Müzik

6 Ocak 2014 Pazartesi

Aşk Üzerine Kısa Bir Film / A Short Film About Love










Filmin Yönetmeni: Krzysztof Kieslowski
Filmin Türü: Dram, Romantik
Yapım Yılı: 1988
Ülke: Polonya
Yayınlanan Tarih: 27 Aralık 1991

** Film de cinsel dürtülerimizden dolayı karşı cinse yönelir ve aşık oluruz  (mu ) sorgulanmış . Tezer Özlü '' Herşeyin Sonundayım isimli Ferid Edgü kitabında şu satırlara yer vermiştir ;

Yalnız kalınca varolduğumu hiç algılayamıyorum . Kendi kendime yaşamın düşünü görmüş bir ölü gibi geliyorum,örneğin benim şimdi Güner Sümer'in yanında olmadığımı bana ne anlatıyor ki ? Doşarıdaki kar mı ?Soğuk mu ? Zürih mi ? Hayır ,hiçbiri değil . Yalnız sana şuan yazmak, yazabilmek orada olmadığımı bana duyuruyor ,bu nedenlede yalnız yatmaktan hiç hoşlanmıyorum , hiçbir gece yalnız yatmak istemiyorum ,sabah uyanınca yaşadığıma şaşıyorum .İşte ''sevişme'' düşkünlüğünün temelinin de bu duyguda yattığını öyle iyi biliyorum ki . .  Bu yüzden kendisiyle sevişmeyi çok sevdiğim için Hans Peter'i çok seviyorum .

5 Ocak 2014 Pazar

Sibel Yerdeniz

Berkin ekmek almaya gitti, gelecek...







Uçurtma uçurduğu yerde ne çimenler, ne başı bulutlarda ağaçlar, ne de masmavi gökyüzü var.

Sadece betonlar...

Şehrin yorgun ve kirli yüzü, gündelik yaşamın kargaşası, yoksulluk ve hep daha azıyla yetinme, büyüdükçe öğrenip öğrenebileceği.

Ama yine de ayakları yere değmiyor mutluluktan...

Onun yere değmeyen ayaklarına, kelebek kanatları gibi açtığı kollarına ve terden sırılsıklam olmuş saçlarına iyi bakın.

O, çoktan bu fotoğrafın içinden uçup gitmiş bir çocuk.

Adı Berkin. Adının anlamı ‘güçlü, dayanıklı’ demek.

Bir hastane odasında 95 gündür yaşam mücadelesi veriyor.

Bu süre içinde iki kere kalbi durdu, ağır bir enfeksiyon geçirdi, ateşi günlerce düşmedi.

Ama direniyor.

Kalbi çok güçlü, direnci de... ama o hâlâ küçük.

On dört yaşında...

Annesi en son ayak sesini 95 gün önce duydu. O gün bu gündür gözü yollarda, kulağı kirişte, yüreği ağzında bekliyor.

Fırına, ekmek almaya yolladığı küçük oğlu nerede kaldı, ne zaman dönecek?

Ayak seslerini bir daha ne zaman duyacak?

Berkin hayata tutunmaya çalışıyor, ailesi onun alıp verdiği nefese…

Beslenebilmesi için boğazına delik açtılar. Onu, o şekilde beslemeyi annesinin ve ablalarının yüreği kaldırmıyor.

Sizin yüreğiniz kaldırabilir miydi?

Berkin’in orada, o hastane yatağında ne işi var; üç aydır neden kendinde değil?

Neden ayakları tutmuyor? Neden yemeğini kendisi yiyemiyor?

Neden uçurtma uçuramıyor?

Çünkü yaşamın yaratıcı gücünün ona bağışladığı on dört yılını çaldılar, bir kara delik gibi yuttular...

15 Haziran’ı 16 Haziran’a bağlayan gece; Gezi Parkı’nın valilik emri ve polis zoruyla ikinci kez ‘dağıtılması’ ile başlayan olayların yaşandığı o dehşet gecesinde, Berkin de gece yarısına kadar arkadaşları ve ablaları ile birlikte sokaklardaydı.

Sadece beton binaların, alışveriş merkezlerinin, gökdelenlerin yükselmediği; duble asfalt yollarında eskortları ve zorba ihtişamlarıyla politikacıların, sıradan halkı sağa sola savurmadığı; parklarında özgürce uçurtma uçurabildiği bir şehir hayali için…

Olamaz mı?

Gece yarısından sonra eve dönmüşlerdi ama hiç kimse uyuyamıyordu.

Sokaklarda ve caddelerde gece boyunca aralıksız atılan biber gazının yakıcı kokusu apartman boşluklarına sinmiş, evlerin yatak odalarına kadar sızmıştı, İstanbul’un bir çok semti gibi Okmeydanı’nda da.

Sabah saatlerinde ortalık sakinleşmişti. Zaten şehirde olağanüstü hal ilan edilmiş gibiydi; sokaklarda ve caddelerde ‘güvenlik’ güçleri gövde gösterisi yapıyordu.

Ve o gün babalar günüydü…

Sabah kahvaltısı için ekmek alma görevi Berkin’e düştü.

Fırına gitmek için sokağa çıktı ve bir dehşet gecesinden geriye kalan öfkenin, nefretin kurbanı oldu.

Yakın mesafeden, hedef gözetilerek, gaz fişeğiyle kafasından vuruldu.

‘Sağduyulu’ ve ‘görevini hakkıyla yerine getiren’ polisler tarafından.

Polislerin görevlerinin ne olduğunu biliyorsunuz değil mi? Varlık sebeplerini? Neden ve nasıl eğitildiklerini? Ne karşılığında maaş aldıklarını? Devletin o maaşları nasıl ödediğini? Uymak zorunda oldukları kuralları?

Kime ve neye hizmet ettiklerini? Biliyor musunuz?

Ya politikacıların?

Neyi yapmaya talip olduklarını? Neden ve nasıl seçildiklerini? Hangi ideal ve motivasyonlarla toplumu yönetmeye aday olduklarını? Ne vaat ettiklerini? Karşılığında ne aldıklarını? Neyi yerine getirmekle yükümlü olduklarını?

Onlar da aslında bizim gibi bu toplumun ‘sıradan’ bireyleri...

Bugün bulundukları konumda her ne iseler sadece biz oy ve destek verdiğimiz; bize her ne yapıyorlarsa sadece biz izin verdiğimiz için.

Biliyorsunuz değil mi?

Geçmişte kim olduklarını, nereden ve nasıl geldiklerini, geldikleri yerde neye dönüştüklerini hiç unutmayın.

15 Haziran’ı, 16 Haziran’a bağlayan o geceyi de hiç unutmayın.

Başbakan “Emri kim verdi diye soruyorlar. Ben verdim!"

Sonuç “Polisimiz destan yazdı!..”

Sonuç, sabahın 07:00'sinde ortada hiçbir çatışma, hiçbir olağanüstü hal yokken ‘bitkisel hayata’ mahkûm edilmiş bir çocuk...

Zulmün destanı nereye yazılır?

Sadece kurbanlar ağır bedeller ödemez, cellatlar da öder, bir gün… diye yazar tarih.

Kişisel çıkarları, hırsları ve kör inançları uğruna halklara zulmeden politikacılar.

Etrafa dehşet saçarak mesleğini icra ettiğini iddia eden ‘güvenlik’ görevlileri.

Korkarak inanmak… Korkuyla yönetmek… Korkutarak yol almak…

Nereye kadar?

Aynı günlerde İçişleri Bakanı; "Polisimizin sağduyusunu koruduğunu, görevini hakkıyla yerine getirdiğini ifade etmek isterim."

O ifadeyi, bir de tarihin almasını isterim...

Eylemciler arası ‘iş bölümü’ yapmış ‘ünlü’ karikatürist, geleceğin baş danışman adayı:

“Sen taş atacaksın, sen molotof atacaksın, sen barikat kuracaksın, sen de öleceksin…"

Birileri taş attı, birileri ateş yaktı, birileri barikat kurdu, birileri de öldü…

Ölen -öldürülen- çocuklar diyorlardı ki:

“İçinde yaşadığım doğayı tahrip etme. Kaynaklarımı yağmalama. Geleceğimi karartma. Yaşama sevincimi elimden alma. Tercihlerime karışma. Bana baskı yapma, şiddet uygulama... Senin istediğin gibi yaşamak zorunda değilim. Senin inandığın şeylere inanmak zorunda değilim. Sana boyun eğmek zorunda değilim!..”

Sadece bunları söylüyorlardı.

Hayalleri için, geleceği için, yaşama sevinci için, aşk için, insan hakları için… mücadele etmezlerse, başka ne için ederler ki genç insanlar?

Baktığınız pencereden size ‘kurgu’ gibi mi görünüyor bütün bunlar?

Yoksa biz çok mu aptal görünüyoruz o mesafeden?

Bulunduğunuz irtifa çok mu baş döndürücü?

Oturduğunuz koltuk fazla mı rahat? Her türlü manevra kabiliyeti var mı? Alçalarak yükselen cinsten mi?

Ne yalan söyleyeyim, bana da ‘kurgu’ gibi; ‘vahşet tiyatrosu’ görünüyor yaşananlar.

Biri emir verdi. Biri hedefi belirledi. Biri eliyle işaret etti. Biri nişan aldı.

Çocuk, ekmek almaya gidiyordu... Sırtı dönüktü.

Tam kafasının arkasına isabet etti gaz fişeği.

Gözleri karardı, elleriyle boşlukta tutunacak bir yerler aradı ve düştü...

Düştü ve bir daha da kalkamadı.

Adı Berkin...

Emri verenler için küçük bir sıkıntı kaynağı, ismi bile akılda tutulamayacak kadar önemsiz bir ayrıntı, devede kulak…

Annesi için oğulotu, kendi yüreğinin yanında pıt pıt atan minicik yürek, göğsünde süt kokusu, uykusuz geceler, ilk tekme, ilk adım, ilk sözcük, uçurtma uçuran minik eller...

Babası için ilk oğul, bebekken havaya atıp tutarak sevdiği, eve bir saat geç kaldığında yüreği ağzında beklediği, top oynarken ayağına taş değecek diye endişelendiği gözbebeği...

Yaşamlarının on dört yılı.

Şimdi o on dört yıla bakıyorlar. Her gün, her saat, her dakika...

Oğullarına bakıyorlar; onu düşlerinde binlerce kez, uyuduğu bu derin uykudan uyandırıyorlar.

Güzelim gözlerini açıyor, onları tanıyor ve gülümsüyor.

Binlerce kez bu uyanışı hayal ettiler ama kimbilir kaçıncı kez yenildiler hayatın acımasız gerçekliğine.

Yine de beklemekten ve ümit etmekten bir an olsun vazgeçmiyorlar.

Buna daha ne kadar dayanabilirler? Bu hayali daha kaç kez kurabilirler?

Annesi, oğlunu en son ‘ayakta’ gördüğü o anı hatırlıyor. O kapıdan çıkıp gidişini.

Eskiden hayatın akışı içinde, öyle olması gerekiyormuş, başka türlüsü olamazmış gibi gelen şeyleri düşündüğünde ve bugünden geriye dönüp baktığında şimdi çok anlamsız görünüyor her şey...

Çocuklarını, kaybeden insanların yüzlerine bakıyor uzun uzun…

Nasıl dayanıyorlar?

Diğer annelerin yüzlerine bakıyor; Ali İsmail’in, Ethem’in, Medeni’nin, Ahmet’in, Mehmet’in, Abdullah’ın… çocuklarının ölü bedenlerinin gölgesinde mezar taşları gibi oturan acılı annelerin yüzlerine bakıyor ve oğlunun ‘yaşadığına’ şükrediyor.

Yüce gönüllü politikacılarımızın, bu coğrafyada ölen çocukların annelerinin yüzlerine bakacak yüzleri yok.

Berkin’e ayıracakları bir dakikaları yok...

Zaten Berkin’de burada değil.

Soranlara “Berkin ekmek almaya gitti, gelecek…” diyor ailesi.

Gideli 95 gün oldu…

Ona, bunu yapan polisler ile ilgili en ufak bir araştırma ya da işlem yapılmadı bu güne kadar.

“Eğer diktatörlükte yaşasalardı, diktatörlüğün ne olduğunu bilirlerdi!” diyorlar bize sık sık.

Peki, biz bütün bu yaşananlara nasıl bir isim verelim?

2 Ocak 2014 Perşembe

Aynadaki Gibi, Through A Glass Darkly (1961) I.
















Filmin Yönetmeni: Ingmar Bergman
Filmin Türü: Dram
Yapım Yılı: 1961
Ülke: İsveç
Yayınlanan Tarih: 16 Ekim 1961
Senaryo yazarı: Ingmar Bergman

3'leme filmden I.si 

Ceylan Ertem











…AKŞAM OLUNCA YARELERIM SIZLAR, DERDIM ÇOKTUR DEĞMEYIN BANA KIZLAR…


Türkiye’de kadın olmak üzerine yazıp, konuşup, tartışıyorum

uzun zamandır …




Kadın atalarımızın yaşadıkları ile şimdi’ki zamanda aslında değişen çok az şey var.
Kocası ya da sevgilisinden ayrılmak istediğinde öldürülen kadınlar, intihara zorlananlar, namus cinayetleri, babasına, kocasına, sevgilisine güvenemeyen binlerce, milyonlarca kadınla dolu memleket ve dünya…
bir film müziği yapmıştık anima ile ‘saklı yüzler’
Filmdeki kızın hikayesi geliyor aklıma…babası kızını öldürmeye zorlanır, baskılara dayanamaz, kızına kıyamaz ve kendini öldürür, yıllarca olan o zülme anne sessizce şahit olur, kapı arkalarından, perdeler ardından izler olan biteni, bir çığlık koparamaz, isyan edemez…

Evet kadın/erkek/eşcinsel diye bir gerçek var, ama ‘insan’ bu ayrımlardan yüce değil mi?
Farklılık her zaman güzel.
elbette rengarenk olmalıyız.
ama …

Bu hikaye çok sıkıcı geldi değil mi? Üstteki satırlar nasıl da klişe!
Klişe olmayan bir hikaye ister misiniz?
İsteseniz de anlatamayacağım öyle çirkin bakış açıları, öyle kötü niyetlerle dolu ki buralar…

Ben hiç şiddete maruz kalmadım. fiziksel olarak.
Ancak manevi olarak büyük şiddet ile dolu etraf - ki bunun bir merhemi, bir hapı, bir şurubu yok ki içelim dinsin, sürelim ruha geçsin-

Kadınlar, kadınlık halleri, kadın olarak varolma ile ilgili (onlarca erkeğin arasındayken) tek kötü kelime etmez ve ettirmezken sen, hiç beklemediğin bir anda annenin sessizliği, her gün abine/kardeşine hizmete zorlayan babaaneler, sus’turan anneanneler, hanımefendiliği öğütleyen teyzeler, ayıplayan halalar, belki güzel sandığın bazı kadın kalplerinin seni yaralamak için bunca uğraşı, ezilişlerine gülümseyen o rujlu dudaklar en büyük hayal kırıklığıdır.

O fiziksel şiddete maruz kalan kızını korumayan anne gibi, zaten onca kötü niyetli bakış açısıyla savaşan bir kadına yine bir kadın’dan gelmesi darbelerin, çok alçakça değil midir…


Kadın; erkekleri doğurur, besler, masallar anlatır, ninniler söyler, O’nlarla en çok kadın konuşur, bir erkek en çok annesini, sevgilisini, karısını dinler, sever. Kadın arkadaşına danışır.

Şimdi biz tüm olanlara ve olacaklara rağmen, bir kadına etek boyunun, açtığı-araladığı bacaklarının, öptüğü-sevdiği dudakların hesabını sorabiliyorsak, gönül rahatlığıyla orospu’ları, eksik etek’leri, karı’ları, yollu’ları, avrat’ları, motor’ları, saçı uzun aklı kısa’ları … sıfatlayabiliyorsak, nerede bizim büyüteceğimiz geleceğin aydınlık beyinli-ruhlu oğlan çocukları, nerede O aşkla bağlı olduğumuz adamlarla geçecek güzel günler, nerede yeri geldiğinde ‘bu benim hayatım’ yumruğunu kaldıracağımız isyanlara giden yol…

Kadınları seviyorum
Bir kadın olarak dünyaya geldiğim çok mutluyum
Erkeklerin öğreneceği çok şey var, evet. Bizim de öyle…
Ve yazık ki bazı kadınların kendi cinslerine bazı erkeklerden daha çok zarar verdiğini görüyorum, yaşıyorum, üzülüyorum.

Biz bunu yaparsak, herkes bu hakkı görür kendilerinde, rahat rahat, yavaş yavaş, hızlı hızlı görür o hakkı kendilerinde ve geri de alamazsın işte böyle.

Demelere doymamışlar;
Kızın var, sızın var.
Kızını dövmeyen dizini döver.
Oglan doguran övünsün, kız doguran dövünsün.
Tarlayı düz al, kadını kız al.
Bir eve bir baca, bir kadına bir koca.
Çocuksuz kadın meyvesiz agaca benzer.
Avradı eri saklar, peyniri deri.
Çirkin karı evin toplar, güzel karı dügün gezer.
Dul karı kendi sabunuyla yıkanır….

Ne oldu, gülüyorsun değil mi?
komik
Ama aynen böyle kelimeler var dilinde, sadece daha farklı kuruyorsun cümleciklerini.

Bir yandan hür, yalnız, başına buyruk tavrın, cinsel yasamın-tercihin, bir yandan da o hayatla özdeşleştirilen kadının kötülenmesi yüzyıllardır senin de büyük katkılarınla yürütülen bir iç savaş değil de ne ki zaten?

aldım-verdim, seninin, değilim, aidim, ait değilsin…
yüzük. çember. dar alanda kısa paylaşmalar.
bırak bunları
bunlar zaten bırakmayacak seni
yürü, hatta koş

Özgür ol (demesi kolay ama diyorum)
Kendi kendini kafese tıkma
Kendin yetmezmiş gibi başka bir kadına baskınla, kıskançlığınla, konuşmanla, susmanla, küfrünle, tavrınla, bakışlarınla; batma!
Tersine destek ol, anla, koru…
Yoksa nasıl olacak bu işin sonu, gidişi?

Ve iş yapmak istiyorsan onu yap, hırsızlıksa da o iş; çal,
kimi seviyorsan onunla seviş, kim’le mutluysan onunla ol ve ne haz veriyorsa onu yaşa,
ne şekilde olursa olsun, ne pahasına (kimseyi kırmadan)

Bir çocuksa kucağındaki o da bunu bilsin, öğrensin, yoksa helal etme sütünü
Bi zahmet hadi amcalara göstermesin çükünü,
gösteriyorsa da hayta, kızın bir gün istediğine gösterirse kukuyu buna da gül bakalım, kahkahayla
Ya da yaşayana karışma
bulandırma etrafı
Önce kendini özgür kıl
sonra tüm özgür ruhlara saygı duy.


Zaten ‘oğlan acı çekiyor, onu herkes seviyor’
kızım hadi, sen de biraz kendini sev, ihtiyacın var buna, ihtiyacımız var.

Küfürlerimizde zaten her gün a*ımıza koyuluyor, g*tümüz sikiliyor,
bunlar bize yetmiyor, hep bir ağızdan bir de birbirimizi mi s*kelim?
zaten 3-0 yenik başlamışsın hikayeye,
metni zorlama.

Ali Barış Kurt

Ali Barış Kurt'un Ceylan Ertem ile Gezi Parkı Olayları Üstüne Söyleşisi 







"ELBET BİRGÜN BULUŞACAĞIZ"30 Eylül / İstanbul @ Nardis _Nazdrave (Ediz Hafızoğlu’nun ilk solo albümünün ilk konseri)


Ediz Hafızoğlu, Engin Recepoğulları, Ercüment Orkut, Cenk Erdoğan, Cem Tuncer, Orhan Deniz ile.
                                             :::::::::::

8 Ekim / Isparta _ Mod Cafe*
 
Ekin CENGİZKAN, Murat ÇOPUR, Cenk ERDOĞAN, Emin İNAL ile.



 
11 Ekim / Bursa _ Hayal Kahvesi *
 
Orhan DENİZ, Ediz HAFIZOĞLU, Cenk ERDOĞAN, Emin İNAL ile.

 
12 Ekim / Kuşadası _ Hayal Kahvesi *
 
Orhan DENİZ, Ediz HAFIZOĞLU, Cenk ERDOĞAN, Emin İNAL ile.

 
16 Ekim / İstanbul @ Hayal Kahvesi Beyoğlu Cadı Avı - Cem TUNCER, 
 
Engin RECEPOĞULLARI, Ediz HAFIZOĞLU,Emin İNAL, Murat ÇOPUR ile.
 
18 Ekim / Fethiye _ Vale Bistro  Sezen Aksu Tribute Tuncer TUNCELİ, Ekin CENGİZKAN, Murat ÇOPUR, Emin İNAL ile.

 
26 Ekim / İstanbul @ The Agency Levent * 
 
Ekin CENGİZKAN, Orhan DENİZ , Cenk ERDOĞAN, Emin İNAL ile.
 
30 Ekim / İstanbul @ Hayal Kahvesi Beyoğlu Sezen Aksu Tribute 
Tuncer TUNCELİ, Ekin CENGİZKAN, Murat ÇOPUR, Emin İNAL ile.31 Ekim / Ankara @ IF Ütopyalar Güzeldir  
Cenk ERDOĞAN, Ediz HAFIZOĞLU, Murat ÇOPUR, Ercüment ORKUT ile.

 

*Ceylan Ertem’in tüm projelerinden oluşan özel repertuvarıyla
— Ceyl’an Ertemhttp://ceylanertem.tumblr.com/www.facebook.com/CeylanErtemOfficialwww.vimeo.com/ceylanertemhttp://ceylanertemphotodiary.tumblr.com/fiilimsi.deviantart.com/

Hükümet 'demokrasi' dedikçe antidemokratik bir sabaha uyanıyoruz


Gezi Parkı direnişi pek çok ilki temsil ederken; sanatçıların toplumsal meselelere olan ilgilerini de artırdı. Bir kısmının zaten politik aidiyetleri olsa da; 'hareket etmede' istekli veyahut koşul sahibi değillerdi. Bu direniş sürecinde aktif olarak yer alan isimlerden biri de, Ceylan Ertem idi. Müzisyen, çevreye ve özgürlüklere olan temayülü doğrultusunda 'orada' olduğunu söyledi. Ertem'e göre; sorgulama, muhalefet ve başkaldırı sanatçıda aranması gereken koşullardan.

Gezi Parkı direnişinde yer alan müzisyenlerden Ceylan Ertem ile hem direniş sürecini hem de genel hatlarıyla sanatın etkisini konuştuk...

'GEZİ DİRENİŞİ SANATÇILARI DA BULUŞTURDU'

Müzisyen Ceylan Ertem, kendisinin de katıldığı Gezi Parkı direnişinin toplumu birleştirici bir rol taşıdığını ve yine topluma birlikte hareket etmeyi öğrettiğini düşünüyor. "Duyarlı ve aklı başında her insan bu sürece destek oldu; içinde yer aldı. Sanatçılar da, esnaf da, ev hanımları da; genç, yaşlı, karşıt görüşteki binlerce insan da; herkes oradaydı. Bu, bir birikimin sonucuydu" diyen Ertem, sanat çevresinin de şimdiye kadar kitlesel olarak 1 Mayıs'larda bir araya geldiğini ancak çoğunluğunu aynı çatıda buluşturanın Gezi süreci olduğunu ifade etti.

"Benim de yer almam için onlarca faktör vardı. Başlıcaları; elbette çevreye dair sorumluluk ve genel olarak özgürlüklerin kısıtlanma çabasına tepkiydi."

'BAZI SANATÇILAR ŞAŞIRTTI'

Ertem, Gezi direnişi sürecinde hükümetin baskıcı politikasına itiraz etmediği gibi; bu gücün yanında yer alan sanatçı kesimine de tepkili: "Herkes istediğini düşünmek ve hissetmekte özgür. Ancak bir sanatçının; müzisyenin, oyuncunun, ressamın ve yazarın içinde bulunduğu şartlara ve korkutucu biçimde yaklaşan geleceğine bu denli gözlerini kapatması beni çok şaşırttı. Başkaldırı, sorgu, eleştiri, muhalefet; bunlar şimdilerde bir sanatçıda aranan koşullar olmayabilir ama aynı zamanda hayalimizdeki sanatçılar için aradığımız ilk koşullar..."

Hükümetin, müdahaleci yaklaşımında trajikomik örnekler sunduğuna dikkati çeken Ertem, 'tencere tava' gibi araçların militer ögeler gibi ele alınmasını eleştirdi: "Aslında bu süreçte çok acı çektik, çok da güldük. Bu tencere-tava meselesi ya da 'çapulcu' yakıştırması bizi epey eğlendirdi. Trajikomik tabii. Olacak iş değil! Demokrasi kelimesi örneğin; bu kelimeden soğudum, duymak bile istemez haldeyim. Demek ki, hangi ağızda olduğuna göre anlam değiştirebiliyormuş. Türkiye'de demokratik davrandığını bağıran hükümet ve her sabah onların demokrasiden çok uzak yeni bir yasağıyla uyanan halk gerçekliği var."

'SERMAYE MÜZİĞİ DE SÖMÜRMEYE ÇALIŞIYOR'

Ertem toplumun sanatla olan ilişkisine de değinirken, maddi olanakların olumsuz etkisine; bu çerçevedeki faaliyetlerin ücretlendirmesine vurgu yaptı:

"Benim de çoğu konsere bilet fiyatı sebebiyle gidemediğim oldu. Bir Roger Waters konserinin bilet fiyatı neden örneğin, Türkiye ve Bulgaristan'da oldukça farklı? Bilmiyorum. Devletin belediye etkinliklerinde neden hep pop şarkıcılarının ya da yandaş müzisyenlerin konserleri var? Ancak öte yandan 2 saat sahnede kalıyoruz; konser fiyatı 20 TL... Bunu organizatörlere, mekan sahiplerine ve dinleyici kitlesine sormak gerekiyor ve belki de cevaplardan yola çıkarak bir yeni düzene gidilmesi gerekiyor."

Sermaye çevrelerinin de müziği sömürmeye çalıştığını; alışveriş merkezlerinde müşterilerin tüketimini bu yolla artırmayı hedeflediğini belirten Ertem, "AVM'lerde çalınan müziği bir sanat ürünü olarak değerlendiremeyiz. Oradaki müzik bir katalizör. Seni bir hisse, harekete iten bir aracı" diyor.

Müziğin sadece tüketimi değil, üretimi de olumlu etkilediğine dair tespitlerin olduğuna; zamanla ve mekanla olan bir bağının bulunduğuna vurgu yapan Ertem, ekledi: "Son olarak gittiğim doktor, 'ben senin durumundaki hastalara müziği öneriyorum; senin zaten hayatın bu' dedi. Müzik ilaçtır, zehirdir de. Başkaldırıdır, ağıttır da. Acı, dans, kahkaha, çığlıktır, kaçış ve kurtuluş. Anlatır, ayağa kaldırır, yerle bir eder, hayal ettirir, yol gösterir, yaşadır ve belki öldürür. Sinemaya, dansa, hatta şiire ve resme bakın; bence hepsi müziksiz eksik. Bir müzisyen şiir okumuyorsa, o filmi görmediyse, etrafa bakmıyorsa; çiçeğe, hayvana, insana dokunmuyorsa; acısını ve coşkusunu sonuna dek hissetmiyor; ölüm ve yaşam hakkında düşünmüyorsa bence o müzisyen de eksiktir."

'AKIM YARATABİLECEK ETKİLEŞİM VE ÜRETKENLİKTE DEĞİLİZ'

Müzikoloji eğitimi de alan Ceylan Ertem, tarihsel olarak inceleme fırsatı bulduğu bu alan için eski ve mevcut durum arasındaki farkı şöyle özetledi: "Elbette binlerce tabu varmış. Tabular yıkılmış. Bunu başarak tüm dev müzisyenler, kompozitörler her zaman öncelikli oldular. Mesela akımlar, ekoller... Şimdi eksik olan bu gibi. Eski tarihlerden bahsetmeyeceğim ama '60'lardan bahsetmek isterim; o kuşak çok önemli. Ve memlekette şairler, müzisyenler, yazarlar, ressamlar bir araya gelir, saatlerce sohbet eder; 'ölmeme günü' icat eder ve buna bağlı kalıp gelenek haline getirir, birbirini beslermiş. Şimdi ise bunu yapmıyoruz ve hepimiz dolayısıyla tüm disiplinler birbirinden oldukça kopuk. 68 kuşağı... Politik ve sanatsal anlamda inanılmaz olaylar, tavırlar, ürünler... Akım yaratabilecek etkileşimde ve üretkenlikte, farkındalıkta değiliz."

Magazin tarzının da sanata ve sanatçıya, toplumun algısına müdahale ettiğini düşünen Ertem, ne iş yaptığı dahi bilinmeyen kimselerin ana akım gazete ve televizyonlarda konuşturulduğunu anımsattı. Toplumun önemli kesiminin de bu tuhaflığa ortak olduğunu söyleyerek, bir 'afyon' durumunun yaşandığını dile getiren Ertem'e göre; müzisyenlerin bir dernek ve sendika çalışmalarının olmaması, bu olumsuz durumu geliştiriyor: "Oyuncular örgütlenme konusunda şanslı ve çalışkan. Bizim bin tane derdimiz var ancak nereye, kime bunları aktaracağız; kimler olarak ayaklanacak, nereden başlayacağız..."

"34 Kadın 34 Portre" isimli, kadına karşı şiddeti işleyen projede de yer almış olan müzisyen Ceylan Ertem, son sözlerini Türkiye'de hızla artan kadına şiddete ayırdı: "Sanatçıların bu sorunu sürekli gündemde tutması gerekiyor. Konuyla ilgili tüm sosyal projelerde yer alınmalı. Özellikle popüler isimler farkındalık için bu yönlü girişimlerini artırabilir. Ancak bu bir yere kadar etkili olabilir. Eşiti, kızını döven, öldüren bir adamın sanat eseri vasıtasıyla ıslah olacağını ummak hayal. Yine de susmayan, göz yummayan, cesaret edinen kadınlara ihtiyaç var. Devletin tutumu ise inanılmaz. Şiddetin bu denli yüksek olduğu bir başka ülkede çoktan önlemler alınmıştı. Ama devlet yanlış yapmaya, yanlış yaptırmaya devam ediyor."

Gungor "God is not a white Man"


Tanrı beyaz bir adam değil  mi ?

Ceylan Ertem


Doktorum bana yıllar önce bir dinleme kaseti vermişti.
“ceylan şimdi kendini suların aktığı, kuşların öttüğü,
yemyeşil bir vadide hissedeceksin” diye başlıyordu
Birtakım su ve kuş seslerine rüzgar eşliğinde doktorum”evet şimdi 10’a kadar sayınca tüm kaslarımızı gevşetiyoruz” diye devam ediyordu…
Bu kaseti her gün dinlemek zorunda ve o terapiyi uygulamak zorundaydım
yaşım 15
(bir keresinde hoşlandığım oğlan ne dinliyorum diye walkmanimi takmış, yanlışlıkla dinlemiş, zaten platonik olan ilişkimize daha da şüpheyle yaklaşmaya başlamıştı)
Bu yalan bir dünyaydı tabii
Binalar arasında gözlerimi kapatıyor, bir cennet düşlüyor, 
yarım saat sonra gözlerimi açıyor 
ve gerçek dünyada nefes almaya çalışıyordum
Şimdi ormanlar yanıyor, kuşlar ve bir sürü canlı ölüyor, 
her gün yeni bir habere içimiz acıyor, ağaçlar eziliyor, sökülüyor…
15 yaşımda yaptığım o terapinin şimdi de bir faydası olamaz
Gözlerimi kapatıp hayal kurarak rahatlayamam
Binalar arasında kayboluyorum
Nefes alamıyorum
Duvar kenarlarından yürümekten yoruldum
Bir vadi çağırıyor beni
Ben çağırıyorum o vadiyi
Yemyeşil bir gelecekle buluşalım istiyorum
Gökyüzü mavi olsun
Yağmur yüzüme yağsın…
İstanbul bazen çok zorsun
Bu kadın zaten hep kırgın bir kız çocuğu
Birileri var düşleri gerçek kılacak
10’a kadar sayacağım ve tüm baltalar kırılacak!

Mizah

Roboski / Uludere


** Sen i n s a n değil misin ?

Osman Erkan





Bende hüzün şeker nasıl öyle




ben oldum olası bulut falına inanırım

bende hüzün şeker nasıl öyle



ben oldum olası

sumru yüreği

ham bir yıldızın sütdişlerinde,

güneş köpüğü dudaklarına susarım.



ben oldum olası

kaç sanrı kaç ölüm eder zamanın

dipsuyunda;

deniz,

üstüme üstüme gelir gözlerinde

koşarken sana kalbim, ceylan nasıl öyle



ben oldum olası

her gece

karnı burnunda bir martıyla,

yitik bir şairin

sarımor,

tütün telvesi dudaklarında

kanlı izmaritlerini içerim tutkuların.



ben oldum olası

mevsimler;

kuyruksuz akrep sözcüklerle kuşatılır.

saatler;

ipin göbeğini geren dar ağacımdır.



ben oldum olası

seyhan kıyısında: antika acılar

alır, acılar satarım gökyüzüne.

bende hüzün şeker nasıl öyle

1 Ocak 2014 Çarşamba

Takeshi Kitano Dolls / Bebekler
















Ülke: Japan
Süre: 114 min
Tür: Drama, Romance
Yönetmen: Takeshi Kitano
Yazar: Takeshi Kitano
Oyuncular: Miho Kanno, Hidetoshi Nishijima, Tatsuya Mihashi, Chieko Matsubara, Kyôko Fukada, Tsutomu Takeshige, Kayoko Kishimoto, Kanji Tsuda, Yûko Daike, Ren Ohsugi, Shimadayu Toyotake, Kiyosuke Tsuruzawa, Minotaro Yoshida, Yoshida, Shôgo Shimizu


İş Ararken



Tüketici davranışlarını analiz ederek, rekabetçi satış stratejileri oluşturabilir misin Olric?
Tedarikçi ilişkileriyle pazardaki konumu Nâzım Hikmet şiirleri gibi güçlendirip, mağaza kârlılığını deyimler sözlüğüyle destekler gibi yönetebilir misin?
Pazar paylarıyla eğilimlerin takibini Kinyas, ürün gamının oluşturulmasını Kayra ve satışları artıracak aksiyonları roman seçer gibi alabilir misin?
Dağıtım kanallarına, ürünleri zamanında tedarik ettirecek motivasyonu sağlamak adına akrostiş şiirler yazabilir misin?
Satış geliştirmeye yönelik hazırlanan raporları günlük, haftalık ve aylık olarak takip ederek, bir küçüğe uyumadan önce masal anlatır gibi analizlerini yapabilir misin? Kitap kurdu, kitap dostu, kitap delisiysen gel. Okuyalım, öğrenelim.


Narphotos

Hundreds of people jump over the turnstiles to protest the subway security attack on a homeless man. 20 year old man, Aykut Kelek was seriously injured by the attack of subway security guards after he attemped to jump over the turnstiles yesterday. 

Parası olmadığı için metro turnikelerinden atlayarak geçmeye çalışan 20 yaşındaki evsiz Aykut Kelek’in güvenlik görevlileriri tarafından feci şekilde dövülmesini protesto etmek için toplanan yüzlerce insan, parasız ulaşım sloganları atarak geldikleri Taksim metro turnikelerinden atlayarak geçti.
© Saner Sen/Narphotos