Müzik

6 Ekim 2013 Pazar

Emek Erez

Latin Amerika Kurtuluş Teolojisi: Teolojinin Devrimci Boyutu


 Din, insanın tarihi boyunca yaşamının belli bir noktasında var olan bir olgudur. İnsanların a
nlayamadıkları, açıklayamadıkları olayları anlamlandırma çabasıdır. Doğaya bağımlı bir yaşam süren insan için doğa dinin tam kendisiyken (güneş, su, toprak ana), devletli toplumlarda iktidarın tekleşmesi tanrıyı da tekleştirmiştir. Bu süreç tek tanrılı dinlerin doğuşuna sebep olmuştur. Dinin boyutu ve algılanışı ise toplumsal süreçlerle belirlenmiştir. Açlık, yoksulluk, kuraklık gibi durumlar dine farklı işlevler yüklemiş ve insan yaşantısında din farklı toplumlarda farklı işlevleri beraberinde getirmiştir.



Latin Amerika’da ise din mücadeleci bir misyon kazanmıştır. Fetihten bu güne ezilen halkın mücadeleci ruhu bu kez Latin Amerikalı Katolik papaz ve rahiplerin onurlu tavrıyla devrimsel bir mücadele boyutu kazanmıştır. Dinin mücadeleci bir boyut kazanması Latin Amerika’nın tarihsel sürecinin bir getirisidir. Özellikle 1917-1927 arası, Latin Amerika’nın bir çok ülkesinde işçi mücadelesinin güçlendiği yıllardır. Topraksız kalan tarım emekçileri şehirlere göç edip, esnaf ve zanaatkâr olarak atölyelerde, küçük sanayi işletmelerinde, yabancı sermayeye ait maden ocaklarında ve tersanelerde çalışmaya başladılar. 1917 Bolşevik Devrimi’nin de etkisiyle yükselen Anarşist ve sendikalist hareketler ile maden işçileri önderliğinde örgütlenen kitlesel eylemler ve genel grevler, Latin Amerika başkentlerini sarsmaya başladı ve devam etti.[1] Latin Amerika’nın bu eylemci tarihi kuşkusuz bölgede bulunan kilise ve rahipleri etkiledi. Ayrıca Hıristiyanlığın yoksulluk öğretisi de sömürenin yanında değil ezilenin yanında olmayı gerektiriyordu.

Kısaca Latin Amerika halklarının mücadeleci ve eylemci geleneğiyle birlikte kilisenin de tavrı ezilenin yanında olmayı gerektirmiştir. Yoksul bir yaşam süren Latin Amerika’nın yerli halklarının kaybedecek bir şeylerinin kalmaması da kiliselerin taban cemaatleri içinde örgütlenmeyi güçlendirmiş ve inanç devrimci bir harekete kurtuluş teolojisine dönüşmüştür.

Hristiyanlık Öğretisi Ve Kurtuluş Teolojisinin Biçimlenişi

Katolik kilise, XIV. yüzyıla dek, en azından kuramsal olarak, yoksullar ve yoksulluk görüngüsüyle iç içeydi. Bir köle dini olarak doğan ve önce dünyanın yoksul halkları arasında yayılan Hıristiyanlık, bir süre sonra Roma İmparatorluğunun resmi dini haline gelse de, “yoksul kökenleri” ne bağlılığı ideolojik bir sorunsal haline getirmeden, hayır faaliyetlerini uzunca bir süre devam ettirmiştir.[2]

Ancak 12.-13. Yüzyıl Avrupa’sını kasıp kavuran Rafızî hareketleri, Özellikle de Cathari isyanları Katolik kilisesinin yoksulluk ve yoksullarla karşı karşıya gelmesine sebep oldu. Böylece yoksullardan yana olan bazı tarikatlar kapatıldı ve yoksullar kilisenin söyleminden uzaklaştı. Yoksulluk ve yoksullar konusu XIII. Léon döneminde Rerum Novarum tamimi ile tekrar gündeme geldi. Avrupa’da Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi süreçleri yeni sınıfların ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Bu durumun kilisenin gözden düşmesine sebep olması üzerine Léon XIII ortaya çıkan bu yeni sınıflar içinde kiliseye bir yer edinmek amacıyla işçilerin durumuna dikkat çeken Rerum Novarum tamimini ortaya koymuştur bu durum daha sonra Katolik kilisesince de kapsanan Kurtuluş Teolojisinin de temelini oluşturan “yoksullar lehine seçim” felsefesinin tohumlarını ekmiştir.[3]

Bu yeni söylem monarşiyle kilise arasına mesafe koyar, kilisenin pozitif bilimlerle diyalog halinde olmasını savunur. Ayrıca Katolik kilisesinin modernitenin dilini öğrenmesi ve muhafazakarlıktan uzaklaşması gerektiği yorumunu yapar. Bunun sonucunda Katolik partiler kurulur ve bu partiler sekülerleşme sürecindeki devletlerin yaşamında önemli rol oynarlar. Ancak XIII Leon ile başlayan bu atılımların uzun ömürlü olduğu söylenemez. Onun ölümünün hemen ardından ardılı Pius X bu süreci durdurma yoluna gider ve bu söylemden etkilenenlerin mahkum edilmesini sağlar. Onun ölümünden sonra konu yeniden ele alınsa da, dogma ve ahlak alanına dokunulmayacaktır. Bu durumda Kilisenin ruhban sisteme kesin olarak tabi olmasına ve bu nedenle baştan dogmatik düşünceye teslim olmasına sebep olur. [4]

Katolik kilisenin kentli sınıflar arasında tutunamayışı, özellikle kentli yoksul kesimlere hizmet sağlayan rahipleri yeni yönelişlere sevk eder. Bunlar arasında II. Dünya Savaşı’nda savaş tutsağı olarak Almanya’ya götürülmüş genç Fransız rahiplerin serbest kaldıktan sonra ülkelerine dönerek başlattıkları “işçi rahipler” hareketi, Kurtuluş Teolojisinin biçimlenmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Bu rahipler Fransa’da varoşlar içinde yaşayıp, paçavralarla dolaşmakta ve ekmeklerini yoksullarla birlikte çöpten toplamaktaydılar. Yoksulların kaderini paylaşmaları onların toplumsal adaletsizliğe olan hınçlarını arttırır ve eleştirilerini sertleştirmelerine neden olur. (Kolombiyalı gerilla rahip Camilo Torres’in bu işçi rahipler hareketinden beslendiği bilinmektedir.)[5] Ancak bu hareketler de uzun süreli olmaz.[6]

Katolik kilisenin bu tavrı emekçi kesimlerle aradaki duvarı kalınlaştırmakta ve kilisenin önüne çözülmesi gereken yeni sorunlar getirmekteydi. 1944’te kabul gören Hıristiyan esinli hümanizma Hıristiyan Demokrat Partilerin emek kesiminde örgütlenme çabalarını doğursa da burjuva temelli olan bu yapılar başarısız olmakta hatta zaman zaman komünist partilere doğru fileler vermekteydiler. Katolik kilisesinin bu iki uçlu politikası emekçi sınıflar arasındaki popülaritesini düşürmekte kilisenin bu durumu çözmek için çaba göstermesi gerekmekteydi.[7]

Nihayetinde Papa Jean XXIII’ ün girişimiyle yoksullar kilisesi formülü ortaya atılır ve bu girişim Vatikan II. Konsülünün(1962) ana temasını oluşturur. Bu durum çok derin sonuçlar yaratmasa da Katolik Kilisesi’nin sosyalizmle olan diyalogunun yolunu açmıştır. Latin Amerika, Afrika ve Asya kiliselerinde bu diyalogun alacağı biçim Kurtuluş Teolojileridir.[8]

Kısaca söylemek gerekirse Hıristiyanlık içinde Kurtuluş Teolojisi fikrinin doğuşu bu dinin yayılmasında oldukça etkili olan yoksulun yanında yer alma söylemidir. Bu söylemi dile getiren papaz ve rahipler, İşçi rahipler hareketi ve Vatikan II. Konsülü Kurtuluş Teolojisi felsefesinin temellenmesine ve bu fikrin Latin Amerika’da ezilenlerin mücadelesinde özel bir yere sahip olmasına sebep olmuştur.

Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisi

Vatikan II. Konsülünün yoksulun yanında yer alan bildirisi, Latin Amerika’da 1968’de Kolombiya’nın Medellin kentinde düzenlenen Latin Amerika Başpiskoposluk II. Konseyinde(CELAM) Kurtuluş Teolojisinin vücut bulmasını sağlayacaktır.[9] Konferans katılımcılarının çalışmalarına temel olmak üzere hazırlanan belgede şu ifadeler yer almaktaydı: “ Kilise sefalet ve adaletsizlik durumu karşısında, adaletsizlikleri mahkum etmek ve gerekli değişimleri desteklemekten ibaret olan vahiy rolünü istenen aciliyette gerçekleştirememiş, sıklıkla kutsalmışçasına “toplumsal düzenle” özdeşleşmiştir.[10] Bu söylem aslında bana göre kilisenin adeta bir günah çıkarımıdır çünkü toplumsal düzenle özdeş olma Hıristiyanlığın yoksulluk yaklaşımı ile tamamıyla çelişmektedir. Bu anlayış tam tersine ezene karşı ezilenin yanında olmayı gerektirir çünkü toplumsal düzenin devamlılığı her zaman düzenin sahiplerinin işine gelir. Bundan dolayı tarih boyunca ezilenlerin toplumun anormalleri ve düzen bozucuları olmuşlardır.

Konferansın belgesi yoksullar lehine tercih fikrini vurgulasa da; bu İncil mesajının yeniden formüle edilmesi anlamında devrimci bir yaklaşım değildi. Ancak Medellin’ deki gerçek kopuş, Latin Amerika Piskoposlarının ezilenlerin “ bütünsel kurtuluş” projesine destek vermeleriyle gerçekleşecekti.[11] Ayrıca bu konferansın nihai belgesinde ilk kez sadece var olan yapıların adaletsizliğini mahkum edip halkın temel haklarının ihlalini ve “kurumsal şiddeti” şiddetle eleştirilmekle yetinilmiyor, belli koşullar altında devrimci başkaldırının meşruluğu kabul edilip halkın her türlü kölelikten kurtuluş özlemleriyle dayanışma, vurgulanıyordu.[12] Bu konferansın söylemi bir bakıma yoksulluk vurgusunun ezilen vurgusuna dönüşmesine ve ezilenin her anlamda kurtuluşuna yer veriyordu.

Konferansın bildirisi Latin Amerika toplumlarında artan yoksullaşma koşullarında, kısa sürede geniş bir kesimde yayıldı. Kilisenin faaliyetleri özellikle Taban kilise cemaatleri (TCK) ler eliyle en ücra köylere, en uzak cemaatlere uzanabiliyordu. Ayrıca bu cemaatler, şehirleşme ve modernleşme sürecine direnmiş olan (özellikle kırsal kökenli) halkçı gelenek ve alışkanlıklar üzerinde temellenmekteydi.[13] Bu cemaatler içindeki rahipler Fransa’daki işçi rahipleri gibi en alt kesimde bulunan halklara nüfuz edip onlarla ekmeklerini paylaşmaktan kaçınmayıp, hem kilise hiyerarşisini hem de askerî rejimleri oldukça sert bir dille eleştirmekten kaçınmamışlardır.( Burada bir parantez açabiliriz taban cemaatleri aynı mahallede, aynı barakalarda, aynı köylük ya da şehirlik bölgede oturan ve incili birlikte okuyarak onu kendi yaşam deneyimleri ışığında tartışmak için buluşan komşulardan oluşan küçük bir gruptur. Taban cemaatleri kilise örgütünün bir parçasıdır ve papazlar, tarikat kardeşleri ve daha çok da tarikat kızkardeşleri ile düzenli bir bağlantısı vardır.[14]Onların bu tavrı sık sık hedef haline gelmelerine yol açmıştır Nitekim El Salvador’da Kurtuluş teolojisinin öncülerinden Başpiskopos Oscar Romero, askerleri komutanların emirlerine uymamaya çağıran ünlü vaazından bir gün sonra, öldürülmüştür.[15]

Kurtuluş Teolojisin temellenmesinde önemli rolü olan bir diğer konferans 1979’da Meksika’nın Puebla kentinde toplanmıştır. III. Latin Amerika Piskoposları konferansı olarak bilinen bu konferansta daha adil bir toplumsal ve iktisadi örgütlenmenin altı çizilmiştir. Başpiskopos Romero Louvain Üniversitesi tarafından kendisine verilen fahri doktorlu unvanını alırken yaptığı konuşmada bu konferansta alınan kararları şöyle yorumlamıştır: “Puebla’da Milyonlarca Latin Amerikalının içinde yaşadığı insanlık dışı yoksulluk durumunu, en yıkıcı ve aşağılayıcı bela olarak ilan ettik ve bu durum yüksek bebek ölüm oranları, yeterli konutların bulunmayışı, sağlık sorunları, açlık ücretleri, işsizlik v.b şeylerde ifadesini bulmaktadır.” Romero’nun bu ifadesi yine ezilmişliğe vurgu yapmaktadır. Aynı zamanda Latin Amerika halklarından yana bir isyanın çığlığı gibidir.[16]

Yukarıda bahsettiğimiz konferanslar Kurtuluş teolojisinin biçimlenişini sağlamış kilisenin ezilenin yanında olduğunu adeta ilan etmiştir. Bu nokta da aklımıza gelen soru şudur: Kilise neden böyle bir karar aldı? Evet Hıristiyanlık öğretisi yoksuldan yana temellenmişti, ancak bu tavır yalnızca yoksulunun yanında olmakla açıklanamayacak kadar radikaldi. Kuzey Amerikalı uzman Thomas Bruneu’ya göre kilise toplum içindeki etkisini sürdürmek için ve toplumda yükselen diğer akımlar içinde kaybolmama çabasıyla kurtuluş hareketini destekledi.[17] Bu görüş hiç yabana atılmayacak kadar önemli görülse de bence, Kurtuluş Teolojisi içinde yer alan, önderlik eden, canını hiçe sayan rahip gerillalara haksızlık olacaktır. Çünkü amaç sadece Kiliseye toplum içinde bir yer bulmak olsaydı reformist politikalarla ya da pratiğe geçmemiş söylemle de bu yapılabilirdi. Oysa Latin Amerika’da durum farklıdır Kiliseler ezilenin davasını kendi davaları haline getirebilmişlerdir. Oldukça tek yanlı olsa da bir başka yararlı açıklama Hıristiyan solcu sosyalistler tarafından yapılmıştır. Onlara göre “kilise değişti çünkü halk kurumu üstlenerek onu değiştirdi ve kiliseyi kendi çıkarları çerçevesinde davranmaya zorladı.[18] Bu durum neden şimdi sorusunu akla getirse de Kilisenin altmışlardan beri değişmeye başlayan dönüşümüyle açıklanabilir. Daha önce de bahsettiğimiz II: Konsül ve sonraki gelişmeler Kurtuluş teolojisinin temellenmesine pratiğe geçmesine sebep olmuştur. Bu yolla, Hıristiyan inancı ile gündelik toplumsal aktivitelerin belirgin bir şekilde bir arada büyümesi gerçekleşmiştir. Bu durum sıradan insanların sadece sığınılacak son sığınak olarak kiliseyi görmelerinin ötesinde, var olan gücü herkesle paylaşmak gibi daha sonraki hareketleri müjdeleyen olgularda önemli bir rol oynamıştır.[19]

Bütün bunların yanında unutulmaması gereken bir başka neden de Latin Amerika’da yerlilerle özdeşleşen isyan geleneğidir. Söz konusu isyan geleneği öne çıkan “eşitlikçi” ve “hümanist” özellikleriyle Latin Amerika piskoposlarının ifadelendirdiği “Kurtuluş Teolojisi” nin önünü açmış ve Marksizmin başkaldırısıyla kısa sürede içselleşmesini sağlamıştır.[20]

Latin Amerika Kurtuluş teolojisi hareketinin ortaya çıkışı ve Marksist tavrı şaşırtıcı olmasa gerekir çünkü bir mücadele biçimi ortaya çıkarken kendisinden önce ya da aynı süreçte var olan hareketlerden beslenir ve onu örnek alır. İsyanlarla dolu Latin Amerika tarihinin deyim yerindeyse bağrından çıkan hareketin de aynı perspektifi yansıtması gayet doğaldır. SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte Latin Amerika’da var olan sol akımlar oldukça yıpratıcı bir süreç geçirmiştir. Ancak Kilise içinde ki örgütlenmeler çok zarar görmemiştir. Bu nedenle bir bakıma aslında Marksistlerin hayal kırıklığına uğradığı bir süreçte kilise içindeki Marksist yönelim bu süreci çok zarara uğramadan atlatmış ve bir anlamda hem dünyada hem de Latin Amerika coğrafyasında umudu canlı tutmuştur. Ve bu umut Latin Amerika isyan geleneğiyle birleşerek bu topraklarda yaşanan olumsuzluklara karşı bir mücadele şekline dönüşmüştür.

Kurtuluş Teolojisi Nedir?

Kurtuluş Teolojisinin ne olduğu sorusunun yanıtlamak, oldukça güç ve karmaşıktır. Şimdiye kadar bu hareketin bir yoksulluk mücadelesi kökeninden bahsettik, ancak sadece yoksulluk mücadelesi bu sorunun oldukça dar anlamda yanıtlamamıza sebep olur. Kilise içinde bir sınıf mücadelesi olur mu? Sorusuna ise hem evet hem de hayır şeklinde yanıt verebiliriz. Belli tavırlar, egemen sınıfların ya da ezilenlerin çıkarlarına denk düştüğü ölçüde evet. Ama öte yandan “ Yoksullar kilisesinin önderliğini oluşturan piskoposların, civzitlerin, papazların bizatihi kendilerinin yoksul olmadıkları unutulmamalıdır. Sömürülenlerin davasına bağlılıkları, kendi dinsel kültürleri, Hıristiyan inançları ve Katolik geleneklerin uyandırdığı manevi ve ahlaki motivasyonun bir sonucudur. Dahası sendikaların, taban cemaatlerinin, mahalle derneklerinin binlerce devrimci Hıristiyanın motivasyonunda da bu manevi ve dinsel boyut önemli bir etkendir. Bir bakıma bu hareket toplumsal hareketin manevi ürünüdür. Manevi ürün kavramı Marks’ın Alman ideolojisinden kaynaklanmaktadır, ama birleştirici bir dinsel öğreti vererek bu hareketi meşrulaştırmak suretiyle de, onun genişlemesi ve güçlenmesine muazzam bir katkı yapmaktadır. Leonardo Boff’un sözleriyle Kurtuluş Teolojisi, önceden gerçekleşmiş bir pratiğin yankısı ve manevi kabulüdür. Yani o, yeni teolojik yazılardan çok önce 60’ların başında ortaya çıkmış, geniş bir toplumsal hareketin ifadesi ve haklı göstergesidir.[21] Boff’un bu sözlerine şu anlamda katılmak mümkündür 60’lardan itibaren kilisenin ve Latin Amerika’da düzenlenen konferansların söylemi ezilenin ve yoksulun yanında olmayı vurgulamaktadır. Bu bakımdan Kurtuluş Teolojisi bu söylemin pratiğe geçmesi şeklinde yorumlanabilir. Kurtuluş teolojisindeki pratik, yoksullarla ve ezilenlerle dayanışma içindedir ve köklü, dönüştürücü toplumsal toplumsal ve siyasi değişimler sayesinde kurtuluşu ve insani bir düzeni getirme niyetindedir. Politik teoloji bağlamında ise bu konu toplumsal gerçeklerdir ve bunları açığa çıkarmak ikinci teolojinin işidir. Yani toplumsal gerçeklerin ana hatları belirginleştirilmedir ki teolojik açıdan ele alınacak gerçek konular ortaya çıkabilsin. [22]

Kurtuluş Teolojisini Teologları da yukarıda bahsettiğimiz söylemlerden beslenmiş olsalar da onların yazılarında Katolik veya Protestan kilise öğretisinden radikal bir biçimde ayrılan bazı temel ifadeleri bulmak mümkündür. Bunların en önemlilerinde birkaç örnek vermek gerekirse:
Yoksulluğun nedenlerini, kapitalizmin çelişkilerini ve sınıf mücadelesinin biçimlerini anlamak için Marksist yöntemlere başvurulmalıdır.
Dinin asıl düşmanı olarak ( ateizme değil) putperestliğe karşı, yani yeni firavunlar, Sezarlar ve Herotlar tarafından tapılan refah, iktidar, ulusal güvenlik, devlet, askeri güçler, “ Batı Hristiyan uygarlığı” gibi putlara karşı mücadele edilmelidir.
Yoksulların tarafı açıkça tutulmalı ve onların kendi kurtuluşları için yürüttükleri mücadele desteklenmeli.[23] ( Löwy 1996: 43)

Sözünü ettiğimiz bu ve benzeri söylemler, Perulu yazar Gustavo Gutierrez, Brezilyalı yazar Clodovis Boff, El Salvadorlu yazar İgnagio Ellacuirra, Şilili yazar Ronaldo Minos gibi bir çok yazarın eserlerinde temel olarak yer almaktadır.

Bu söylemlerin yanı sıra Hıristiyan devrimci önderlerin bizzat kendi eserleri de aslında Kurtuluş Teolojisi kavramını açıklamamıza yardımcı olmaktadır. Katolik öğrenci gençliği önderlerinden birisi olan Frei Betto işkence gören Dominiken arkadaşlarının portrelerini çizdiği kitabının ilginç bir sahnesinde kendisinin diktatörlüğün gizli polisince sorgulandığını anlatmaktadır:

“Bir Hristiyan bir komünistle nasıl çalışabilir?”

“Bana göre insanlar müminler ve Ateistler olarak değil olarak değil, tersine ezenler ve ezilenler olarak, bu adaletsiz toplumu ayakta tutmak isteyenler ve adalet için mücadele edenler olarak ikiye ayrılmaktadır.”[24]

Kurtuluş teolojisi, Latin Amerika’nın gerçekliğidir ve mevcut “servet uygarlığının” yerine geçecek olan “ yoksullu uygarlığına” dayanır. Bu görüşün etik kökenleri açıkça İncil’e dayanır; ama modern çağda mevcut “sermaye uygarlığına” karşı bir “emek uygarlığına” tekabül eder.[25] Böylece etik ve maneviyat bu somut insani deneyim aracılığıyla ifade edilir: işe, toprağa, eve veya sağlığa erişmek yalnızca ekonomik zorunluluklar değil, açıkça etik buyruklardır.[26]

Kurtuluş Teolojisi ile ilgili bir tanım yapmanın zorluğunun yanı sıra sanırım şöyle söylenebilir: Evet bu hareket Hristiyanlığın yoksulluk dini felsefesinden ve onun öğretilerinden beslenmiştir, ancak eylemde ve teoride Marksist gelenekle senkretik bir bağ kurmuştur.

Marksizm Ve İdealizm

Marksizm ve din yan yana durduklarında kuşkusuz çelişkili bir durum ortaya çıkmaktadır, Marks ve din konusu gündeme geldiğinde ise onun ünlü “halkın afyonu” sözü hatırlanır ki bu söz Kurtuluş teolojisi içinde bulunan Hristiyan önderlerin karşısına hep çıkartılmış ve Kiliseye yöneltilen eleştiriler hep bu eksenden bakılarak yürütülmüştür. Peki Marks’ın bu sözü tam olarak ne ifade eder? Bu söz aslında bir cümlenin sonudur ve cümlenin tamamı şöyledir:

“Dinsel sıkıntı hem gerçek sıkıntıların bir dışa vurumu hem de gerçek sıkıntılara karşı bir protestodur. Din tıpkı ruhsuz bir dünyanın ruhu olduğu gibi, ızdırap içindeki yaratığın bir feryadı, kalpsiz bir dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur.”[27]

Bu cümlenin özellikle “din halkın afyonudur” ifadesi bir çok teorisyen tarafından dinin halkı uyuşturucu bir misyonunun olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Ancak Latin Amerika Kurtuluş Teolojisi bağlamında bu cümlenin ötesinde bence geri kalan kısmının yeniden yorumlanmaya ihtiyacı vardır. Evet din “ gerçek sıkıntılara karşı protestodur” ki bu Latin Amerika bağlamında düşündüğümüzde gerçekten yaşanan yoksulluk, ezilmişlik karşısında bir protesto geleneğini doğurmuştur. Latin Amerika’da yaşananlar gerçekten Ruhsuz ve kalpsiz bir dünyada yaşanabilecek türden olaylardır ve bu mecazlı anlatım da kapitalist sömürgeci anlayışın ruhsuzluğunu ve kalpsizliğini temsil etmektedir, Dinin afyon görevi gördüğü sisteme hizmet ettiği durumlarda vardır ancak bu ikili bir durumdur. Din gerektiğinde toplumsal protestonun en önünde yer alabilir tıpkı Latin Amerika’da olduğu gibi… Kurtuluş Teolojisi içinde yer alan Hristiyanlar gerçekten de halkın acılarına ve yoksulluğuna vurgu yapmaktadırlar ancak bu yoksulluk, yalnızca bir ekonomik yoksunluğu değil aynı zamanda kültürel ve etnik kökenleri dolayısıyla ezilen yerlileri ve siyahları da kapsamaktadır. Özellikle kadınların özgül durumu, yani ataerkil Latin Amerika’da çifte ezilmeleri ön plana çıkarılmaktadır. Ve bu nedenle Marksizm ve İdealizm arasında bağdaşık bir tutum vardır.

Engels, maddeci, ateist ve dinin uzlaşmaz karşıtı olmasına rağmen, tıpkı Marks gibi, dinsel olgunun ikili doğasını yani yerleşik düzeni haklı göstermedeki rolünü, ama toplumsal dönüm noktalarında eleştirel, protestocu ve bizatihi devrimci rolünü anlatmıştır. Engels ilkin yoksulların, dışlanmışların, çaresizlerin ve baskıya uğrayanların bir dini olarak Hristiyanlık’la ilgilenmiştir. Ve şaşılacak bir biçimde modern sosyalizm ve ilk Hristiyanlık arasında bir parelellik çizmiştir. Ona göre her iki harekette kitleseldir, ezilen erkek ve kadınların hareketidir, sefalet ve kölelikten kurtuluşun habercisidirler.

Latin Amerika’da kilise, taban cemaatleri, rahipler, Katolik öğrenci gençliği gibi hareketler tıpkı Engels’in vurguladığı gibi kitleselleşmiş bir hareket yaratmış, ezilen erkek ve kadının yanında yer almış, sefalet ve kölelikten kurtuluşun habercisi olmuştur.

Nikaragua Ve El Salvador’da Kurtuluş Teolojisi

Nikaragua devrimi, Hıristiyanların aktif olarak yer aldıkları, Yeni Çağın ilk devrimidir. (1879’dan bu yana) Hıristiyanların mücadeleye katılmalarında dönüm noktası olan olay Medellin Konferansıdır (1968). Medellin Konferansından önce kilise Somoza diktatörlüğünü destekleyen oldukça tutucu bir kurumdu. Piskoposlar 1950’de yayınladıkları bir açıklamada, her otoritenin tanrıdan geldiğini bu nedenle var olan hükümete itaat edilmesi gerektiğini belirtmişlerdi. Ve devletin her türlü baskıcı tutumuna karşı bir ‘şakşakcılık’ rolü üstlenmişlerdi.[28]

Kilisedeki değişikliğin ilk işareti olarak, komşu ülke Panama’daki bir pastoral cemaatteki gönüllü çalışmadan etkilenen İspanyol papaz Józe de la Jara’yı anmak gerekir. Bu çalışma Amerikalı papaz peder Leo Mahon tarafından San Miguelito cemaatinde yürütülmüştü ve o Latin Amerika’da misyonerlerin “modernleştirici” değil, “devrimci” olmaları gerektiğine inanan birisiydi.[29]

San Miguelito cemaatini örnek alan rahibe Maura Clark, Theresacılar olarak bilinen rahibelerle birlikte ilk taban cemaatini kurdular. Bu cemaat incili “Sokratcı diyalog” metoduyla okuyup tartışmaya açıyordu. Bu cemaatin politik söylemi, oldukça azdı ancak kadınların hareket içinde yer alması onlara bir kişisel onur ve kolektif bilinç kazandırıyordu. Bu cemaat başka cemaatlerin kurulması ve gelişmesi için oldukça önemli bir noktada yer aldı ve benzer cemaatlerin kurulmasında öncü bir rol oynadı.[30]

Medellin konferansı CEB’lerin yayılmasına kırsal kesimdeki yoksulların buralarda örgütlenmelerini sağlamış kısa zamanda radikal bir tavır geliştirmişlerdir. Managua’da başlayan hareket ve radikalleşme bu üyelerin çoğunun Frente Sandinista de la Liberation National / Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN)’ye katılmalarını sağladı. 1960’ların başında başlayan FSLN gerilla hareketi bu Hıristiyan radikalleri onlara hiçbir ideolojik dayatmada bulunmadan kabul etti. Bu arada Katolik üniversitesinden bazı öğretmenler FSLN içinden öğrencilerle diyaloga geçtiler. Bazı Hıristiyan öğrenciler Managua’nın yoksul kesiminde bulunan halkla yaşamaya başladılar. FSLN ile bağımsızlıklarını koruyarak ilişkiye giren bu radikal Hıristiyanlar “Hristiyan Üniversite Hareketi”ni kurmuşlardı. Ayrıca Managua’nın doğu kesimindeki öğrenciler ( aralarında Fernando Cardinal’de vardı) “ Hıristiyan Devrimci Hareketi” ni kurdular. Bunların yüzlercesi kısa zaman içerisinde Sandinistlere katıldılar.[31]

Bunların dışında sözün delegeleri adı verilen Kapusenler ve Civzitlerden oluşan gönüllü birlikler, kırsal bölgelerde okuma yazma kursları vermek, sağlık ve tarımla ilgili bilgilerini paylaşmak üzere faaliyet gösterdiler ve İncil’den parçalar okuyup tartışmak üzere konferanslar düzenlediler. Sözün delegelerini yetiştirmek amacıyla 1969’da “Tarımsal İlerleme İçin Protestan Komite” (CEPA) örgütünü kurdular. Bu komite gelecekte ayaklanmanın merkezi olacak olan bölgelerde oldukça etkindi. Sözün delegelerinin sıkça soruşturmaya uğramaları teolojik ve politik radikalleşmeye sebep oldu ve bu durum onları FSLN’ye yöneltti. 1978’de CEPA kilise ile biçimsel ilişkilerini kopartarak FSLN’nin kesin müttefiki olan bağımsız bir Hıristiyan örgüt haline geldi.[32]

Daha az radikal olsa da Protestanlar da benzer aktiviteler yürüttüler. 1972’deki deprem felaketinden sonra “Protestan Yardım Ve Gelişme Komitesi” (CEPAD) kuruldu. Bu Komite insan hakları için mücadele ederek Somoza rejimine karşı düşmanca bir tutum geliştirdi.[33]

Bütün bu örgüt ve komitelerin radikalleşmeleri Somoza rejiminin baskıcı tutumunun bir sonucudur. Rejimin bu baskıcı tutumu birçok Hıristiyan’ı Frente’nin savaşçı birliklerine katmıştır. Bu katılımcılardan birisi de Kutsal Can tarikatı misyoneri papaz peder Gaspar Garcia Laviana’dır. 1978 tarihli bir mektupta FSLN’ye katılma nedenini peder şöyle anlatıyor:

“Eğer temel insan haklarını büyük oranda tehdit eden ve ulusun ortak çıkarlarına zarar veren ve bir kişiden ya da apaçık adaletsiz bir yapıdan kaynaklanabilecek bir tiranlık varsa, devrimci ayaklanmanın haklılığı savunulabilir”.[34](Löwy 1996: 79)

Peder Gaspar Garcia Laviana 1978’de ulusal muhafızlarla girdiği çatışma da öldürülür.

Diktatörlüğün baskıcı tutumu arttıkça, kilise hiyerarşisi Somoza’ya karşı giderek daha eleştirici olur. Nikaragua piskoposlar konferansı 6 ocak 1978’de yayınladığı “Tanrı Halkına Mesaj” da şöyle diyordu:

“Halkımızın büyük çoğunluğu, her açıdan adaletsiz bir mülkiyet dağılımının sonucu olan insanlık dışı koşullar altında acı çekiyorsa, kırlarda ve kentlerde birçok yurttaşın ölümü ve kaybolması hala bir sır olarak duruyorsa, yurttaşların hükümeti seçme hakkı politik partilerin oyunlarıyla işe yaramaz hale getiriliyorsa, artık daha fazla susamayız.”

Birkaç gün sonra liberal muhalefetin önderi Pedro Joaquin Chamora öldürüldü. Bu olay diktatörlüğün sonunun başlangıcıydı. Hatırlatmak gerekir ki piskoposlar açıkça FSLN’yi desteklememişlerdir. Onların bazı söylemlerinde hükümetin baskısı ile devrimci ayaklanma arasında hiçbir ayrım yapılmamakta, her ikisi de “şiddetsizlik” adına reddedilmektedir. [35]

Ancak ayaklanma da bu söylemler hiç etkili olmamıştır. Mücadelenin en örgütlü ve etkili olduğu yerler geçmişte CEB’lerin, Sözün Delegelerinin ve radikal Hıristiyanların etkili olduğu yerlerdir. Ayrıca birçok kilise papazı, manastır papazı ve rahibe Sandinist’lere ayaklanma sırasında yiyecek, barınak, ilaç ve cephane sağlamıştır. Ve nihayet FSLN’yi destekleyen ve ulusal ve uluslararası meşruluğunu kazanmasına yardım eden 12’ler grubuna Fernando Cardenal ve Miguel d’Escoto dışında da Katolik gönüllü devrimciler katımıştır. (Löwy 1996: 81)

Nikaragu’da Sandinist’lerin devriminden sonra papazlar ve gönüllüler aktif bir şekilde Marksistlerle birlikte kurulan yeni devrimci hükümette de yer aldılar. Ancak bu durum elbette ki tüm Hıristiyanlar için aynı anlama gelmiyordu. Bu dönemde kilise devrimden yana olanlar ve karşı olanlar şeklinde iki farklı görüşü bünyesinde taşıdı. Devrim karşıtı piskoposların yanı sıra Vatikan’da Sandinizm ve dinin birlikteliğine, sınf temelli Marksist mücadeleye sıcak bakmamış olumsuz bir tutum sergilemiştir.

Bütün bunların yanı sıra sonuç olarak söylenebilir ki Nikaragua devriminin özgünlüğü ve ülke içinde, Latin Amerika’da ve dünyada çekiciliğinin nedenlerinden biri, Sandinizmin Hıristiyan bileşenidir.

Ve El Salvador….

Nikaragua’da olduğu gibi El Salvador Kilisesi içindeki değişiklikler de Medellin Konferansından sonra başlamıştır. Bu yeni dönem ve Kurtuluş Teolojisinin ilk yazılarının etkisi altında bir grup papaz 1972-73’de Aguliares piskoposluk bölgesinde misyonerlik çalışmaları yürütmeye başladılar. Bu grubun lideri kenti terk ederek, yoksulların yaşamını paylaşmak üzere yola çıkan civzit papaz Rutilo Grande idi. Bu misyon grubu, köylüler arasında yaşayarak, “kendilerini tanrının planına uygun olarak içerisinde ezen ve ezilenin olmadığı yeni bir dünya kurmaya adamış erkek ve kız kardeşlerin cemaati”ni kurdular.[36]

Bu cemaatler haftalık CEB toplantıları yapıyorlar köylülerle İncil okuyorlardı. Bu toplantılara 700 kişi katılıyordu ve bunların etkilediği çevre iki bin ile beş bin kişi arasında değişiyordu.

“Kutsal takdisin duacıları” olarak bilinen ve başlıca faaliyetleri tespih çekip dua okumak olan köylerdeki geleneksel dinsel yapının yerini Nikaragua’da olduğu gibi Sözün Delegeleri aldı. Misyonerler “yalvarmak” yerine yoksullarla birlikte dünyadaki köülüklere karşı mücadele etmeyi savunarak köylü dininin pasifliğini ve yabancılaşmasını kırmaya çalışıyorlardı. Ve sonunda toplumsal günaha-ki bununla kapitalist sömürüyü anlıyorlardı- karşı mücadele konusunda ısrarcı bir tavır sergiliyorlardı. Bu faaliyetler içinde önemli bir yeri olan peder Ruttilo’nun öldürülmesi dinsel dönüşüm ve buna bağlı bir politik uyanış getirdi. Ve bu uyanış mücadeleci eylemlere ve bilincin yükselmesine sebep oldu. Geleneksel dinin yerini devrimci bir din anlayışı aldı çok sayıda Hıristiyan “Silahlı Halk Kurtuluş Güçleri (FPL)’ye katıldı.[37]

Daha sonraki dönem sendikalara ve politikaya yönelimin devam ettiği bir dönem oldu. Devrimci Hıristiyanların bu yönelişi Kilise hiyerarşisinin bölünmesine neden oldu. Başpiskopos Monsignor Romero ve yardımcı Piskopos Monsignor Rivera y Damas, askeri misillemeler yoluyla halk hareketlerinin bastırılmasını, papaz ve gönüllülerin öldürülmesini mahkum ederken, diğer üç piskopos orduyu destekliyordu.[38]

1979’da Hıristiyan Köylü Sendikaları (FECCAS) önderi Apolinaro Serrano’nun ordu tarafından öldürülmesi, Kamuoyu tarafından oldukça büyük tepkiyle karşılandı ve bunun sonucunda bizzat silahlı kuvvetler General Romero’nun diktatörlüğüne son verdiler. Bunun sonrasında içerisinde sosyal demokratlarında bulunduğu bir koalisyon hükümeti kuldu. Ancak ordu iktidarı elinde tutmaya devam ederek sayısız gösterici ve köylüyü öldürdü. Bu olaylardan birkaç ay sonra Mart 1980’de Monsignor Romero öldürüldü. Cenaze töreninde ordu kitleye tekrar ateş açtı ve 35 kişiyi öldürdü.[39]

Kasım 1980’de Demokratik Devrimci Cephe (FDR)’nin tüm önderleri öldürüldü. Ve Aralık 1980’de ordu dört Kuzey Amerikalı Misyoner kadını ırzına geçerek katletti. Bütün bu olaylar beş silahlı grup halinde örgütlenen ve yeni kurulan “Farabundo Ulusal Kurtuluş Ordusu (FMLN) ve halkın orduya karşı genel bir saldırıya geçmesine sebep oldu. Ordu ABD’den aldığı sınırsız yardım, modern silahlar ve danışmanlar almasına rağmen isyanı bastıramadı. FMLN 1970’lerde birleşen iki akımın mirasçısıdır: isyancı Hristiyanlar ve muhalif Marksistler.[40]



Kurtuluş Teolojisini Olumsuz Etkileyen Durumlar

Kurtuluş teolojisi, kuşkusuz tutucu Protestanlığın Latin Amerika yoksulları arasındaki muazzam başarısından etkilendi. Yeni kilise Guetamala gibi bazı yerlerde eski taban cemaatleri üyelerini kendilerine çevirmeyi başarırken, başka ülkelerde ise etkisini örgütsüz toplumsal katmanlar arasında göstermiş, taban cemaatlerinin var olduğu yerlerde ise hiçbir etki gösterememiştir. Bazı istisnalar olmasına rağmen öyle görünmektedir ki, Protestanlık esas olarak, esneklik yoksulluğuyla malul ve yoksul cemaat yaşamının kendilerini “din pazarındaki” yeni rakiplere karşı zayıf düşürdüğü geleneksel Katolik papazlık bölgelerinde gelişebilmiştir. Ancak bu gelişme her durumda bir halk kurtuluşu kültürü geliştirilmesi konusunda bir tehdit oluşturmaktadır. [41]

Bunun yanında kurtuluş teolojisi Latin Amerika kiliseleri, kurum olarak büyük toprak sahipleri ile ittifakından vazgeçmek niyetinde değildir. “ Aydınlanma/// modernite” tartışmaları pek az nüfuz edebilmiştir Latin Amerika Katolisizmi’ ne. Ve Kurtuluş Teolojisini’nin toplumsal tahlillerde başvurduğu Marksist referanslar, Kurtuluş teologlarının toplumsal muhalefete, zaman zaman gerilla örgütleriyle yakın işbirliği, kilise kurumuna derin kuşkular uyandıracaktır. Katolik Kilise’nin “isyancı evladı”, Roma yetkesine ve kilisenin birliğine yönelik bir tehdit olarak algılanmaktadır. [42]

İlk hamle, Medellin Konferansı düzenleyicisi CELAM’ın denetimden kaçmasına karşı örgütün iplerinin yeniden Kilise hiyerarşisinin eline geçirilmesi girişimi olur. Bunun için Bogota Piskopos yardımcısı, Kurtuluş Teolojisi’nin şiddetli muarızı Mgr. Lopez Trujillo 1972’de CELAM genel sekreterliğine getirilir. Trujillo kısa süre sonra da CELAM başkanı olacaktır. [43]

Böylece Medellin Konferansı’nın hemen sonrasında, Latin Amerika Kiliseleri, “ yoksuldan yana tercihe” karşı harekete geçmiştir. Amaç yoksulluğun içeriğini manevileştirmektir. Daha önce bahsettiğimiz gibi Kurtuluş Teolojisi’nin yoksulluk anlayışı ekonomik bir yoksunluktan çok ezilenin bütünüyle kurtuluşuna atıfta bulunur. Puebla Konferansında ( Meksika 1979) gençler lehine tercih eklenirken, Santo Domingo’da (1992) tercihlerin sayısı neredeyse herkesi kapsayacak ölçüde genişletilmiştir. Bütün bu yapılanlarla Latin Amerika Kilisesini normalleştirmek ve onun radikal kurtuluşçu çizgisinden ayrılması, marjinalleştirilmesi amaçlanmıştır.[44]

Latin Amerika’da demokratikleşme sürecinin başladığı 1980’lerde Vatikan asıl rolünü oynamaya başlayacaktır. Vatikan’ın bu konudaki girişimcisi İman doktrini cemaati önderi Kardinal Ratringez’dir. Kendisi Mart 1983’te Peru Piskoposluk Konseyine Gustavo Guttiérez’in teolojisi üzerine on gözlem başlıklı bir belge sunmuştur. Belgede İncil’in mesajının yoksullarla kapitalist sömürü kurbanları arasındaki özdeşleştirmeyle çarpıtıldığından söz etmektedir. Ayrıca bir İtalyan dergisi olan Trenta giorni’de eylül 1994’te yayınlanan Kardinal Ratringez’in raporuna yer verilerek, Marksizm’le yakınlaşmanın bir tkım sapmalara yol açacağına değinmektedir.[45]

Bütün bu gelişmeleri önemli Kurtuluş Teologlarının kovuşturulması ve görevlerinden azledilmesi izleyecektir. Ayrıca Vatikan piskopos atamaları aracılığıyla katolisizm üzerindeki denetimlerini sıkılaştırdı. Böylece Latin Amerika ruhbanı içerisindeki dengeler Vatikan’da yana değişmiş oldu. Çünkü bu durum CELAM’ın kontrolünün de Vatikan’ın lehine değişmesini getirmişti. Konferansın başkanlığına papaya yakın bir isim getirilmiş ve konferansta “Kurtuluş” teriminin yerine “promosyon” (teşvik) kelimesinin kullanımına karar verilmiştir.[46]

Bütün bu bahsedilenler, Kurtuluş teolojisin 80’lerden itibaren sönmesine ve içinin boşalmasına sebep olmuştur.

Kurtuluş Teolojisi Ve Sonrası

Askeri rejimlerin baskıları, Vatikan’ın olumsuz tavrı, devrimci Katoliklere uygulanan baskıcı tutumlar, Latin Amerika kiliselerinin karşı saldırısı, sosyalizmin çöküşü, Latin Amerika’da uygulamaya konulan neo-liberal politikalarla gerilla ve halk hareketinin sönümlenmesi, 1980’lerden itibaren Kurtuluş teolojisinin güç kaybetmesine sebep olacaktır. Bu dönemden sonra hareket daha çok örtülü siyasal yönelişler ( çevreci, yerli, feminist, III. Dünyacı) içerisinde tutunabilecektir. Ancak Kurtuluş Teolojisi 21. Yy Latin Amerika solunun yükselişiyle yeniden gündeme gelmektedir.[47]

Kurtuluş teologları özellikle yerli hareketi içerisinde önemli unsurlar olarak yer etmektedirler. Özellikle 1990’lı yıllarda gündeme gelen yerli hakları, toprak, kültürel haklar gibi konular teologlar için oldukça verimli çalışma alanlarını oluşturmaktadırlar. Kurtuluş teologları deneyimlerini yerli hareketi içine taşırken, bir yandan da yerlilerden öğrenmekte, böylelikle Hristiyanlığın ve kilisenin dünyanın sömürgeleştirilmesindeki rolünü sorgulamaktadırlar. Bu konuda Ekvatorlu piskopos Leonidas Proano şöyle söylemektedir:

“ Kurtuluş teolojisinden, Kızılderili bağlamında söz ederken onun ayırt edici özelliklerini göz önünde bulundurmamız gerekir. Başlangıçta bu Kızılderili kültürel varlığı, göz önüne alınmadan, baskı altındaki halk yığınlarına götürülen dini hizmet olarak algılandı. İşte konunun akılda tutulması gereken yanı budur. Kanımca yapılacak ilk şey kendilerini keşfetmelerine, kendilerine güven duymalarına ve kendileri içinde manevi kurtuluşun yollarını bulmalarını sağlamak olacaktır.”[48]

Bu söylemde vurgulanan kültürel haklar ve Kızılderili’lerin kendi kurtuluşlarının kendilerinin elinde olduğu vurgusu ve kilisenin rolünün nasıl olması gerektiği bu dönemde kurtuluş teologlarının yönelimlerini de göstermektedir.

Ayrıca Kurtuluş Teolojisi Ortadoğu’da, İslam âlimlerince konuşulmaya ve tartışılmaya başlanmıştır. Kurtuluş teologlarının yazıları okunmakta ve bu konuda konferanslar düzenlenmektedir. [49]

Ancak Latin Amerika Katolik kilisesi asi tutumunun bedelini oldukça acı bir şekilde ödemiştir. Latin Amerika’da özellikle kentli ve kırsal yoksullar için çekim merkezi haline gelen Protestan tarikatları rekabet edilemez bir durum yaratmaktadır. Katolisizmin katı, hiyerarşik, kurulu düzenden yana yapısı karşısında orta ve alt sınıflar arasında, karizmatik önderleri, sıradan insanlara açık, eşitlikçi söylemleri ile özellikle Protestan kiliseler Latin Amerika ezilenleri arasında büyük bir hızla yayılırken, Kurtuluş Teolojisinin önünü kesen Katolik Kilise’de Latin Amerika’da neo-liberal uygulamalarla sayıları hızla katlanan yoksullara ulaşma imkanını kendi eliyle imha etmiş bulunmaktadır.[50]

Bu anlatılanlar Marks ve Engels’in vurguladığı gibi dinin ikili yönüne dikkat çekmektedir. Bir yanda halkın yanında protestocu Katolik kilise ve Kurtuluş teolojisi, diğer yanda ise düzenin devamına hizmet eden Protestan kiliseler.

Günümüzde José Comblin gibi yazar ve ilahiyatçılar, Kurtuluş Teolojisinin günün koşullarına uygun olarak yeniden canlandırılması için uğraşmaktadırlar. Comblin “Kurtuluş Teolojisi Hangi Noktada”, “Katolik Kilise ve Neoliberalizmin Serapları” adlı eserlerinde neo-liberalizme karşı radikal bir duruş sergiler ve sosyalizmin derin köklerinin kaçınılmaz olarak yeniden ortaya çıkacağına olan inancını vurgular.[51]

Kurtuluş Teolojisinin Bugünü

Kurtuluş teolojisinin uygulaması bu gün çeşitli ve karışık yeni meydan okumalarla canlılığını korumaktadır. Değişen politikalar, kurtuluş teolojisini yeni konu ve sosyal olaylarla yüz yüze getirmiştir. Ancak teolojik hareket fakirlerin ve ezilenlerin kendilerine olan bakış açılarını değiştirmiş ve onların kendilerine olan güvenlerini bu güne dek canlı tutmuştur. Özellikle son on yılda bazı yeni teolojik hareketler gelişmiş ve Kurtuluş teolojisi yeni saptamalarla sağlamlaşmıştır. Kurtuluş teolojisi hâla bir teolojidir ve yaşamın tam ortasında hatta Latin Amerika’nın da ötesinde bir yerlerde varlığını devam ettirmektedir.[52]

Bu güne kadar Kurtuluş teolojisi, rahipler, rahibeler ve laikler tarafından desteklenmiştir. Ancak gelişmiş teoloji bu gün homoseksüeller, ırkçılık karşıtları, gibi hareketlere ajandalık etmektedir. Ayrıca gelişen teknoloji ile internet üzerinden global dünya ve onun sorunlarına karşı sayısız forum ve web sitesi oluşturarak tüm dünya siyaseti konusunda güncel fikirler paylaşılmaktadır. Örneğin José Maria Vigil tarafından oluşturulan (www. servicioskoinonia. Org), çok sayıda insanın on-line katıldığı bir ortam yaratmıştır.[53]

Ayrıca son zamanlarda Afro- Amerikan ve yerli kültürü, onların sahip olduğu deneyimler homo seksüeller tarafından, göçmenler tarafından formüle edilmektedir. Son dönemde kurtuluş teolojisi hareket özellikle feminist teoloji biçimiyle temsil edilmektedir. Bu konudaki ilk önemli aşama Birinci ve Üçüncü Dünya kadınları arasında bir diyalog yaratmayı amaçlayan 1994 yılı Aralık ayında Kosta Rika’da düzenlenen konferanstır. Farklı bölgelerden gelen her gruptan kadın teolog, kendi teolojilerinin aşamalarını detaylı bir şekilde anlattılar: örneğin, Latin Amerikalı teologlar kurtuluş teolojisini kadınların bakış açısından birleştirici, bağlamsal ve özgür bir çerçeve içerisinde, umut dolu bir mizah neşe ve kutlama olarak karakterize ettiler.[54] Son zamanlarda Ivone Gebara gibi eko-feminist teologlar Şili’de “Con Spirando” isimli bir magazin çıkarmaktadırlar.[55]

Ayrıca Kurtuluş Teolojisi son dönemde yerli kültürüyle bütünleşmiş bunun sonucu olarak “Maya teolojisi” gibi yerli odaklı yeni teolojiler ortaya çıkmıştır. Bu teolojiler son dönemde yerlileri en iyi şekilde temsil eden görüşler ortaya çıkarmıştır. Bunun dışında çoğulcu yaklaşımcı Afro Amerikan teolojisi yerel bölgesel ve kültürel yapıdan beslenmiş, farklılıkları öne çıkaran bir profil ortaya çıkarmıştır. Diğer yeni teolojik hareketlerden birisi de göçmenlerin ve özellikle de kadın göçmenlerin oluşturduğu teolojik harekettir. Bunlar hem ülke içinde göç edenleri, hem de dışarıya yani Kuzey Amerika’ya göçenleri de temsil etmektedir. Onların önemli bir temsilcisi Meksikalı Maria Pilar Aquino’du ve Almanya’da iyi bilinmektedir.[56]

Dini taban cemaatlerine gelince 1980’in ortalarından beri maruz kaldığı apolitikleşme süreci kabul edilmekle birlikte etkisiz hale geldiğini söylemek yanlış olur. Elbette politik ve dini ortamlar DTC’lerin etkisinin eskisi gibi devam etmesini zorlaştırmıştır. Ancak günümüzde DTC’ler temizlik ve sağlık alt yapısının geliştirilmesi, daha iyi barınma ve eğitim sağlanması ve tabandaki hayatı geliştirecek değişimleri talep eden yerel kampanyalarda halen etkin bir rol almaktadır.[57] Ayrıca DTC’ler bu gün klasik kilise anlayışının dışında etnik mücadelelere de katılmaktadır. Oxaka yerli kilisesi “İsa’nın, Hıristiyanlıktaki her kültürün temsilcisi” olduğu vurgusuyla etnik temelli mücadelelere desteğini sürdürmektedir.[58]

Hıritiyanlık içindeki köklerden günümüze dek değerlendirmeye çalıştığımız Kurtuluş teolojisi Latin Amerika’nın yoksul ve ezilen halklarının kurtulma ümidi ve ihtiyacından doğmuştur. Kilise taban cemaatleri içerisindeki rahipler yoksul halk kitleleri içerisine inerek onların sorunlarını paylaşmışlar ve bu paylaşım Hıristiyanlığın yoksuldan yana öğretisiyle birleşerek devrimci bir mücadeleye dönüşmüştür. Taban cemaatleri kaybedecek bir şeyi kalmamış kadın ve erkeklerin kendilerine bakışını değiştirmiş onların kendilerine olan inançlarını canlandırmıştır. Ve bu canlılık mücadeleye yansımış Kurtuluş teolojisi Nikaragua ve El- Salvador’da devrimin tam kalbinde yer almıştır.

Bu gün ise teoloji değişen politik ve sosyal koşullar içerisinde farklı biçimlerde canlılığını korumaktadır. Kadın hareketleri, yeşil hareketler, göçmenler, homoseksüeller teolojiyi kendi sorunlarına göre yeniden analiz etmekte ve mücadeleyi sürdürmektedirler. Kilise taban cemaatleri ise yine yoksul halkın yanında onların sorunlarının çözümünde önemli bir rol oynamaktadır. Kurtuluş teolojisi dünyanın başka ülkelerinde başka halklara da yol gösteren bir role bürünmüş global bir harekete dönüşmüştür.