani’den davacı olacağım; tüm o bilgisizlerden, yalanlarıyla bana haksızlık eden, benim haklarımı çiğneyen ve gerçeğin bazen görünenden farklı olduğuna dikkat etmeyenlerden davacı olacağım.

Sevgili iyi kalpli Sholeh, diğer bir değişle sen ve ben suçlayanlar, diğerleri ise sanık. Bekleyip Allah’ın ne istediğini görelim. Ölene dek seni kucaklamak isterdim. Seni seviyorum.

Reyhaneh

Bu Topraklar Benim






Who’s Killing Who? A Viewer’s Guide
Because you can’t tell the players without a pogrom!



Early Man
This generic “cave man” represents the first human settlers in Israel/Canaan/the Levant. Whoever they were.






Canaanite
What did ancient Canaanites look like? I don’t know, so this is based on ancient Sumerian art.






Egyptian
Canaan was located between two huge empires. Egypt controlled it sometimes, and…






Assyrian
….Assyria controlled it other times.






Israelite
The “Children of Israel” conquered the shit out of the region, according to bloody and violent Old Testament accounts.






Babylonian
Then the Baylonians destroyed their temple and took the Hebrews into exile.








Macedonian/Greek
Here comes Alexander the Great, conquering everything!






Greek/Macedonian
No sooner did Alexander conquer everything, than his generals divided it up and fought with each other.






Ptolemaic
Greek descendants of Ptolemy, another of Alexander’s competing generals, ruled Egypt dressed like Egyptian god-kings. (The famous Cleopatra of western mythology and Hollywood was a Ptolemy.)






Seleucid
More Greek-Macedonian legacies of Alexander.




Hebrew Priest
This guy didn’t fight, he just ran the Second Temple re-established by Hebrews in Jerusalem after the Babylonian Exile.






Maccabee
Led by Judah “The Hammer” Maccabee, who fought the Seleucids, saved the Temple, and invented Channukah. Until…






Roman
….the Romans destroyed the Second Temple and absorbed the region into the Roman Empire…






Byzantine
….which split into Eastern and Western Empires. The eastern part was called the Byzantine Empire. I don’t know if “Romans” ever fought “Byzantines” (Eastern Romans) but this is a cartoon.








Arab Caliph
Speaking of cartoon, what did an Arab Caliph look like? This was my best guess.






Crusader
After Crusaders went a-killin’ in the name of Jesus Christ, they established Crusader states, most notably the Kingdom of Jerusalem.






Mamluk of Egypt
Wikipedia sez, “Over time, mamluks became a powerful military caste in various Muslim societies…In places such as Egypt from the Ayyubid dynasty to the time of Muhammad Ali of Egypt, mamluks were considered to be “true lords”, with social status above freeborn Muslims.[7]” And apparently they controlled Palestine for a while.






Ottoman Turk
Did I mention this is a cartoon? Probably no one went to battle looking like this. But big turbans, rich clothing and jewelry seemed to be in vogue among Ottoman Turkish elites, according to paintings I found on the Internet.






Arab 
A gross generalization of a generic 19-century “Arab”.




British
The British formed alliances with Arabs, then occupied Palestine. This cartoon is an oversimplification, and uses this British caricature as a stand-in for Europeans in general.






Palestinian
The British occupied this guy’s land, only to leave it to a vast influx of….




European Jew/Zionist
Desperate and traumatized survivors of European pogroms and death camps, Jewish Zionist settlers were ready to fight to the death for a place to call home, but…






PLO/Hamas/Hezbollah
….so were the people that lived there. Various militarized resistance movements arose in response to Israel: The Palestinian Liberation Organization, Hamas, and Hezbollah.









State of Israel
Backed by “the West,” especially the US, they got lots of weapons and the only sanctioned nukes in the region.



Guerrilla/Freedom Fighter/Terrorist
Sometimes people fight in military uniforms, sometimes they don’t. Creeping up alongside are illicit nukes possibly from Iran or elsewhere in the region. Who’s Next?





and finally…

The Angel of Death
The real hero of the Old Testament, and right now too.


Note: If you want to support this project, please notice I have Paypal and Flattr buttons. TAX-DEDUCTIBLE donations accepted via the nonprofitQuestionCopyright.org.


Sırrı , Nuray ve Çözüm Süreci


I.

 Barış Süreci İktidar ve İlahi Sırrı !

Yazayım diyorum gönlüm razı olmuyor, yazmayayım diyorum yine gönlüm razı olmuyor. Özellikle son birkaç hafta içinde, kendimi de dahil edeyim, büyük bir ikiyüzlülük içinde yaşıyoruz duygusu ağır bastı. Ucundan da olsa yazayım dedim.

Hatırlarsanız, yola demokratikleşme ve Kürt barışının birbiriyle ayrılmaz bir bütün olduğu varsayımı üzerine çıkmıştık. Çözüm sürecinin ta başında, bazı çevrelerin dillendirdiği‘Acaba Kürtler başkanlık sistemi pazarlığına mı girdi’kuşkularına karşı çıktık.

Sonra Gezi geldi. Ben Kürtlerin Gezi’de sokağa dökülmemesinin ‘haklı’nedenleri olduğunu savundum, halen öyle düşünüyorum.

Sonra 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları patladı. İşin bir ucunda iktidar bloku içinde kavganın tavan yapması vardı kuşkusuz. Ama ne olursa olsun bu vesileyle ifşa olanlar göz ardı edilecek şeyler değildi.

Kürt siyasetinin ilk teşhisine göre ‘hükümete karşı bir darbe girişimi’ söz konusuydu. Ben Kürt siyasetinin bu yaklaşımına katılmayanlardandım. Ama, ‘Yeter ki barış sürecine halel gelmesin’ kaygısı ağır bastı.

Bu esnada, iktidar eski müttefiki Cemaat’i tasfiye işine girişti ve bu tasfiye demokrasi ve hukuk kurallarının fazlasıyla dışına taştı. Yetmedi; MİT yasası, YÖK yasası gibi otoriter siyasete savruluş tüm hızıyla devam etti.
Demokrasiden uzak bir sistemde barış süreci imkansız

Sonuçta, benim kanaatim artık ‘barış süreci’ ile demokratikleşmenin yollarının birbirinden ayrıldığıydı. Doğrusu, ben, demokrasiden uzaklaşmış bir sistem içinde Kürtlerle barış sürecinin başarılı olmasının imkansız olduğunu düşünenlerdenim. Ancak, nihayetinde barış sürecinin tarafları yola devam ettiği sürece bize laf düşmez diye düşündüm, doğrusu hala böyle düşünüyorum.

Ama artık hiç olmazsa birbirimize yalan söylemeyi bırakalım, daha açık konuşalım. Kürt siyasetinin bazı aktörleri gittikçe otoriterleşen siyaseti olabildiğince es geçerek ‘süreç’in ilerlediğini ifade ediyor. O halde, süreç bir şekilde devam ediyorsa, özellikle son güvenlikçi yasalarla iyice olgunlaşan otoriter bir iktidar/devlet ile yapılan pazarlıklar/görüşmeler çerçevesinde yürüyor. Buradan varılacak yol demokrasi ve toplumsal barış olabilir mi?

Doğrusu, Kürt siyaseti içinde bu konuda bariz farklılıklar var gibi gözüküyor, ama kendileri farklılaşmadan söz etmediği sürece aralarına‘fesat’ sokmak da olmaz, bu konuyu geçelim.
Darbe tehlikesi mi?

İşte tam bu noktada, yani işler iyice çetrefilleşince, yeniden dolaşıma sokulan ‘darbe tehlikesi’giderek daha fazla seslendirilmeye başladı.

Zaten bugünlere böyle geldik; artık darbe tehlikesi tamamen ortadan kalktıktan sonra bile, her otoriter adımın önünden veya ardından, ‘darbeyi gösterip, AKP’ye razı etmek’ diye özetleyebileceğimiz bir çerçevede, ‘darbe tehididi’dolaşımda oldu.
Sırrı Süreyya Önder’in devleti

En son, HDP milletvekili ve İmralı heyetinin değişmez üyesi Sırrı Süreyya Önder, Cüneyt Özdemir’in 5N1K programında, olan biteni biz faniler için benzer biçimde özetledi. Önder’e göre,‘Devlet tamamen ikiye ayrılmış vaziyette; bir yanda süreçten yana olanlar bir yanda buna karşı darbe yapmak isteyenler var.’

Devlet denilince tam olarak neyin kastedildiğini açık bıraktı ama, en çok ‘asker gölgesi’ne işaret ediyor. Sanki, Cumhurbaşkanı Erdoğan (zamanında başbakan olarak) Roboski katliamından sonra ‘asker’i kutlamamış. Sanki asker-sivil iktidar arasında mükemmel bir eşgüdüm devam etmiyor. Sanki, ‘PKK IŞİD gibi terör örgütüdür’ diyen, çözüm sürecinin baş aktörleri cumhurbaşkanı ve başbakan değil.
Sırrı arkadaş bizimle dalga mı geçiyor? Komiklik başka komik olmak başka

Özdemir, Önder’e ‘AKP içinde görüş farklılığı var mı’ diye soruyor, o da önce ‘Var’ diyor, ama tabii isim veremiyor. Zaten vermesine gerek yok…

Önce şu sorulara bir cevap bulmak lazım: ‘Sürecin mimarları’ eğer ‘darbe tehdidiyle karşı karşıya’ ise PKK, PYD ve HDP üzerine söylediklerini neye yoracağız? ‘Sürecin mimarları’ böyle derse‘darbeciler’ fazladan ne yapacak? Son güvenlikçi yasalar bu kabineden geçmedi de gizli darbeciler tarafından mı devreye sokuldu? Sahi Sırrı arkadaşımız, bizimle dalga mı geçiyor? Komiklik yapmayı sevdiğini biliyoruz, ama komik olmaktan çekinmez mi?
Zekice olmasa da kurnazca bir yöntem

Ama belli ki öyle bir kaygısı yok; dolu dizgin anlatmaya devam ediyor; ona göre ortada bir‘darbe mekaniği’ var, tüm sorunlar bu mekanikten kaynaklanıyor. İktidara, çözüm sürecindeki ciddi sorunlara dair laf etmemek için zekice olmasa da kurnazca bir yöntem doğrusu. Zaten ne çekiyorsak tüm tarafların işi kurnazlıkla geçiştirmeye çalışmasından çekmiyor muyuz?

Ha bir de yabancı istihbarat örgütleri var tabii! Sırrı kardeşimiz, Kobani olaylarını da ‘bölgede cirit atan istihbarat örgütleri’ne yoruyor. Ardından da adeti olduğu üzere bir buzağı hikayesi patlatıyor, yani sonuçta iş buzağı hikayesine dönüyor.
Mesele Sırrı Süreyya Önder meselesi değil, bir ‘anlayış’ veya anlamayış meselesi

Kendisini üzmeyi hiç istemem, sevimli bir insandır ama kimseyi aptal yerine koymaya çalışmaması kaydıyla.

Dahası, mesele Sırrı Süreyya Önder meselesi değil, bir ‘anlayış’ veya anlamayış meselesi. Her zorlu dönemeçte, ‘darbe tehdidi’ bir de üzerine‘yabancı güçler’, ‘karanlık eller’ kafasına müracaat etmek samimi ise ‘eyvah’, değilse yine‘eyvah’!

Ayrıca, Allah rızası için, bu laflara sarılanlar daha açık konuşsun, kimdir bu karanlık güçler? Hala bu ülkede karanlık odaklar ortalığı birbirine katabiliyorsa, hala darbeci güçler ciddi bir tehditse son 10 yılda hiçbir şey başarılamamış demek, öyle mi? Kimdir istihbarat örgütlerine talimat veren ülkeler?

ABD ve AB ise onlarla müttefik miyiz düşman mı, bir karar versek. Peki İran mı? Yoksa tüm bunlar, her otoriter rejimin her zaman müracaat ettiği klişeler değil mi? Peki, böylesi bir siyasetin değirmenine su taşımak nesi?
Tıkanma riski, daralan vade ve beklenen pazarlık

Son olarak, ben bu ülkede yaşayan, demokratikleşme mücadelesi vermeye çalışan ve de Kürtlerin özgürlükleri ötesinde otonomisinin‘çözüm’ olduğunu düşünen bir vatandaş olarak, barış sürecinden kimin ne anladığını, ne noktada olduğumuzu, müzakere edilenlerin ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Buna hepimizin hakkı olduğunu düşünüyorum.

Dahası süreç bu çerçeveye taşınmazsa sahici olmaktan ziyade ayak oyunları serisi haline gelir ve de bir noktada tıkanma riski taşır diye düşünüyorum.

Şu da var ki vade daralıyor, erken bir tarihe alınması çok muhtemel genel seçimlerde veya hemen sonrasında hükümet tarafının Kürtlerle pazarlık konusunun ‘başkanlık sistemi’ ve otoriter sistemi pekiştiren anayasal düzenlemeler olacağı aşikar. Bana sorarsanız, Kürt siyasetinin bu pazarlığa ‘He’ deme ihtimali de yok, bu hareketin kendini inkar etmesi olur.
Tehlikeli bir oyun

O halde, neyi konuşuyoruz, kim kimi ne adına oyalıyor? Bu karşılıklı oyalamaların bizi çok riskli bir noktaya getireceği hesaba katılmıyor mu? Kobani olaylarını bu çerçevede anlamak, gelecekte karşılaşabileceğimiz çatışmalardan kaçınmak için daha iyi bir tedbir olmaz mı?

Aslında, son görüşmede Öcalan, çok ciddi bir uyarı yaptı ve sürecin kendisinin‘araçsallaştırılması’yla yürüyemeyeceğini söyledi. Oysa, belli ki, iktidar partisinin süreci dayandırdığı temel bu. Yoksa Öcalan neden habire diğer Kürt aktörlerine karşı biçimde konumlandırılmaya, takdim edilmeye çalışılır? Böylesi çok tehlikeli bir oyun değil mi?

Nuray Mert


II


"Ne İyi Bir Savaş Vardır Ne de Kötü Bir Barış "

Sürece böyle bakmak ve tüm zorlayıcı, bıktırıcı durumlarda bu bakışı unutmamak durumundayız.

Hele hele savaş adı altında kendini tekrarlamak ve toplumsal bedeli çoğaltmaktan başka bir mekanik gelişmemişse bu mottoya dört elle sarılmak zorundayız.

Nuray Mert ve Hasan Cemal başta olmak üzere, sürece dair “demokratikleşmeyi ıskalama” kaygılı eleştiriler, cevabını en saygın şekliyle almayı hak etmektedir; borcumuzdur.

Yer yer küçümseme ve haksızlık sınırında gezinmeleri bizim tahammülsüz ya da kestirmeci bir tutum almamızı gerektirmez.

İsyan

Barış söz konusu olduğunda, sürece baskıcı bir hükümetin herhangi bir yöntemle düşürülmesi olarak bakamayız. Demokrasi, isyan ve direniş güçleri, düşürülecek hükümetin yerine ne koyacaklarını hesap edemezlerse ya da daha kötüsü böyle bir hazırlıkları yoksa, mesela sokaktaki gücünü demokratik bir iktidar alternatifine dönüştürecek bir örgütlü güce ve kadroya sahip değilse olacak olan, egemenler arası iktidar hesaplaşmalarına kurban gitmektir.

Kuşkusuz kastedilen mevcut iktidarı koruyup kollamak değildir. Kendi emeğimize ve direnişimizin semeresine sahip çıkmak için dikkatli davranmak tarihsel sorumluluğumuzdur.
Sırf AKP gitsin diye, onun yerine bize en az onun kadar uzak ve sicili en az onun kadar sorunlu başka bir iktidarın inşasına vesile olacak bir yaklaşımın sorumluluğu tartışmalıdır. Bunu iyi yönetemeyen tüm öncüler halka karşı sorumlu duruma düşerler. Neredeyse bütün Arap Baharı isyanlarının başına gelen budur. Hatta yakın dönem siyasi tarihimizdeki yükselen sol dalgaların bastırılması ve onu takip eden iktidar biçimleri de bu konuda yeterli fikri verecek örneklerle doludur.

Barış

Türkiye ve Dünya ‘da barış denince akla gelen şeyin hâlâ ve ne yazık ki neyin alternatifi olduğu konusunda ciddi bir uzlaşı olmaması, hem dünya üzerinde barış kavramına gerekli hassasiyetin gösterilmemesinin hem de bu kelimenin ulusal ve uluslararası boyutta sürekli olarak reel politika malzemesi yapılarak kullanılmasının sonucu. Buna bağlı olarak da bugün Türkiye’de barış sürecine dair tartışmanın biçimsel ve içeriksel meşruiyetini değil de tarafların kim olduğu üzerinden analizini yapmaya çalışmak tüm dünyada yaşanmış barış süreçlerinin üstünden atlayarak reel politika malzemesi üretme kolaycılığına dönüşüyor. Dahası, bizzat barışın meşruiyetini tartışmaya açarak, Kürt halkı özelinde Türkiye’de bir barış gerçekleşecekse de bunun AKP döneminde gerçekleşmemesi temennisine varan; ancak barışın ve barış sürecinin yarattığı kazanımları bir kenara iten bir algı oluşuyor. Bu algı bazen Kürtler ABD uçaklarından ya da Türkiye’nin açacağı koridordan gelen yardımla yaşayacaklarına ölsünler zihniyetinde vücut buluyor, bazense ‘AKP ile masaya oturmak’ kalıbı etrafında sözüm ona bir etik tartışması açmaya çalışarak kendini gösteriyor. Oysa içinden geçtiğimiz şey adı üstünde bir ‘süreç’. Bu sürecin tarafları var ve taraflarının iradesi etrafında yürüyor.

Kürt özdeyişidir; Mırov xwe bı destê xwe ne xurine xura mırov naşkê. (İnsan kendini kendi eliyle kaşımazsa kaşıntısı geçmez.)

Dünyada barış süreçleri

Dünyadaki birçok barış süreci birbirlerine karşı vur emri vermiş liderlerce görevlendirilen insanların oturduğu masalarda vuku buluyor. Güney Afrika’dan Kolombiya’ya, barış ve müzakere meselesinde tarafların masaya oturdukları anki ruh halleri arasında bir ortaklık varsa eğer, şu cümleyle özetlenebilir: Silahlı mücadele karşılıklı olarak ihtiyaçlara ve taleplere yanıt olmaktan çıkmıştır yahut ulaşılan aşamada yeni bir yöntem gerekli olmuştur. Yani Türkiye’nin Sri Lanka tipi bir modelle Kürtler’i yok etme ve sindirme politikası uygulamaktan vazgeçmesi, Kürtler’in ise silahlı mücadele ile uzun yıllar boyunca elde ettikleri mevzilerin ideolojik olarak güçlenmesi ve sosyolojik kökenlerine bakıldığında tutarlılığını koruması için mücadele ve müzakereyi birlikte sürdürmesi gereklilik haline gelmiştir. Bizim başından beri vurguladığımız ‘hem mücadele, hem müzakere’ terimi tam da bu nedenle dünyadaki bütün gerçek barış süreçlerinde özellikle de devlet şiddetinin hedefi olmuş, talepleri ortaya koyan taraflarla örtüşen bir yöntemdir. Silah bırakmayan ya da kısmen silah bırakan örgütlerle görüşen devletler olduğu gibi, çatışmasızlık ortamını ihlal eden ve hatta avantaj elde etmek için farklı yöntemler deneyen devletlerle de masada olmaya devam eden temsilcilerin varlığı bugün ortaya çıkmamıştır. Tam da bu nedenle barış sürecinin dünya üzerindeki diğer barış süreçleri arasında nasıl bir konumu olduğunu anımsatarak devam etmek gerekir.

Dünyanın her yerinde süregelen barış süreçlerine baktığımızda devletlerarası olmayan barışlar arasında -Türkiye’deki barış süreci her ne kadar çoğunlukla FARC ve Kolombiya ya da İngiltere-IRA örneğine sıkıştırılmaya çalışılsa da – çok daha kapsayıcıdır. Vicenç Fisas’ın (*) vaktiyle yaptığı, aralarında yeniden entegrasyon, siyasal ve ekonomik iktidar paylaşımı, mübadele, çift yönlü güven arttırıcı önlemler ve özerklik bulunan bazı barış tipleri arasında tek bir kategoriyle sınırlandırılması pek de mümkün olmayan bir kategoriler arası statüsü olduğunu kabullenmek gerekiyor. Ancak bu şekilde, herkesin üstüne rahatlıkla konuştuğu; ama kimsenin devam edememesi halinde ödenecek bedelleri çok da düşünmediği barış sürecinin olası ve mevcut kazanımlarının değerinin farkına varabiliriz diye düşünüyorum.

Süreç ve sürece dair usul tartışmaları

Türkiye’deki barış sürecinin temel motivasyonu, özellikle devlet dili üzerinden dile getirildiğinden çoğunlukla çatışmasızlık ve kanın durması olarak aktarıldı. Elbette, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki çatışmasızlık durumu bile Cumhuriyetin tarihsel reflekslerine aşina olan birçoğumuz için sürpriz sayılabilir. Oysa barış süreci dediğimiz şeyin, bir ‘çatışmasızlık sürecine’ içerik ve biçim olarak indirgenmesi, bunun teknik/diplomatik bir tartışma olarak öne sürülmesi ve yönteminin içeriğinden daha çok tartışılır hale gelmesi birçok anlamda mevcut siyasal iktidarın iletişim politikalarının başarısı olarak aktarılabilir. Meclis’ten de çok alışık olduğumuz o ‘usul’ tartışmaları, barış sürecinin usulüne ilişkin tartışmanın sürecin vizyonu ve hedeflerine göre çok daha fazla tartışılmasına neden olurken, hem kategorik olarak özerklikten siyasal ve ekonomik iktidar paylaşımına uzanan, Kürt Hareketi’nce öngörülmüş programın tartışılmasına engel oluyor, hem de tartışılmayan talepler ve hedefler etrafından kamuoyu önünde yapılan tartışmalar iktidar partisinin sürekli manipülasyonuna ve barış sürecinin iktidar partisinin iletişim stratejisi olarak algılanmasına neden oluyor. İktidar partisi vekilleri ya da yöneticilerinin barışa yönelik söylemleri de basında sık sık yer alıyor; ancak bu söylemlerin çoğu şahıslar ya da tarafların güvenilirliği ya da söylemleri üzerine söylenmiş cümlelerle sınırlı kalıyor.

Peki bu yeni bir yöntem midir diye baktığımızda, başlangıçta ‘teröristlerle görüşülmeli mi?’ gibi adeta tarih öncesinin siyasi kalıplarından kalma bir sorudan yola çıkarak bugüne kadar gelebilmiş sürecin, ağırlıklı olarak usul üzerine yapılan uzun süreli bir diyalogun sonucu olduğunu kim inkar edebilir? Buna bağlı olarak da usul tartışmasının, barıştan ve kazanımlarından daha fazla konuşulması, barış kelimesini ağzından düşürmeyen bir siyasal hareketin değil, barış sürecinin çatışmasızlık tarafını daha çok önemseyenlerin problemi olduğunu söyleyebiliriz. Ana muhalefet de dahil olmak üzere Türkiye siyasal yaşamındaki birçok legal partinin ve sivil toplum kuruluşunun bugün barış sürecinin meşruiyetine ilişkin tartışmalarda geri adım atmış olmaları, bu uzun soluklu usul tartışmalarının bir sonucu olmakla birlikte süreçle eş zamanlı olarak yükselen bir ‘normalleşme’ algısının da parçasıdır. Bu bağlamda da bugüne kadar barış sürecinden “Kürtler’in kazancı ne oldu?” sorusuna verilebilecek cevap, Ortadoğu’da süren savaş yüzünden pek de hissedilmeyen bir çatışmasızlıktan ibaret değildir.

Fisas’ın barış süreçleri kategorilerine döndüğümüzde Türkiye’de özerklik meselesinin bu kadar yüksek perdeden tartışılabilmiş olması, Kürt Hareketi’nin vizyon olarak bunu benimsemesi, birlikte yaşama iradesine ilişkin söylemin Kürt Hareketi tarafından ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından farklı tonlarda da olsa dillendirilmeye devam edilmesi, barış süreci dediğimiz sürecin yalnızca tek bir yüzü olarak değerlendirilebilir. Zira özellikle de Nuray Mert’in barış sürecine ilişkin “demokrasisiz barış olmaz” cümlesi üzerinden düşünüldüğünde, Fisas’ın ‘mübadele’ olarak adlandırdığı kategoriye bakmakta büyük fayda var. Barış sürecinde Sayın Öcalan’ın belirli periyodlarda gerçekleşen gerileme ya da kriz durumlarında ortaya koyduğu tarihler ve o tarihler etrafında yürüyen tartışmalar temel olarak çift yönlü güven arttırıcı yöntemlerle çözümlenmeye çalışılıyor. Çekilme ve süreci yürütenlerin legal durumu adına verilen yasal güvenceler, açık bir biçimde devletin ırkçı reflekslerinin sonucu olarak ortaya çıkan KCK davalarının teker teker çökmesi gibi hamleler her ne kadar barış sürecini olduğundan küçük göstermek isteyenler tarafından barış sürecinin olabilecek maksimum kazanımları olarak sunulsa da bunlar yalnızca AKP’nin güven arttırma yönünde attığı adımlar olarak ele alınmalıdır. Böyle yapılırsa, barış sürecinin genel hatlarıyla, Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye Cumhuriyeti açısından ne kadar geniş bir programa ve ne kadar geniş bir vizyona erişebileceği konusunda gerçekçi bir yüzleşme mümkün olabilecektir.

Peki süreç nerede?

Dünyadaki süreçler üstünden düşündüğümüzde mevcut barış sürecinin bulunduğu aşamayı şöyle özetleyebiliriz: Ön keşif (araştırma), tarafların iknası, delegelerin güvenliği, riayet etme garantisi, metodoloji, gündem belirlenmesi, yol haritası, üst-anlaşmazlığın açıklığa kavuşturulması, aldatmacaları bir kenara bırakma, güven sağlama, karşı tarafın tanınması ve üçüncü kişilerin rolünü kararlaştırma aşamalarında karşılıklı olarak mesafe alınmıştır. Tam da bu anlamıyla Sayın Öcalan’ın kamuoyuna yansıyan ve bizim de açıklamalarımızda yer verdiğimiz ifadelerindeki iyimser tavır, eleştirilerin aksine bir Polyanna’cılık değil, bugüne dek gerçekleşmiş barış süreçlerinin içerisinde alınmış mesafenin göstergesidir.

Bundan sonra ne olacak sorusu sıklıkla soruluyor. Bu soruyu yanıtlamak için dünyadaki örneklere bakmak yeterlidir. Artık meşru muhataplar yani asıl aktörler, mağdurlar ve etkilenenlerin göz önünde bulundurulduğu bir süreç yürüyecektir. Elbette sürecin bundan sonraki aşamalarının şeffaflığı gibi konular bizim açımızdan da hayatidir. Çünkü Kürt sorunu mahalli değil, küresel bir önem arz etmektedir ve tüm dünyanın gözünün burada olmasının nedeni de budur.

Darbe mekaniği

Nuray Mert, Diken adlı sitede şöyle bir itirazı dillendiriyor. “…İşte tam bu noktada, yani işler iyice çetrefilleşince, yeniden dolaşıma sokulan ‘darbe tehlikesi’ giderek daha fazla seslendirilmeye başladı.

Zaten bugünlere böyle geldik; artık darbe tehlikesi tamamen ortadan kalktıktan sonra bile, her otoriter adımın önünden veya ardından, ‘darbeyi gösterip, AKP’ye razı etmek’ diye özetleyebileceğimiz bir çerçevede, ‘darbe tehididi’ dolaşımda oldu…”
Nuray’ın devamla “böyle demeseydi keşke” kabilinden, bana reva gördüğü sıfatları bir yana bırakırsak arızalı tespiti şudur: “artık darbe tehlikesi tamamen ortadan kalktıktan sonra bile…”

Sanırım öfke ve kızgınlık devreye girdiği için benim “darbe” değil “darbe mekaniği” dediğimi ıskalamış. Yine de “hata bende, günah bende, suç bende” diyerek ve komik duruma düşmeden derdimi anlatmaya çalışayım.

Bizim gibi ülkelerde darbeler biter ama darbe mekaniği bitmez. Bitmesi için darbe mekaniği ile esaslı bir yüzleşme ve hesaplaşma gerekir. Tabii ki bu hesaplaşmayı hem kamu vicdanında hem de hukuk önünde mahkum ederek sonuçlandırabilmek şartıyla.

Peki bizde darbeciler ve darbe mekanizmasıyla yeterince hesaplaşılabildi mi?

Generalleri kapı kitleme usulüyle toptan derdest edilen ve esas komutanlarıyla beraber içeri atılan ama darbecilikten başka her şeyden yargılanan, ahirinde de alınmalarındaki sakillikle geri bırakılan bir ordu gerçeği var karşımızda. Öcalan bu operasyonu, “bir takım kirli suçlularla, çözümü isteyen subayların aynı çuvala konması operasyonuydu” şeklinde değerlendirmişti.

En başarılı teğmeninden tutun, en tepedeki komutanına kadar zelil edilen ordu, çıtını çıkarmayı bırak sitem bile edememişti. Sarhoşken bile nara atamayacak hale gelmişlerdi. Peki ne oldu da böyle oldu ya da şimdi ne değişti de teğmeninden komutanlarına varana değin hepsi naralanmaya başladılar? Mesela bir teğmen seçilmiş bir siyasetçimize hakkı ve haddi olmadan “topraklarımızdan çıkın!” diyebiliyor ve üst komutanlar bu hünerinden(!) dolayı onu çağırıp taltif edebiliyorlar. Mesela Genelkurmay web sitesi, zorlama haberler portalına dönüşebiliyor. Sıralı sırasız komutanlar, her mevzuda (askerlik harici) muhtıra gibi görüş beyan edebiliyorlar. Mesela MİT, mahkemenin kendisine devlet sırrı konusunda sorduğu soru için Genelkurmayı işaret edebiliyor. Aynı MİT çok değil, bundan iki yıl önce, TBMM darbe araştırmaları komisyonuna Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi yapılanması ile ilgili yaklaşık 4000 illegal ismi deşifre eden bir resmi yazı göndermişken hem de. Üstelik içinde akademisyeninden gazetecisine varan tonlarca isim için bir tek savcı bile harekete geçmemişken…

Devlet dediğimiz şey bir hakim sınıflar ittifakıdır ve kendi aralarında sürekli didişirler. Bu didişme bazen kanlı, bazen seçim manipülasyonları, bazen de savaş ihracı gibi kırk parçada ve kırk biçimde olur, olagelmiştir. Gladiovari yapılar bunun sahadaki operatörleridir. Biliyoruz ki bir zamanlar maaşları bile başka devletler tarafından ödenmekteydi. Bir paranoya ya da AKP’ye razı etme durumu söz konusu değildir. Bu yapıların hepsi bugünlerde oldukça şiddetli geçen bir iktidar paylaşımı mücadelesini ağırlıklı olarak Kürtler üzerinden gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Hizalanmayı görmek için günlük öfkelerden uzak bir bakış yeterlidir. Orada meselenin AKP ile sınırlı olmadığı ve günlük akılları hayli zorlayan bir hizalanmanın olduğu da görülebilir.

Darbe mekaniğini en iyi Doğan Güreş “Muhtıra ya da darbeye gerek yok ne istersek yapıyorlar” diyerek açıklamıştı. Tansu Çiller başbakan olunca bir “Bask Modeli” deyivermişti de asker ona üniforma giydirtip Cizre kırsalında aldırtmıştı soluğu… Onun bu tutumuna hislenen bir komutan ileride “fistan giyerim” diyecek kadar coşmuştu, hatırlayınız. Akabinde gelişen kanlı süreci hatırlamak, darbe mekaniği dediğimiz şeyin neye benzediğini de sezebilmeyi getirir. Aynı mekanik Davutoğlu için de devrededir ve bizler bunu an be an tüm detaylarıyla görebilmekteyiz. Kobane için toplanan kalabalığı sürekli gazlayan bir jandarma refleksinin başka bir refleksi tetikleyeceğini bilenler bunun çapını da az çok tahmin etmekteydiler. İşte darbe mekaniği böyle çalışır. En akil olan bile gelişmelerin aldığı kaotik hal karşısında demokratik mekanizmalardan değil de askeri tedbirlerden medet ummaya başladığında bu mekaniğin darbeyle sonuçlanması mukadderdir. Tek farkla; artık el konulacak radyo-tv istasyonlarının bolluğu ve güçlüğü dolayısıyla bir sabah genelkurmay başkanının sesi yerine meclise sunulmuş bir güvenlik paketi olarak çınlar! Okuyanın hükümet sözcüsü olması, yapılanın bir darbe olmadığı anlamına gelmez. Devlet ricali ve bu kaostan yağ çıkartacak yancılar bir çırpıda aynı çizgide hizalanırlar. İşte Kürt halkı ve onun öncüleri bu yüzden sizin güzel akıllarınızdan çok kendi hafızalarına müracaat etmeyi tercih ederler. Bin kere ölüp dirilenler onlardır çünkü. Hükümetin ve bir kısım aklı evvelin, son vebali Öcalan, HDP ve Demirtaş’a yüklemeye çalışması, darbe mekaniğini yağlamaktan başka bir işe yaramaz. Bu mekanik gıcırdayarak da olsa hep çalışıyor çünkü.

Sürecin ilginç hatıraları

İlk İmralı ziyaretimizle birlikte Öcalan’ın tarihi Newroz bildirisi için KCK’ye yazdığı mektubu Kandil’e götürüyorduk. Görünürde devlet ittifak içindeydi ve gidişimiz için tüm düzenlemeler ve onaylar (!) yapılmıştı. Kandile yaklaşık 10 km. kala F16 lar güzergahımızı bombalamaya başladılar. 4 gerilla yaşamını yitirdi. Kandil buluşmayı iptal etti. Tam geri dönüşe geçmişken Dönemin Adalet Bakanı ve süreçte büyük emek sahibi Sadullah Ergin, Genelkurmay’la görüşüldüğünü ve yeniden mutabakat sağlandığını bildirmişti de Newroz bildirisi öyle gerçekleşti. Paris Cinayeti, tam da Sayın Öcalan’la ilk görüşmelerin ve mutabakatların sağlandığı esnada olmuştu. Son Bingöl saldırısının arkasındaki dinamikler objektif bir soruşturmayla ve yayın yasaksız araştırıldığında ortaya çıkacak olan şey bu mekaniğin nasıl kusursuz ve hızlı çalışmaya başladığını gösterecektir. Şimdi anlatılamayacak sayıda ve nitelikte yüzlerce provokasyonu bizzat yaşadığımız için uyarılarımız vesvese değildir. Bölgeden çıkarı ya da korkusu olanlar da boş durmuyorlar elbet.

Dış mihraklar!

Günümüzün dış mihrakları Lawrence gibi değiller. Açık sinir uçları ve olası tıkanma noktaları hakkında esaslı öngörüleri var. Bir de buna karşı hazırlıkları.

Ne yapıyorlar?

Meyil veriyorlar!

Bir kez meyil verince her şeyin oraya akacak olması bir fizik yasasıdır çünkü, biliyorlar. Bu yüzden CNN’deki 5N1K programında söylediğim buzağı örneği komik olsun diye değildir. En basitinden bir farkındalık yaratmak içindir. Bunu komik bulmak, komik bile değildir deyip geçelim.

Ajan-provokatör faaliyetleri bir yana bırakabiliriz, gördüklerimizi ve bildiklerimizi bile söylesek destan olur. Görünür olanlara bakınca, yani ABD’den Almanya’ya, İngiltere’den Fransa’ya varana değin bölgede yaratılan yoğunlaşma karşısında en milliyet sevmez olanımıza bile şunu dedirtmez mi?. “Dağ bizim, maral bizim, avcı burda ne gezer?“

Peki barış sürecinin başarı şansı nedir?

Bütün bu karmaşanın içinden Barış Sürecinin başarı şansı üstüne konuşmanın kendisi tedirgin edici bir şey. Yine de bu konuyu biraz daha ayrıntılandırmak gerekiyor. 2011 istatistiklerine bakarsak o yıla dek dünyada yürümüş barış süreçlerine bakıldığında %25’lik bir tam başarı oranı görünüyor. %10’u aşkın bir oranda ise hala sürmekte olan ya da kusurlarına rağmen sona ermiş barış süreçlerinden söz ediliyor. Bunun aksine ise devletler açısından %36’lık askeri zaferle sonuçlanan çatışma/barış süreçleri görülüyor. Bu istatistikler her ne kadar çok ‘aydınlık’ bir tabloyu işaret etmese de aklın iyimserliğine sarılıp, Ortadoğu’da savaşın geçmişte olmadığı gibi bugün de bir çözüm yöntemi olamayacağı fikriyatını kabullenmek, hepimiz için belki en iyisi değil ama kuşkusuz en insani olanı olacaktır.

Son söz

Direnişin sıcaklığı ve heyecanının herkesi sardığı anlarda, içimizden bazılarına bir görev düşer. O da bu emek ve bedellerin, yitip giden canların boşa gitmemesi için, başka emellere hizmet etmemesi için “isyanın siyasetini ve diplomasisini” yapmaktır. Bu iş direniş çizgisinin en sevimsiz işidir ve kahramanlık getirmediği gibi kasabın bıçağını yalayıp duran günah keçiliğine de ilk sıralardan aday olmaktır bir anlamda. Biz bir kaç arkadaş bu bıçak sırtı görev için başından beri bu ince sırattan herkesin yarasız beresiz ve onuruyla geçmesine çabalıyoruz. Bizi eleştirin kuşkusuz bu bizim daha az yanlışla yürümemizi sağlayacaktır. Ama en azından asgari bir adillik ve dikkat beklemek de bizim hakkımızdır. Bütün dertli meseleleri tümden çözebilen tek bir direniş henüz icad edilmemiştir. Dediklerimizi hep en net olarak demekle ve bunun ödenmiş bedelleriyle maruf bizlere kurnazlık yaftası büyük haksızlık. Bu yaftaların dışındaki önerilerinizi de daha iyi duyabilmek istiyoruz ama ah keşke bu kadar yukarıdan gelmese sesiniz.

* Vicenç Fisas Armengol, Özerk Barselona Üniversitesi, Barış Kültürü Okulu’nda (Escola de Cultura de Pau – ECP) idarecidir ve aynı üniversitede Barış ve İnsan Hakları konusunda UNESCO’ya başkanlık etmektedir. Bradford Üniversitesi adına barış hakkında yaptığı çalışmalarla doktora unvanı almış ve barış süreçleri, silahsızlanma, barış üzerine araştırmalar ve anlaşmazlıklarla ilgili incelemeler hakkında 30′un üzerinde kitap yazmıştır. 1988′de İnsan Hakları Ulusal Ödülü’nü ve 2008′de Sosyal Girişim Ödülü’nü almıştır.

Sırrı Süreya Önder


III

Sırrı Süreyya Önder'in yazdıklarını okuyun dedim ama, nolur biraz daha dikkatli okuyun. Nuray Mert'in yazdıklarını da daha dikkatli okuyalım. Bu çok önemli bir tartışma. Ve sorulan sorulardan çoğunun cevabı yok. Neden yok? Çünkü çözüm veya barış isteyenler o kadar azınlıkta ki... Gençler isyankar yürekleriyle, yaşlılar öfke ve kin birikimleriyle, siyasetçiler ince hesap kitaplarıyla, askerler meslek icabı, bilerek bilmeyerek, hep birlikte keskin hesaplaşmaları, nihai çözümleri, sarsılmaz ilkeleri, boyun eğmez kahramanlıkları, eh sonuç olarak da savaşa götüren yolları seçiyor, savunuyorlar. Aç gözlü ve kudurgan bir azınlığın (Sırrı'nın isabetle söylediği "meyil verme"siyle) cümbür cemaat bir cehenneme sürükleniyoruz. Bu gidişe küçücük bir set çekme imkanı yok mu? Yok herhalde, çünkü bu uğurda elele verebilecek olanlar da boğaz boğaza geliyorlar. Burda susmam gerekiyor, çünkü fazladan söylemeyi istediğim ne varsa saftiriklik ve budalalıktır. Ama susarsam da alçaklık etmiş olurum. Birbirine en düşman, en kin dolu, en uzlaşmaz kim varsa bir araya gelip konuşsunlar istiyorum. Ulusalcılar, enternasyonalistler, şeriatçılar, darbeciler, demokratlar, iktidarda ve muhalefette olanlar... Siz çoğaltın. Bu saçmalıkları aşıp dünyayla birleşmemiz gerekiyor. Çünkü bu aptal düzen, bu bir avuç gerzeğin dizginlerini tuttuğu finans kapital kudurganlığı dört nala dünyanın sonunu hazırlıyor. Uzak değil, en beklemediğimiz anda, Türkü, Kürdü, Arabı, Avrupalısı, Amerikalısı, Asyalısı da Afrikalısı, hep birlikte (ben doğa diyeyim de, isteyen Allah, isteyen Mesih, isteyen Yehova desin) eşini görmediğimiz bir hışımla kendimize geleceğiz. İlla ki kutsal kitaplarda tarif edilen "KIYAMET"i görmeğe meraklı olanlar aynen devam etsinler. Yakındır... "Dünyamız güzeldi, doyamadık... Hem çocuklarımız da var..." diyorsanız konuşalım.
Barış Pirhadn


Çocuklarımız



HDP, Kars ve Hakkari’de yaşanan ölümler üzerine, yeniden beliren çatışma riskine karşı kaygı duyduğunu belirterek, çözüm adımlarının hızlandırılmasının acil ihtiyaç olduğunu açıkladı.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Merkez Yürütme Kurulu (MYK) 23 Ekim günü Kars’ın Kağızman ilçesinde 3 PKK’linin ve bugün de Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde 3 askerin hayatını kaybetmesine ilişkin yazılı açıklama yaptı.

HDP, yaşanan ölümlerin üzüntü ve kaygı verici olduğunu belirterek çözüm adımlarının hızlandırılmasına acil ihtiyaç olduğunu açıkladı.

HDP açıklamasında şunlar ifade edildi:

“Yaşananlardan dolayı üzgün ve kaygılıyız. Çünkü Türkiye’de yeniden çatışmaların yaşanacağı, canlarımızın yitirileceği, evlere ateşin düşeceği bir döneme doğru yaklaşıldığını hissediyoruz.

“Kaygılıyız. Çünkü bu gelişmelerin Ortadoğu’nun bugünkü durumunda Türkiye’yi son derece tehlikeli bir ortama doğru sürükleyeceğini biliyoruz.

“Bu toprakların en kadim meselelerinden birini çözmek için daha fazla beklenmemelidir. Kalıcı bir barış için herkesi çözüm sürecine katkı sunmaya ve sürecin gerekliliklerini hızla yerine getirerek sorunların çözümüne odaklanmaya, herkesi yeniden çatışma ortamına zemin sunan tutumlardan kaçınmaya davet ediyoruz. İnanıyoruz ki, doğru ve gerekli adımlar atıldığında kalıcı barışın sağlanması çok yakın bir gelecekte mümkün olabilir.

“Halkların Demokratik Partisi olarak yaşanan bu acıların tekrarlanmamasını temenni ediyor, yaşamını yitirenlere rahmet, ailelerine başsağlığı ve yakınlarına sabır diliyoruz.”