İNSANIN BİTMEYEN SORGUSU
Velhasıl- III
‘Hiç kuşkusuz bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez. Ve Allah hak eden bir toplumu cezalandırmayı murad ettiği zaman, onu engellemek mümkün olmaz; Ondan başka sığınacak bir merci de bulamazlar.’ Rad 11
Toplumsal değişim üzerine konuşacaksak Rad suresi 11. Ayeti nasıl gözden kaçırabiliriz ki? Eğer toplumun ve hayatın yeniden inşası üzerine konuşacaksak Kur’an’ın tasavvur ve aklın ‘akleden kalp’ olarak yeniden inşa edilmesini öngören yasasını görmezden gelemeyiz. Çünkü biliyoruz ki Allah’ın bir toplumun gidişatı hakkındaki iradesi, o toplumu oluşturan bireylerin iradelerinden bağımsız değildir. Değişimi başlatacak olan kişinin kendisidir. Çünkü asıl devrim bireylerin kalbinden başlamadan toplumun kalbine varamaz dostum. Çünkü içini aydınlatamayan, dışını asla aydınlatamaz. Kendilerini eğitemeyenlerin başkalarının eğitimleri üzerine edecek hiçbir sözleri yoktur. Yani diyeceğim o ki devrimin başlangıç noktası kalbimizin yeniden başlama noktasıdır. İnsanlığa diriliş muştulama umudu için başlangıç yeri kendi yüreklerimizdir. Şimdi herkes eve dönsün. Şimdi herkes kalbine dönsün.
…
Amerika’da bir adam üç güne yakın bilgisayar başında oturduğu için yemek yemeyi unutarak ölmüş. Yaşarken ölmek adına, ölümün onurunu kırmayın.
…
Bilenler bilir, bir şehrin bir adamın içinde yaşama hikayesinden dem vurulduğu zaman akıllara ilk gelmesi gereken isim Khaled Hosseini’dir. Doğduğu toprakların insanın kalbinde ekin vermesi Afganistan’ın Khaled Hosseini’nin kalbinde kelimelere dökülmesi gibidir. Bu samimi bağ, bu kentin kalbin damarlarından beslenişi, bizlere Afganistan’ı, Kabil’i sevdiren iki kitaba dönüşür Hosseini’de. Uçurtma Avcısı [Khalid Hosseini, Everest Yay. 2003] ve Bin Muhteşem Güneş[Khaled Hosseini, Everest Yay. Nisan 2008] İngilizce olarak Amerika’da piyasaya sürüldü ve çıktığı zamanlarda NewYork Times da hep bestseller olarak seçildi. İki kitabın öyküsünün de Afgan dağlarından, Kabilin sokaklarından geçtiği düşünülürse kalbimizdeki Kabil aşkını biraz buraya bağlayabiliriz. Tüm Afganlılar gibi Rusya’ya kini kitabın satırları arasından taşan yazarın Amerika’ya olan yoğun sıcaklığının nedenini asla bilemeyeceğiz. Ama Afgan halkının soğuk savaşın bir maşası olarak kullanıldığı, egemen güçlerce harcandığı ama yine de bir gün olsun umudun bitmediği, güneşin Afgan dağlarının her sabah inadına en parlak haliyle tekrar yükseldiği, ve Afgan kızlarının gülüşlerinin hiç solmadığı yazarın satırları arasına yansıyor, ve içinizde bir ateş Afganistan için tekrar alev alıyor. Kalemi toprağından ayırmayan yazarımız Hosseini’nin son kitabı çıkmış, kuşlardan duyduk. Iki kardeşin Kabile giden yoldaki öyküsünü anlatan kitaba ‘Ve Dağlar Yankılandı’ adını koymuş üstad. Kalbimizde bir Afganistan güneşinin sıcağına delicesine ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde ne iyi gider değil mi yeni bir öykü.
…
Son günlerde piyasaya çıkan Marx’ın damadı Paul Lafargue’a yazdığı ‘sigortan, işin var mı’ tadındaki mektubu hepimize ‘insan ne olursa olsun insan’ yorumunu yaptırmıştı. Damadının tembelliğinden, işsizliğinden kaygılanan kaygılı kayınbaba mektupta epey ağzının payını veriyor tembel damada. Marx da bizdenmiş diyor kaygılı babalar mektubun sonunda.
Geçenlerde Bülent Özükan’ın hazırladığı Klasik Müzik Koleksiyon’u derlemesine göz gezdirirken babalar ve çocukları arasındaki bu değişmez yasanın Mozart’ın hayatından da geçtiğini okudum. Müziğin memleketi Paris’i habersiz terkederek yeni tanıştığı insanlarla birlikte müzik yapmak için oradan oraya taşınan ve mütemadiyen de kazık yiyen Mozart için babasının 12 Şubat 1778 mektubu oldukça öfkeli;
‘4 Şubat tarihli mektubunu büyük hayret ve korku içinde okudum. Yazdıklarının etkisiyle uykusuz geçen bir geceden sonra bu satırları kaleme alacak gücü kendimde buldum. Çevrendeki insanları tam olarak tanımadan, onların her söylediklerine kanmak belki de senin en büyük kusurun. Tüm alien ve Paris’te seni bekleyen parlak geleceği bir yana itip, hiç tanımadığın insanlarla konserler yapmayı hayal edebiliyorsun? Bay Weber ve Aloysia ile yapmayı planladığın geziyi, sanki bir roman okur gibi okudum. Böylesine gerçekten uzak bir düşünceyi nasıl aklından geçirebiliyorsun? Hemen Paris’e doğru yola çık!’
Hepimizin yapmak istedikleri büyüklerimize masal gibi geliyor hikayesi bir 18. Yüzyıl dâhisinin hayatında daha öfkeli bir yer bulmuş. Daima babalar ve evlatlar arasındaki durdurulma, aşırı korunma, ve anlaşılmama modern çağın değil, tüm çağların sorunu olmuş.
…
Kestirmeden ölüm;
- Bir boşluk kendisini durmadan var kılabilir.
…
Ben bu yazıyı yazarken takvim 12’sini gösteriyordu Eylül’ün. Başka bir ayın 12’si olsa elbet bir tebessüm edip geçebilirdik, ama söz konusu Eylüldü. İnsanlar doğduğu ve öldükleri günü bir seremoni halinde hatırlar ve yeniden yaşarken, bir toplumun kalbinden kurşun yiyerek can verdiği günler de unutulmuyor elbet. Zaten kalbe dehşet saçmış bir yara kaç zaman geçince unutulabilir ki? Eliezer Wiesel Nobel Barış Ödülü konuşmasında Naziler tarafından alındıkları Auschwitz-Birkenau toplama kampı için şöyle demişti; ‘Bunu bizzat yaşamamış olanlar asla anlamayacak. Yaşayanlar ise asla anlatmayacak. Ne doğruyu ne de tamamını… Geçmiş ölülerindir.’ 12 Eylül demek işkencenin bedenler üzerinden geçerek asıl cinayeti ruhlarda işlemesiydi. Toplumun nasıl toplu bir mezar haline dönüştürüldüğünü konuşalım demiştik ya hani, işte 12 Eylül bu projenin cellatlarının bayramıdır. 12 Eylül bir geçmiş değil, bir ruhtur, ve ömürlerini o ruhu diriltmeye adamış Firavunlar daima olacaktır. Onu gelecekte de mümkün kılmaya çalışacaklar için insanlık dileyin. Zira onlar insanlığın tadına bakmış değiller.
…
Geçen şöyle yazmış bir abi, tokat gibi geldi; ‘herkes uyurken çalışma masalarının lambaları sabaha kadar açık gençler ne için endişeleniyordu?’
** Resim ; Iman Maleki