Hiçbir ev kadını kendini mutfakta asmaz.Yemeklere yas sıçratmaz !
Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım. Size saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten şeylerden ibaret, doğurmaya mahkum, çocuklarını kaybetmekle mühürlü, yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım. İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden bakacağım. O pencerelerden tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım.
Sen deli olmayan kadın gördün mü koca kafa? Gördüysen az bekle ve delirdiğini kendi gözlerinle izle çünkü deli olmayan kadın yoktur henüz yeteri kadar delirtilmemiş kadın vardır. Bu yazı da bütün kadınların deliliklerinin kökeni olan kendi doğalarıyla olan kavgalarının, deliliğin kıyısındaki gezintilerinin evrimsel hikayesidir.
Bir zamanlar savanada yaşardı bu kadın, yegane işi de çocuk yapıp, onları büyütmekti. Doğurganlık en makbul özelliğiydi onun, ne kadar doğurgan o kadar iyi. Bir de tabii meyve-sebze toplamak vardı hayatında, yanında çocuğuyla rahatlıkla yapabileceği. En yakın destekçisi her zaman hemcinsleri oldu onun, birbirlerine sosyal ağlarla bağlandılar ve böylece birbirlerinin hayatlarını kolaylaştırdılar.
Şimdi modern dünyaya taşındı o kadın, savana şartlarında şekillenmiş kocaman beyni ile. O koca kafasını kullanmayı öyle bir öğrendi ki bu kadın, özgürlüğünü ilan etmeyi bile başardı. Okudu, iş hayatına girdi, kariyer yaptı, erkeklerle eşit hakların peşinde koştu. Öyle sırf genleri ya da içinde bulunduğu kültürün öğeleri, memleri istiyor diye de çocuk yapmadı, önce şartların uygunluğunu kontrol etti, gerçekten istiyorsa bilinçli olarak bu işe girişti. İyi ama her şey böyle çok güzelmiş gibi giderken, bu kadını ne zaman, ne delirtti?
Korkma demişti yılan gözlü falcı, kadın böyle bir şeydir. Aşk diye diye kendini öldürür.
Aynen öyle oldu koca kafa, bu kadın aşk uğruna delirdi çünkü aşk savana kadınıyla, modern kadının en büyük çatışmasını temsil etti; doğurganlığa mahkum olmasına rağmen doğurmamak için direnen ve cinselliğini erkek gibi rahat yaşamak istemesine rağmen kendini korumak zorunda olan. Doğurmak istemeyen kadının aslında aşka ihtiyacı yoktu çünkü aşk dediğin doğacak koca kafa bebesinin bakımına kadının da erkeğin de yeteri kadar yatırım yapmasını garantilemek ve böylece onun hayatta kalma şansını artırmak için evrildi vakti zamanında. Eh madem istenen bir çocuk yok, aşk neden olsun ki? Ama öyle olmadı, aşk geldi, günün sonunda kadın kendini hatlar karışmış buldu. Bu noktada kadınlar ikiye ayrıldı kimisi bir anda içinde yükselen genlerinin sesini fark etti, çocuk da çocuk dedi. Kimisiyse, içindeki geçmişin sesine daha az duyarlı olanlar, hala çocuk istememeye devam etti ama yine de karşısındaki erkekten belli şekillerde davranmasını bekledi. Belli şekiller derken?
Tabii ki bu “belli şekiller” vakti zamanında evrim tarafından şekillendirilmiş adaptasyonlardı. Kadının cinselliği, her zaman erkeğinkinden maliyetli oldu ne de olsa işin sonunda hamilelik ihtimali vardı. Ve kadın hamile kalacaksa eğer doğru eş adayını seçtiğinden emin olmalıydı çünkü neticede doğacak olan çocuğa en fazla yatırımı yapan kadındı ve bu yüzden seçme hakkına da sahipti. Evrim ona, annesinden çok önce eş seçerken dikkatli olmasını öğütledi. Bağlılık taklidi yapan, çapkın, tek gecelik birliktelik peşinde olan erkeklerle olursa – ki bu erkek için maliyeti son derece düşük, faydası oldukça yüksek bir tercihti - işin sonunda kendini tek başına çocuk büyütürken bulabileceğini, bu yüzden uzun süreli ilişki peşinde olan, güvenilir, tek eşli – en azından elinden geldiği kadar – erkekleri tercih etmesi gerektiğini öğretti. Çünkü sadece bu erkekler hamilelik ve doğum sonrası dönemde gerçekten kadının yanında olarak hem kadına hem de çocuğa destek olup, kaynaklarını paylaşıyorlardı.
İşte bu iki farklı eş bulma stratejisini kullanan erkekleri ayırd edebilmesi için evrim, kadına cinselliğine sahip çıkıp, birlikteliği geciktirmeyi öğretti. Bu kimi kadın için evliliğe kadar beklemek oldu, kimisi için kendi güven eşiği ne kadarsa o kadar süre beklemek oldu. Ve bu yüzden ki kadın hep sekse ikna edilmesi gereken taraftı. Derindeki endişe açıktı; ya birlikte olduktan sonra ortadan kaybolursa? O yüzden onu ikna edebilmenin yolu güvenini kazanmak, değer verdiğini göstermek, hatta ona hediyeler almak oldu. Eskiden buralar hep dutluktu tabii, o zaman hediye olarak balta yapıyordun sevdiğin kadına koca kafa erkeği. Pek şeker değil mi?
Hal böyleyken kadın, aşık olduğunda derdi çocuk, evlilik olsa da olmasa da karşısında güvenilir, kendisini değerli hissettiren ve bir anda ortadan kaybolmayacak bir erkek istedi milyonlarca yıldır. Tek olsun istedi erkeğin hayatında. Aslında aşk değildi kadını çıldırtan, modernliğin ta kendisiydi işleri karmaşıklaştıran, böyle bir dünyada savana beyniyle, içgüdüleriyle yaşamaktı onu zorlayan ve evrim tarafından mahkum bırakıldığı doğurganlıktı başına bela olan. Ara ara “kendince” böyle delirdi işte kadın.
Size bir sır vereyim. Hep aynı kadın doğuracak. Hep aynı kadın kaçacak. Her şey birdir. Her şey birdir. Her şey birdir. O kadın… O aynı kadın… Külliyen delidir.
Sonra ne mi oldu? Elbet mutlu son! Her delirdiğinde jokeri saydığı hemcinslerine koştu bu kadın, onlarla konuştu, paylaştı, ağlarken bile gülüştü. Ne de olsa kadın olmaktan sonra sosyal olmak vardı onun hayatında ve bu sosyallikti onun çelişkilerle dolu cinsiyetiyle başa çıkmasını sağlayan. Günün sonunda, bir evrimsel uzmanlık alanını daha yeniden hatırladı ve hemen onu kullanarak uzlaşma sağladı. Kiminle mi? Tabii ki kendi kendisiyle! Ve delilik bir daha delirtilene kadar gülünerek hatırlanacak bir anı oldu.
Delirmekle yemek pişirmek arasında kısa kalın bir kalas.
Deli Kadın Hikayeleri