Müzik
30 Eylül 2013 Pazartesi
Demokratikleşme (!) Paketi II
Başbakan Tayyip Erdoğan, günlerdir merakla beklenen demokratikleşme paketini açıkladı. Konuşmasının ilk 40 dakikasını paketin önemine ayıran Başbakan, "27 Mayıs'ın kara gölgesi bugün bile Türkiye'nin üzerindedir" ifadesini kullandı.
Başbakan, demokratikleşme paketiyle seçim barajına dair "mevcut yüzde 10 barajını sürdürme, yüzde 5'e indirme ve barajı kaldırma" temelinde üç formülü tartışmaya açarken "siyasi partilere devlet yardımını yüzde 7 olan mevcut oranından yüzde 3’e çekeceklerini" duyurdu. Siyasi propagandada "farklı dil ve lehçelerin yolunu açacaklarını" belirten Erdoğan, anayasaya nefret suçlarına dair bir düzenleme ekleyeceklerini açıklarken "cinsel yönelim"e değinmedi. "İlkokullarda 'Andımız' uygulumasını kaldırıyoruz" diyen Erdoğan, "özel okullarda da farklı dil ve lehçelerde eğitim yapılabileceğini" söyleyerek Kürtçe ana dilde eğitimin yolunu özel okullar aracılığıyla açtı. Erdoğan, "Kamu kurumlarında kılık kıyafet düzenlemesini kaldırarak başörtüsü serbestliği sağlayacaklarını" belirtti, ancak "Resmi elbise giymek zorunda olan TSK mensupları, polis ve yargıda hakim ve savcıların bu uygulamanın dışında tutulacağının" altını çizdi.
İşte Başbakan Erdoğan'ın açıkladığı demokratikleşme paketinin ayrıntıları:
Seçim sistemi:
Öncelikle seçim sistemini değiştirmek için önemli bir adım atıyor tartışmaya açıyoruz. Mevcut sistemin, özellikle 12 Eylül ardından her zaman tartışma konusu olduğunu biliyoruz. Hemen tüm siyasi partiler de sistemin değişmesi gerektiğini ifade ettiler. Mevcut seçim sistemi olan yüzde 10 barajı AK Parti'nin getirdiği bir sistem değildir. Bunu bilenlerimiz var, bilmeyenlerimiz var. Biz 2002 seçimlerine girerken bu sistem uygulanıyordu. Yüzde 10 barajı vardı. Partimizi kurarken mevcut sistemin katılımcılıktan uzak olduğunu biz de ifade etmiştik. Geçen yıl da seçim sistemini değiştireceğimizi ortaya koymuştuk.
Tüm öneri tavsiye eleştirileri gözden geçirdik. Bir adım atıyoruz. Yeni seçim sisteminin nasıl olması gerektiği konusunda biz üç farklı alternatifi tartışmaya açıyoruz. Yüzde 10 barajıyla devam edebiliriz. İki, barajı yüzde 5’e çekip, beşli gruplandırmayla daraltılmış bölge seçim sistemi. Üçüncü olarak da ülke barajını tamamen kaldırarak, dar bölge seçim sistemini getirebiliriz.
Siyasi partilere devlet yardımının kapsamı genişliyor:
Siyasi haklar konusunda ikinci düzenlemeye siyasi partilere devlet yardımı kapsamını genişletiyoruz. Devlet yardımı için yüzde 7 olan mevcut oranı, yüzde 3’e çekiyoruz. Yani seçime katılan partilerde yüzde 3 oy alanlara da devlet yardımı yapılacaktır. Bu değişimin rekabetin daha adil hale gelmesine neden olacağına inanıyoruz.
Siyasi partilerin teşkilatlanmalarına da kolaylık getiriyoruz. 20. Maddeyi değiştirip, ilçede teşkilatlanmak için beldede teşkilat kurma şartını kaldırıyoruz.
Siyasi partilerde eş genelbaşkanlık:
Bir başka düzenlemeyle, siyasi partilerde eş genel başkanlığın önünü açıyoruz. İlgili yasa maddesini değiştirmeyi uygun gördük. Seçim kanunun 15. Maddesine ek yapıyor, iki kişiden fazla olmamak kaydı ile eş genel başkanlık sistemini getiriyoruz.
Siyasi partilere üyelikte engel kalkıyor:
Bir başka yasal düzenlemeyle, siyasi partilere üyelikte engelleri kaldırıyoruz. 11. Maddedeki değişiklikle, üye olmayı daraltan bazı engelleri ortadan kaldırıyoruz.
Farklı dil ve lehçelerde propaganda:
Yine siyasi partiler kanunundan yapacağımız değişiklikle, farklı dil ve lehçelerde propaganda imkanı getiriyoruz. Türkçe’nin yanında farklı dillerin kullanabilmesini mümkün hale getiriyoruz. Ön seçimlerde de getiriyoruz. Kısıtlayıcı hükmü kaldırıyor, ön seçimlerde de farklı dille propaganda imkanını sağlıyoruz.
Nefret suçuna ağır ceza:
Yeni süreçte nefret ayrımcılık yaşam tarzına müdahale gibi suçlarla daha etkin biçimde mücadele etmeye başlıyoruz. Belirli suçların cezalarını daha da artıyoruz. Belirli suçlar, kişinin dili, ırkı, rengi cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, dini veya mezhebi nedeniyle işlenirse cezası daha da ağırlaşacak. Kişinin belli haklarını kullanmasını engelleyenleri ceza kapsamına alıyoruz. Bu sebeple işlenen suçun cezasını bir yıldan üç yıla kadar artırıyoruz.
Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulu:
Türkiye’de hiç kimse dilinden, ırkından, milletinden, renginden, inancından, gereğini yerine getirmekten dolayı ayrımcılığa maruz kalmayacak. Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulu kuruyoruz.
Yaşam tarzına saygı TCK ile güvence altına alınacak:
Yaşam tarzına saygıyı TCK ile güvence altına alıyoruz. Dini inancının gereğinin yerine getirilmesinin engellenmesini de ceza kapsamına alıyoruz. Dini ibadet ve ayinlerin bireysel olarak engellenmesini bu kapsama alıyoruz. Bir kimsenin inanç düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan tercihlerine müdahale edenlere bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası getiriyoruz.
Klavyelere özgürlük:
TCK’da belirli harflerin kullanılmasından dolayı var olan cezai müeyyideyi kaldırıyoruz. Bir nevi klavyelere özgürlük getiriyoruz.
Gösteri yürüyüşleri kanununda değişiklik:
2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununda önemli değişiklikler yapıyoruz. Mülki amir, ilgili STK’ların görüşlerini almak suretiyle nihai kararını verecek. Sürelerini de uzatıyoruz. Açık yerlerde güneşin batışından bir saat sonraya kadar süren toplantılar, güneş batmadan dağılınacak şekilde, kapalı yerlerde saat 24:00’e kadar yapacak. Hükümet komiseri uygulamasına son veriyoruz. Artık düzenleme kurulları tarafından yerine getirilecek. Kurul, toplantının amacına çıktığını gördüğü durumda dağılma kararı alacak ve durumu kolluk amirine bildirecek, gösteri ve yürüyüş kanuna aykırı hale gelirse, gösterinin sona erdiğini ifade edecek. Düzenleme kurulu bunu yerine getirmezse, o mahallin en büyük mülki amiri kararı verecektir.
Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitim hakkı:
Bir başkası eğitimle ilgili. Yapacağımız yasal değişikliklerle özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin önünü açıyoruz. Özel kurs imkanını getirmiştik. Daha sonra ise üniversitelerde açılmasını sağlamıştır. Okullarda seçmeli ders olarak öğretilmesinin önünü açmıştık. Şimdi de özel okullarda mümkün hale getiriyoruz. 2923 sayılı kanun ile düzenlenmiştir, bu kanuna yapacağımız ek ile farklı dil ve lehçelerde özel eğitim kurumu açılabilecek. Dil ve lehçeler bakanlar kurulunda tespit edilecek.
Köy isimlerindeki yasal engel kalkıyor:
Köy isimlerinin değiştirilmesindeki yasal engeli kaldırıyoruz. Dayatma içeren ifadeleri kaldırıyoruz. Köy isimlerinin değiştirilmesi İçişleri Bakanlığımızca olacak. İl ve ilçe isimlerinin değiştirilmesi için yasal düzenleme gerekiyor, bu tip taleplerde burada değerlendirecektir.
Nevşehir Üniversitesi'nin ismi değişiyor:
Nevşehir Üniversitemizin ismini Hacı Bektaşi Veli Üniversitesi olarak değiştiriyoruz.
Kişilerin özel bilgilerine güvence:
Getireceğimiz bir başka yenilik. Kişisel verilerin korunması hakkında. Yasal güvence getiriyoruz. 12 Eylül 2010’daki anayasa değişikliğiyle güvence getirmiştik. Şimdi uygulama için taslağı hazır olan kanunu meclisimize gönderiyoruz. Kişilerin özel bilgileri ilgisiz kişiler tarafından kullanılamayacak.
Yardım toplamadaki kısıtlama kalkıyor:
Yardım toplamadaki kısıtlamaları kaldırıyoruz. Yardım toplama konusunda sınırlama altına alınmıştı. Kurban derisi fitre ve zekat konusunda THK’ya yetki verilmişti. Aslında Anayasa'ya aykırı bir durum oluşturulmuştu. Şimdi yasal olarak da bu yanlış uygulamaya son veriyoruz. Vatandaşımız yardımını istediği yere verebilecek.
Şu ana kadar açıkladığımız reformlar yasal düzenleme gerektiriyor. Fakat paketimiz bundan ibaret değil. ikinci kısımda idari düzenleme gerektiren reformlar bulunuyor.
Kamuda başörtüsü serbest:
Kılık kıyafet yönetmeliğini değiştirerek kamu kurumlarında baş örtüsü yasağını kaldırıyoruz. Ayrımcılık içeriyordu. Kadın çalışanların giyimleri üzerindeki ayrımcı ihlalleri kaldırıyoruz. Resmi elbise giymek zorunda olan TSK mensupları, polis, yargıda hakim ve savcıları bunun dışında tutuyoruz.
İlkokullardaki and kalkıyor:
İlkokullardaki öğrenci andı uygulamasını kaldırıyoruz. Geçen yıl orta okullarda bu uygulamayı kaldırmıştık. Şimdi de ilk okullarda kaldırıyoruz.
Mor Gabriel Manastırı'nın arazisi iade ediliyor:
Mor Gabriel Manastırı’nın arazisi iade ediliyor. Böylece bir haksızlığı gideriyor Süryani vatandaşlarımıza önemli bir haklarını teslim ediyoruz. Şu anda 250’den fazla iade yaptı.
Necmi Sönmez - 13 . İstanbul Bienali II
Samimiyetsiz, Sıradan ve Sıkıcı: İşte İçeriksiz Bienal!
Açılışının ardından aşağı yukarı iki hafta geçmesine rağmen 13. İstanbul Bienali için yazı yazmayı sürekli ertelememin nedenleri hakkında düşünüyorum. Karşımıza çıkan bu haliyle Bienal bırakalım hakkında yazı yazmayı, sanatseverin ziyaret etmesini tetikleyecek en küçük bir kıvılcım bile içermiyor. Her köşesinden samimiyetsizlik akan bu etkinlik aslında birçok açıdan “çağdaş sanat kurumlaşmasının” ülkemizde edindiği güncel konumla yakından ilgili. Bu bakımdan önemli bir “kırılma noktasını” yaşadığımızı düşünüyorum.
Türkiye’yi uluslararası çağdaş sanat haritasına yerleştiren İstanbul Bienali, hiç kuşkusuz önemli, tarihsel perspektiften incelendiğinde son derece geniş açılımlarla güncel sanat ortamımızı besleyen bir karaktere sahiptir. Aynı zamanda çağdaş sanat kurumlaşmasının ülkemizdeki ilk örneği olan bienalin günümüzde edindiği konum ilginç. Çünkü her alanda kurumsallaşmanın beraberinde getirdiği “iktidar ve erk” yapılanmaları, acil olarak atılması gereken adımlardan çok, kurulu “düzenin” devamı üzerine yoğunlaştığı için, genelde bienalin, özeldeyse 13. Bienal’in bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir özelliği var.
Merak edenler, Bienal’in internet sitesine girerek İstanbul Bienali çerçevesindeki “artokratların”, son yıllarda gerçekleştirdikleri operasyon ve paslaşmaları izleyebilir. Bu “ekip çalışması” şimdiye kadar ülkemizde, hiç görmediğimiz kadar yetkin, sessiz sedasız ve son derece başarıyla gerçekleştirildi. Operasyonu gerçekleştirenlerin hepsi oldukça başarılı sonuçlar alarak kendi kariyerlerinde ivme almaya devam ettiler ama sergi olarak, iş olarak ortaya konulan etkinlikler, bırakalım standart gereklilikleri, vasatın üzerine çıkamayan bir sığlıkla gündemi belirdiler. Kişisel olarak sanat bağlamında demokrasi olmayacağına inananlardanım, ama sonuçta “ilişki kurma ve geliştirme” beceresinin yanı sıra gerçekten çalışarak “özgün bir düşünce”, yorum ortaya çıkarma mecburiyeti olduğunu düşünüyorum. İstanbul Bienali etrafındaki oluşumlar networkingkonusunda inanılmaz derecede yetenekli çıktılar. Sonuçta “bizim millilerimiz” olarak nitelendirebileceğimiz bir grup, kendi aralarındaki sıraya göre ödüllendiriliyor, her birine çeşmenin başına geçme hakkı tanınıyordu. Adeta tıkır tıkır işleyen bu sistemin benzerini sanat ortamımız daha önce 1930-1960 arasında “Akademi” tecrübeleriyle yaşamıştı. Konuyu daha da derinleştirme arzusunda değilim, yıllar içinde İstanbul Bienali’nin çizgisinin ve heyecanının düşüşüne tanıklık ettik. Bu, bienalin yıpranmasına neden oldu. 13. Bienal’de ise hazcı, anlık öz-çıkar ilişkilerine göre alkış tutan güncel sanat ortamımız, bu sefer, toplumsal inisiyatif olarak beliren “Gezi Direnişi” duvarına çarptığı için farklı bir tepki gelişti. Normalde erki elinde tutanların düzeni koruma çabaları, kısacası evde yapılan hesap, bu kez “çarşıda” bozuldu! Genelde bienalin, özeldeyse 13. İstanbul Bienali’nin kırılma noktasının bu açıdan son derece ilginç bir tarihsellik çerçevesinde şekillendiğini düşünüyorum.

“Hayalgücü Kanalları Açmak”
Demokratik haklarını savunurken, ülkemizdeki iktidar mekanizmasını da sorgulama cesaretini gösteren bir protesto anlayışı olarak “Gezi Hareketi” aslında İstanbul Bienali’nin üzerindeki uyku tulumunun yırtılması için tarihsel bir fırsattı. Fulya Erdemci “kamusal simya” olarak tanımladığı sergi tasarımını ilk kez ortaya çıkardığında, kendisinin daha önce düzenlediği sergilerde alışık olmadığımız ölçüde teorik, akademik açılımları olan bir broşür yayınladı.[1] Bu broşür “13. İstanbul Bienali’nin odak noktası siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri olacaktır”[2] cümlesiyle başlıyordu. Hazırlanan serginin karakteristiğini ele veren önemli bilgilere dikkat ettiğimizde aşağıdaki satırları okuyorduk:
“Bienal için özel olarak üretilecek olan projelerin bir bölümü, İstanbul’u ve özellikle Tarlabaşı, Sulukule, Fener-Balat veya Başakşehir gibi bazı mahalleri örnek vaka olarak ele alarak… bu tür dönüşüm süreçleri incelenecek”[3];“Her durum için yeni bir formüle veya simyaya ihtiyaç var. Bu bienal de, bu tür deneylere alan açmayı amaçlıyor”[4]; “13. İstanbul Bienali, yeni düşünce ve hayalgücü kanalları açmayı hedefleyerek kamusal bir buluşma ve tartışma zemini harekete geçirmeyi amaçlıyor.”[5]
Açık söylemek gerekirse bu satırlar beni heyecanlandırmıştı. Çünkü 2005 yılından beri ilk kez İstanbul’daki sanat ortamını yakından tanıyan bir sergi yapımcısı, ülkenin ve İstanbul’un gündemiyle örtüşebilecek bulgular üzerinden hareket ediyordu. Ancak bienal ön toplantılarında yaşanılan tatsızlıklar, Erdemci’nin birbiri ardına verdiği beyanatlar, sonu karakolda biten tartışmalar kısa bir süre içinde sergi yapımcısının hem yazdıkları, hem de söylediklerinin birbirini tutmadığını, giderek inandırıcılığını yitirmesinden kaynaklanan hırçınlıkla ekşidiğini ortaya koydu. Bu ekşime birçok kez nefrete dönüşüp negatif enerji verdiği için 13. İstanbul Bienali’ni takip etmeyi bırakmıştım. Ardından Berlin’deki Tanas’ın Mayıs ortasında, İstanbul Bienali’nin önbasamağı (prolog) olarak lanse edilen “Agoraphobia” sergisini açtığını öğrendim.[6] Erdemci’nin bu sergisi, söyledikleriyle, yazdıklarıyla yüzde yüz uyuşmayan bir yapıda olduğu için, 13. İstanbul Bienali’nde karşılaşacağımız manzaranın konturları belirmeye başlamıştı. “Agoraphobia” kavram olarak Türkiye’de ilk kez Rosa Martinez’in sorumluluğundaki 5. İstanbul Bienali’nde (1997) Karanfilköy’deki halka açık alanlarda gösterilen “Kültür Projesi” çerçevesinde tartışmaya açılmıştı.[7] Erdemci’nin bizzat Martinez’le çalışmasına rağmen kaleme aldığı yazıda[8] buna gönderme yapmaması bana tuhaf gelmişti. Böylece 13. İstanbul Bienali’nin aşağı yukarı nasıl bir çerçevede gerçekleşeceğini duyumsayabiliyordum. “Hayalgücü kanalları açmayı” hedefleyen “kamusal” bir etkinliğin bir gecede “beyaz küp” olarak tanımlanan korunaklı sanatsal alanlara çekilmesi kararına hiç şaşırmadım desem yeridir. Sonuçta yaptıklarını, yazdıklarını hiç konuşulmamış gibi yok sayabilen Erdemci’nin konumu “gerçeklikten” uzaklaşmıştı. Bienalin bu önkoşullarda bırakalım kendisinden beklenenleri vermesini, formel olarak sağlam bir zeminde şekillenmesi bile mümkün değildi. Bu, konuya uzaktan ilgisi olanların bile kavrayabilecekleri bir gerçeklikti. Bienalin ertelenmesi, yeni bir ekiple tekrar çalışılması gerekirken Erdemci’nin koruyucu melekleri ona, porselen dükkânındaki bir fil gibi duyarsız hareket etmesine, saygısızlığına ve ciddiyetsizliğine rağmen ne olursa olsun adı bienal olan bir sergi yaptırmakta kararlıydılar.

Bienalin Sanat Ortamına Karşı Sorumlulukları
13. İstanbul Bienali bu çerçevede herhangi bir kavramsallığı, neden-sonuç ilişkisi olmadan, sadece yapılmış olması gerektiği için gerçekleştirilen bir etkinlik olarak kapılarını açtı. Durmadan başımıza kakılır gibi ücretsiz oluşunun tekrar edilmesini bir tarafa bırakalım, biçimsel açıdan sunulan etkinlik bir bienal formatından çok, birkaç bölümden oluşan karma sergi mantığına sahipti. Bu yalnızca benim fikrim değil. Saygın Alman gazetesiSüddeutsche Zeitung’un sanat eleştirmeni Catrin Lorch, “Sanat Adına Kaçırılmış Bir Şans” isimli yazısında çok gerçekçi bir değerlendirme yaparak bienalin farklı etapları olan sıradan bir grup sergisi olduğuna vurgu yapıyordu.[9] Seksen sekiz sanatçı ve sanatçı grubunun çalışmalarından oluşan serginin broşüründe Erdemci ve ekibi, tüm olanları, yaşananları yok sayarak “bienalin politik bir forum olarak kamusal alan fikrine odaklandığını”[10] söyleyebiliyordu. Gerçekler karşısında kuru iddiaların sıralandığı küçük sergi kitapçığında okuduğumuz Erdemci ve Bige Örer’e ait sunu yazılarında kantarın topuzu o kadar kaçmıştı ki, her zaman soğukkanlılığını koruyan Ali Artun bile, bu garip kumpas karşısında “Pes doğrusu” diyerek yazısını “Anne ben hıyar mıyım?”[11] sorusuyla bitiriyordu.

Bu bienalin samimiyetsizliği karşısında söylenecek söz bulmak zor. Daha da zor olan, Erdemci ve ekibinin yarattığı karanlık bulutlardan sıyrılarak gösterilen sanat eserlerine bakmak! Ama nasıl bozuk olan saat bile günde iki kere doğruyu gösteriyorsa, sergide ilginç çalışmalar bulmak, görmek mümkün. İzleyici olarak günün iki doğru saatini bekleyecek ilgimiz kaldı mı? Bu durum daha önce benim başıma hiç gelmemişti. Sanata ve sanatçılara olan saygıdan ötürü bir gereklilik olarak bienalin tüm bölümlerini izledikten sonra defterime aldığım notlara baktığımda, sanatçıların işlerinden çok mekânlarda karşılaştığım garipliklerin önplana çıktığını gördüm. Erdemci çalışmaları yerleştirirken bile kendisi olamamış. Geçen yıl New York’ta The Ungovernables başlığı altında gösterilen New Museum Triennial’de gördüğümüz Lutz Bacher’in küçük resimleri, tıpkı orada olduğu gibi İstanbul’da da farklı farklı mekânlara dağıtılmış. Antrepo’nun büyük salonunda adeta kurşun asker mantığıyla yan yana dizilmiş olan çalışmalar sadece can sıkıcı bir birliktelik altında duruyorlar. Bu karmaşadan sadece kapalı ve küçük alanlarda gösterilen çalışmaların kendilerini koruyabildiklerini görüyoruz. Yazıyı daha da detaylandırma eğiliminde değilim. Ama hızlı kotarılmış olmaktan kaynaklanan itiş kakışlık, bienalin, sergilediği çalışmalara garip bir korse giydirdiğini düşündürüyor. İlgilenenler, vakti olanlar elbette bu korseyi çıkarıp sanat eserlerine daha doğru bir perspektiften bakabilirler. Ama benim bu samimiyetsiz, sıradan ve sıkıcı sergilemeden aldığım en küçük bir heyecan, kıvılcım yoktu.
İstanbul Bienali’nin öncelikle İstanbul ve Türkiye sanat ortamına karşı sorumlulukları vardır. Artokratların göz kamaştırıcı çalışmalarıyla bu sorumlulukların birer birer gündemden uzaklaştırıldığına tanıklık ettik. İstanbul Bienali yerel sanat ortamının “bağımsızlık” mücadelesinde eskiden destekleyici bir konumdayken günümüzde sadece “köstekleyici” bir kimlik ediniyorsa, bu önemli değişiklik hakkında tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Amacım kurumsal bir eleştiri yapmak değil. Sonuçta arkasında güçlü bir vakfın ve destekleyicilerin olduğu bu etkinlik, ihtiyaç duyduğunda gerekli kişi ve kurumlardan bu konuda değerlendirme alabilir. Günümüzde heyecanını yitirmiş, topallayan, sadece yapılmış olmak için yapılan bir etkinlik karşısındaysak, bunun nedenlerini ve sonuçlarını tartışmak zorundayız. Sanata ve sanatçılara alan açmak konusunda kurumsal sorumluluğu olan bienalin yeniden yapılandırılması bir gerekliliktir.
Zoe Keating
Tek kişilik orkestra diye geçen Kanada doğumlu avangart çellist.Rasputina'nın 2002'den 2006'ya kadar üyesi olarak bulunmuş günümüze kadarda iki tane solo albüm çıkarmıştır. Üçüncü albümü olan İnto The Trees 2010 martında çıkmış.Müziği kaydederken bir çello bir de ayakla kontrol edilebilen laptop kullanıyor böylece çellodan çıkan sesi bir çok katman halinde kaydederek müzik yaratıyormuş.En sevdiğim ;
29 Eylül 2013 Pazar
Andrey Voznesenski
XIV
Selam Oza, evde, geceleyin
Ya da uzakta bir yerde, neresi olursa olsun,
havlarken köpekler,yalarken kendi göz yaşlarını
Senin soluğundur duyduğum ses.
Selam Oza!
Nasıl bilebilirdim, sinik ve gülünç
Bir kişi gibi, ürkerek giren bir göle,
Gerçekte korku olduğunu aşkın, söyle?
Selam Oza!
Ne korkunç, bir başına düşünmek şimdi seni?
Daha da korkunç,bir başına değilsen oysa:
Şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana.
Selam Oza!
Ey - insanlar, lokomotifler, mikroplar
Gerin kanatlarınızı elinizden geldiğince ona.
Harcatmam onun, dokundurtmam kılına.
Selam Oza!
Yaşam bir bitki değilse aslında,
Neden dilimliyor, parçalıyor insanlar onu
Selam Oza!
Ne acı bu denli geç rastlamak sana
Ve böylesine erken ayrı kalmak sonunda.
Karşıtlar getiriliyor bir araya
Bırak çekeyim kahrını ve acını kendime
Çünkü acılı kutbuyum mıknatısın ben,
Sense sevinçli. Dilerim sonuna dek kalırsın öyle.
Dilerim hiç bilmezsin ne denli hüzünlüyüm.
İnan, kendimle üzmeyeceğim seni.
İnan, ders olamayacak sana ölümüm.
İnan, yük olmayacağım sana yaşamımla.
Selam Oza, dilerim ışıl ışıl kalırsın hep
Bir sokak fenerinden sızan bir ışık gibi.
Suçlayamam bırakıp gittiğin için beni.
Şükür ki girdin yaşamıma.
Selam Oza!
Andrey Voznesenski
Ben Goya'yım!
Çorak bir tarlaya kuzgunlar gibi süzülen düşman
yuvalarından oydu gözlerimi.
Ben acıyım!
Ben iniltisiyim
savaşın. 41 karlarında yanmış
şehirlerim ben.
Ben açlığım!
Ben kırılmış boynuyum
çıplak alana çanlar gibi sallanarak asılmış
bir ihtiyar kadının...
Ben Goya'yım!
Ey gazap üzümleri!
Top sesleriyle yürüdüm Batı'ya,
çağrısız konuğun külleriyim ben!
O unutulmaz göğe tabut çivileri gibi
sert yıldızlar çaktım!
Ben Goya'yım!
**Gravür ; Francisco Goya
Kesmeşeker

1.İstanbul, İstanbul
2.Tek sorumlu
3.Hamdık, piştik, olduk
4.S.O.S
5.Malum zaman teknoloji
6.Olağan durumlar
7.Güney Afrika'da
8.Senin için
9.Ben bir yolcuyum
10.Dipten ve derinden
1.Tüm tercihim senden yana
2.Şampiyon
3.Vahşi
4.Aşk ve para
5.Gerçekten özleyince
6.El mecbur
7.Gitme kal
8.Tek farkımız
9.Son tango
10.Karanlıktan korkan bebekler
11.Ekmeğin emrindeyim
2.Şampiyon
3.Vahşi
4.Aşk ve para
5.Gerçekten özleyince
6.El mecbur
7.Gitme kal
8.Tek farkımız
9.Son tango
10.Karanlıktan korkan bebekler
11.Ekmeğin emrindeyim
1.Mister brown
2.Tut beni düşmeden
3.Herşey yolunda derken
4.Yağmur
5.Değiştim ben sevgilim
6.Ya aşkım ol, ya dostum ol
7.Yolculuk bitti
8.Yanıyor tüm gençliğim
9.Tarzan ince dallarda
10.Gene gel
2.Tut beni düşmeden
3.Herşey yolunda derken
4.Yağmur
5.Değiştim ben sevgilim
6.Ya aşkım ol, ya dostum ol
7.Yolculuk bitti
8.Yanıyor tüm gençliğim
9.Tarzan ince dallarda
10.Gene gel
1.Yoksulluk
2.Acıların Kralı
3.İşte güneş!
4.Feridun Bey
5.Failün meçhûlün
6.Para, pul, vs.
7.Henüz onlar bunları bilmiyor
8.Kusursuz cinayetler çağında
9.En çok seni
10.Sakin sular
2.Acıların Kralı
3.İşte güneş!
4.Feridun Bey
5.Failün meçhûlün
6.Para, pul, vs.
7.Henüz onlar bunları bilmiyor
8.Kusursuz cinayetler çağında
9.En çok seni
10.Sakin sular
1.Aşkar bizi terk etti
2.Ol dedin, bak oldum
3.Maria
4.23 20
5.Konya'dan, Hindistan'dan
6.Kaptan
7.Düşün, sabaha kadar düşün
8.Olmaz, olmaz
9.Sıradışı makinalar
10.Eyersiz atlar
11.Uyandır o ateşi
12.Sanaloğlan
13.Şekerbond
3.Maria
4.23 20
5.Konya'dan, Hindistan'dan
6.Kaptan
7.Düşün, sabaha kadar düşün
8.Olmaz, olmaz
9.Sıradışı makinalar
10.Eyersiz atlar
11.Uyandır o ateşi
12.Sanaloğlan
13.Şekerbond
1.Ders bitti
2.Ne zaman gitti tren?
3.Eyalet çocukları
4.Herşey yolunda derken
5.Şeyler arasında
6.Deve
7.Bir avuç kum
8.Kalbi kırıklar bankasında
9.Yaşıyorum, ölüyorum
10.Tek kişiyim ben hala
11.Duymuştum, şehirdeydim
12.Japonca
13.Zaten
5.Şeyler arasında
6.Deve
7.Bir avuç kum
8.Kalbi kırıklar bankasında
9.Yaşıyorum, ölüyorum
10.Tek kişiyim ben hala
11.Duymuştum, şehirdeydim
12.Japonca
13.Zaten
1.Atlar Dönmedi
2 Sıcak ve Kurak
3 Doğdum Ben Memlekette
4 Her Şey Sermaye İçin Sevgilim
5 Benim Adım Ne
6 Eğ Başını Eğeceksen
7 İsmail
8 Metin Kurt Yalnızlığı
9 Kim Sessizse O Ağlasın
10 Gittiğin Gün
2 Sıcak ve Kurak
3 Doğdum Ben Memlekette
4 Her Şey Sermaye İçin Sevgilim
5 Benim Adım Ne
6 Eğ Başını Eğeceksen
7 İsmail
8 Metin Kurt Yalnızlığı
9 Kim Sessizse O Ağlasın
10 Gittiğin Gün
11.Tezatlar Kitabı
Solo ALBÜM
1.adınunutmaya devam ediyorum
2 suda balık olsak
3 böyle şeyler işte
4 sen hep belki dedin
5 buradan uzaklara
6 izin vermedi yalnızlık
7 kral öldü şehir düştü
8 ağla ağla
9 şimdi biz buyuz
10 rüzgârlı deniz kıyısı
11 kumandayı ver
12. İyidir iyi
** Şeker gibi grup olana diskografi hazırlanır . .
Chomsky 'ın Yeni Şafak Söyleşisi Gazetecilik ve Etik

26 Ağustos’ta Yeni Şafak gazetesinde Burcu Bulut imzası ile yayımlanan Prof. Dr.Noam Chomsky söyleşisine ilişkin olarak Chomsky’nin Facebook sayfasından bir açıklama yayımlandı. Chomsky, 13 ağustos tarihinde e-posta yolu ile kendisi ile iletişime geçildiğini belirterek, sorulara verdiği yanıtlara sadık kalınmadan çeviri yapıldığını, söylemediği şeylerin röportajda yer aldığını ifade etti.
Chomsky facebook hesabından röportajın orijinal metnini paylaştı. Chomsky'nin yayınladığı metin ile Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan metnin uzunluklarını faklı olduğu, bazı soruların birbirini tutmadığı görülüyor.
Noam Chomsky'nin yayımladığı metin
- Mısır’daki iklimi nasıl tanımlıyorsunuz? Önümüzdeki günler için öngörünüz nedir? Mısır’da son yaşanan gelişmeler sizin için sürpriz oldu mu? Darbe olmasını bekliyor muydunuz?
Chomsky : Evet şaşırtıcı. Ordunun arka planda ayrıcalıklarını paylaşmak istemediğini, ekonomik hakimiyetini ve eleneksel politik kontrolünü korumak istediğini biliyordum. Ancak, böylesine zalimce, güç kullanarak askeri bir rejim kurmalarını beklemiyordum, özellikle de halkın yakında bedelini fazlasıyla ödeyeceğinden şüphelendiğim bu harekete destek vermesi şaşırtıcı geldi.
- Abdülfettah El Sisi’den böyle bir darbe bekliyor muydunuz? ABD’nin Sisi’ye verdiği destek hakkındaki görüşleriniz neler? Batı neden Sisi’yi destekliyor?
Chomsky: Destek sınırlı görünüyor. ABD ve Batılı müttefikleri darbeye açıkça karşı çıkmadı, ancak bölgedeki yaygın söylentilerin aksine, sağlam bir desteğe dair kanıt yok. – Örneğin Suudi Arabistan yaptığı gibi -
- ABD, Sisi’nin Mısır’a demokrasi getireceğini söylüyor. ABD’nin demokrasi anlayışı nedir? Darbeden sonra Catherine Ashton Mursi’yle ilk görüşen isim oldu. Bu ziyaretin Avrupa Birliği için amacı neydi?
Chomsky: Bu, askeri darbeye ve Mursi’nin askeri rejim tarafından gözaltına alınmasına karşı çıkmak için yapılan küçük bir jestti.
-Sizce Mısır'daki darbeden kim sorumlu? Bazı analizciler Mursi tarafından bir darbenin engellendiğini düşünüyorlar, buna ne diyuorsunuz? Neden böyle düşünüyorlar sizce? Bazı uzmanlar da Mısır'daki darbede El Sisi'nin MOSSAD ile işbirliği içinde olduğunu belitriyor. Buna katılıyor musunuz?
Chomsky: İsrail darbeye yönelik sempatisini gizlemedi, fakat benim bildiğim kadarıyla muhim bir işbirliği yapılmadı.
-Türkiye hakkında ne diyebilirsiniz? Sizce Türkiye Ortadoğu için bir rol modeli mi? Türkiye Mısır ve Suriye'deki gelişmelere karşı sessiz kalmadı. Siz Türkiye'nin bu tepkisine katılıyor musunuz?
Chomsky: Erdoğan darbeyi sert bir biçimde kınadı, Müslüman Kardeşler'e desteğini kuvvetli bir biçimde dillendirdi. Suriye'de de hayli bölünmüiş ve karmaşık olan isyancı muhalefeti destekledi. İki durumda da daha farklı vurguları olan bir yaklaşım daha uygun olurdu.
-Size göre, şu anda Mursi'nin en büyük destekçisi kim? Neden? İnsanlar Mısır'da sivil savaş çıkmasından endişeli. Sizce böyle bir şey olası mı? Eğer cevabınız "evet" ise neden? Eğer Mısır'daki durum düzelmezse bu Ortadoğu'yu nasıl etkiler?
Chomsky: Korkarım Mısır karanlık bir karşı-devrim dönemine giriyor. Ancak, geçtiğimiz birkaç sen içinde önemli toplumsal kuvvetler serbest kaldı. Bu kuvvetlerin kolayca zapt edileceğini sanmıyorum. İlerde süprizler yaşanabilir. Kuşkusuz, Mısır'da olanların bölgede büyük etkileri olacak.
Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan metin
Tüm dünya Mısır'a odaklanmış durumda. Mısır'daki sıcak gelişmeler ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Mısır'da yaşananların perde arkasını iyi okumak gerekir. Mısır Ordusu'nun bu vahşi saldırılarının altında geleneksel imparatorluğunu yıkmamak adına ayrıcalıklarını, ekonomik refahını korumak yatıyordu. Peki yalnız mıydı? Tabii ki hayır. Bu kimi Batılı ve Arap devletlerince -Özellikle İsrail ve Suudi Arabistan- desteklenmesi gereken bir hareketti. Beni en çok şaşırtan ise bu kanlı eylemlerin halkın çoğunluğu tarafından benimsenmemesi oldu. Çünkü bilirsiniz darbeler korku toplumu yaratır ve bu topluluk -ister inansın ister inanmasın- askerin yanında yer alır. Oysa ki Mısır'da bundan eser yoktu. Devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi yanlılarından oluşan, demokrasi özlemi içinde hareket eden kitlesel bir direniş gördük.
Sizce bu kitlesel direniş tam olarak ne diyordu bizlere?
Silahsız, savaşsız darbesiz bir demokrasi için meydanlarda bağırıyorlardı. 60 yıla yakın bir süre darbelerle yoğrulan Mısır halkı 'artık yeter' diye haykırıyordu. Böylesi bir direniş bence Mısır ordusunu hatta batılı devletleri bile şaşırttı. Çünkü klasik görüntüye alışığızdır. Darbe sonrası sessizce kabuğuna çekilen, ölüm korkusuyla en doğal hakkı olan özgürce yaşama isteğini rafa kaldıran bir halk görmeye hazırlamıştık kendimizi. Bu başkaldırı Arap Baharı'nın gerçek ruhunu artık bulduğunu gösteriyor. Maalesef bu arada yüzlerce insan öldü en acı olan tarafı bu.
Silahsız insanların bu şekilde katledilmesi sizde ne gibi duygular uyandırdı?
Bunu yapanlar da yaptıranlar da bedelini çok acı bir şekilde ödeyecekler. Vahşeti yapanlar kadar sessiz kalanların da sonları hiçbir zaman iyi olmamıştır. Tarihte pek çok örneğini göstermek mümkün. Özellikle İhvan Sözcüsü El Baltagy'nin katledilen kızı Esma'nın dramı unutulacak gibi değil. 'Bence artık Mısır'da darbeden de askerden de ölümden de korkan kimse kalmayacak. Mısır Ordusu 'Bu direnişe devam ederseniz hepiniz sonu böyle olacak' demek için keskin nişancıları ile gencecik bir kızın hayatını söndürdü. Bu olay korkunç bir trajedi olsa da direniş içgüdüsünü kamçılayan bir ivme de oldu. Mısır halkı özgür bir ülkede yaşayabilmek için geri adım atmadan sonuna kadar çarpışacak.
Batılı devletlerin desteğinden de bahsettiniz. Nasıl bir destek bu?
Batılı devletlerin- AB, İsrail, ABD vs- yaşanan felaketlere rağmen yaptıkları temkinli açıklamalar bize bugün Mısır'da yaşananları önceden tahmin ettiklerini gösteriyor. Tahminin de ötesinde planladıklarını. Bence oyun belli, oyuncular belli. Oyunun adı Ortadoğu'ya hâkim olabilmek. Bu da nasıl olacak? Mısır gibi Ortadoğu'nun mihenk taşlarından olan bir ülkenin düzenini bozarak, demokrasinin yerleşmesini engelleyerek, Türkiye gibi güçlü bir devlet olmasının önüne geçerek.
Peki Müslüman ülkelerin güçlenmesi ve sayıca çoğalması korkularının bir başka nedeni olabilir mi?
Esasında bence en önemlisi bu. ABD'de 11 Eylül'de yaşanan terör olaylarından sonra İslam'a ve Müslüman'a olan bakış açısı da evrim değiştirdi. Keza Avrupa'da da durum pek farklı değil. İkinci sınıf vatandaş muamelesi gören Müslümanların konumu Batının gözünde hep aynı. Dışlanan, ezilen bir topluluk. Oysa ki bugün yükselen bir değer olarak Türkiye'yi görüyoruz. Türkiye Ortadoğu'da yeni bir dönemin de kapılarını araladı. Oradaki devletlere moral verdi, örnek oldu. Bu durum tabii ki pek çok Batılı devleti rahatsız etti.
Eğer Mısır'da yaşananlar bu şekilde devam eder, herhangi bir iyileşme olmazsa bu durum Ortadoğu'yu nasıl etkiler?
Mısır, tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor. Bununla birlikte her türlü engele rağmen süregelen halk hareketleri, umut verici gelişmelerin de kapıda olduğunu düşündürtüyor. Ordunun yeni denebilecek bu başkaldırıyı kolay kolay bastırabileceğini de sanmıyorum. Yeni diyorum çünkü bence Mısır tarihinde demokrasi için bu kadar savaşmadı. Her ne olursa olsun Mısır'ın Ortadoğu'daki dengeleri belirleyeceği bir rol üstleneceğini tahmin ediyorum. Mısır ya yükselen bir güç olacak ya da demokrasi kurbanı. Bunu izleyip göreceğiz.
Türkiye hem Suriye hem de Mısır konusunda hiçbir zaman sessiz kalmadı. Bu devletlerin Esad rejimi ve Mısır ordusu gibi diktatörlükten çektiği zulümleri her zaman kınadı. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Türkiye ezenin değil ezilenin yanında durdu. Her iki örnekte de ezilenler sivil, silahsız masum halktı. Türkiye diktatörlülükten, darbelerden, tek adamcılıktan çok çekmiş bir ülke. Zamanında benzer sebeplerden ötürü sayısız insanını kaybetmiş bir devletin bugün verdiği tepkiyi anlamak çok da zor değil. Ama şurada şöyle bir parantez de açalım. Türkiye kimi zaman oynamalar yaşansa da cumhuriyet ile birlikte demokrasiyi de kazandı. Demokratik seçimlerle yönetildi. Bugün bunu hiç tatmamış olan ülkelere verdiği desteği anlamak mümkün ama bu Ortadoğu'daki devletlerin demokrasiye uzanan yollarının daha çok uzun olduğu gerçeğini de bize unutturmamalı.
Bir iddia da Mısır'daki darbe planının işbirlikçisinin İsrail olduğu yönünde. Bu konudaki görüşleriniz?
İsrail'in Mısır ordusuna büyük bir sempati beslediğini biliyoruz. Hatta sık sık görüştüklerini bir araya geldiklerini de duyduk. Ama açıkçası Mısır'da yaşananların tek sorumlusunun ya da planlayıcısının İsrail olduğunu söylemek için de elde çok ciddi bir kanıt yok. En azından ben şahit olmadım. Diğer yandan gerçekten de şayet bu vıcık vıcık denecek samimi ilişkinin altından böylesi bir komplo çıkarsa da şaşırmam.
O zaman Ortadoğu'daki Türkiye örneğinin batılı devletleri korkuttuğunu söylemek mümkün mü?
Tabii ki. Türkiye çok güçlü bir devlet. Başbakan Erdoğan oldukça karizmatik bir lider. Ortadoğu'da Batı'nın Doğu ile bağlantısını sağlayan yegâne güçlerden biri. İyi bir arabulucu. Üstelik hem Müslüman hem de demokrasiyi sonuna kadar sindirmiş bir ülke. Türkiye örneğinin Mısır'da yeniden hayat bulması fikri sanırım Batı'yı oldukça korkuttu. Belki de Mısır'da bugün yaşananlar Türkiye'nin gücünün sindirilememesinden kaynaklandı.
Batı Ortadoğu'da demokrasiyi benimsemiş güçlü devletler istemiyor' diyebilir miyiz?
Kesinlikle öyle. Ortadoğu'daki bu karmaşıklığın, kaos ortamının Batılı devletleri telaşlandırdığını mı sanıyorsunuz? Aksine ne zaman ki her şey süt liman olur, düzene girer işte o zaman Batı'da telaş başlar. Gördüğüm kadarıyla da planları işliyor. Lübnan ve Tunus da topun ağzında. Zor bir dönemden geçiyoruz.
Mısır'da 3 Temmuz 2013 Mısır askeri darbesi sonrası Rabiatul Adeviye Meydanı demokrasi, ve adalet için atan kalplerin buluşma noktası oldu.ordu, barışçıl gösteri yapan halkı yıldırmak için Baltacılar, keskin nişancılar aracılığıyla inanılmaz katliamlara imza attı. Binlerce kişinin öldüğü katliamlara rağmen darbe karşıtı Mısırlılar meydanları terk etmedi. Rabiatul Adeviye acımasız bir şekilde boşaltılmış olsa da halk özgürlük arayışlarına ara vermeden devam ediyor.
** Burcu Bulut ;
"Ünlü Düşünür Noam Chomsky ile e-mail yoluyla bir söyleşi gerçekleştirdim. Kabul ettiğinde çok sevindim. Kendisine ilk etapta 23-24 soru yolladım. Yalnız Chomsky benzer sorularla kendisine gelindiğini, bu soruların hepsine cevap veremeyeceğini, benim önemli gördüklerimi belirleyip kendisine yeniden atmamı söyledi. O sorular içinden eleme yapıp kendisine yeniden attım. Chomsky bu sorulara çok da detaylı olmayan cevaplarla geri döndü. Röportaj olarak bu şekilde kullanılamayacağını düşündüğümden ek sorularla röportajı genişletmek istedim. Şu an kendisinin Facebook adresinde paylaşmış olduğu hali benim ek sorular yöneltmeden önceki ham halidir.
Ayrıca söyleşi yapanlar çok iyi bilirler ki İngilizce yapılan söyleşilerde anlama bağlı kalınarak genişletilebilir. Yani simultane tercüme havasında yazılmaz. Zaten öyle yazılsa o zaman simultane tercüme yapan herkesin söyleşi yapıyor olması gerekirdi.
Ek sorulara attığı cevapları da ilk sorulara verdiği yanıtlarla (Şu an Facebook adresinde yer alan) birleştirerek söyleşiyi şimdiki haline getirdim. Ama bu söyleşi Yeni Şafak’ta yayımlandığı tarihten bugüne, bir çeşit karalama kampanyasına da maalesef maruz kaldım.
Ben şimdiye kadar gerek yerli gerek yabancı sayısız röportaja imza attım. Röportaj yaptığım her isim dostum olmuş, röportaj sonrası beni tebrik etmişlerdir. Bu tarz karışıklıkların içinde hiçbir zaman yer almadım. Ama ilk defa böylesi bir durumla karşı karşıya kalıyorum. Bir şeyleri ispat etmek durumunda bırakılmak asla istemezdim. Açıkçası böyle bir durum karşısında nasıl bir tepki vermem gerektiği konusunda da tecrübesizim. Bu üzücü olayın bir an evvel son bulmasını diliyorum."
Yüzyüzeyken Konuşuruz
2013 yılının başlarında Fono Müzik'ten Yüzyüzeyken Konuşuruz'a gelen plak teklifi üzerine, Burak Güngörmüş'ün yapımcı, Hakan Özer'in sanat yönetmeni olarak çalıştığı albümün kayıtları Deneyevi Stüdyosu'nda gerçekleştirildi. "Cenaze Evi" şarkısında seslendirilen Ülkü Tamer'in "Konuşma" şiiri hariç şarkıların yazarı ise Kaan Boşnak. Kayıtlarda Kaan Boşnak (vokal, akustik gitar), Engin Sevik (elektrik gitar), Oğuz Kont (davul ve keyboard) ve Burak Güngörmüş (bas gitar) çaldılar.
Ayrıca grubun albüm lansman konseri 3 Ekim'de Bronx Pi'de gerçekleşecek.
Albüm Şarkı Listesi:
1. Ankara Kapkara
2. Ölmemişiz
3. Cenaze Evi
4. Vicdanın Rahat
5. Ateş Edecek Misin?
6. Bir Sinema Filmine Bilet Almışım
7. Takımdan Ayrı Düz Koşu
8. Bakkal Osman Abi
9. Yaz Geçer
10. Kendi Evimde Deplasmandayım
**güncel mevzuların yüzyüzeyken çalınması ve benim en sevdiğim şarkısı ;
28 Eylül 2013 Cumartesi
Ali Duran Topuz - Suç Duyurusu
Kerbela, İslam tarihinde, İslam içinde bir trajedi olarak da tanımlanır; 1400 yıl canlı kalan bir yarılmayı yaratan trajedi. Fakat ‘trajedi’ kavrayışı, daha çok ladini ya da bilimsel denilebilecek bir kavrayıştır. Şii, Alevi kavrayış için konu bir trajediden çok ötededir; onlar için Kerbela bir kurucu olay, bir kurucu yaradır. Şii ya da Alevi oluşun bir parçasıdır. Bir zamanlar tarihte olup bitmemiştir, bugün hâlâ ruhta, zihinlerde ve hatta bedende olmaya devam etmektedir.
Hüseyin adını zikir eşliğindeki gözyaşı ve sinezenlik sadece hafızayı canlı tutan sembolik yas işlemleri değil, onu doğrudan bedene kazıyan bir jest, bir yazılama işlemidir. Bu yüzden “Alevilik Ali’yi sevmekse biz de Aleviyiz” sözü, bizzat Başbakan olmak üzere, hükümet ve iktidar mensuplarından sık duyduğumuz söz, Aleviliği tahkir kastını sübjektif olarak taşımıyorsa bile, incitme kastından ayrıştırılamayacak bir taş haline bürünür. Konu, ‘Ali sevgisi, Ehlibeyt sevgisi’nin bir tekel olarak görülmesi değil, Kerbela üzerinden o sevginin bir acıyla birlikte kurucu öğeye dönüşmesidir.
Teolojik ve tarihsel tartışmalarda sonuç nereye bağlanırsa bağlansın, toplumsal ve bireysel kurucu özellik değişmeyecektir: Kerbela bir yaradır, eski bir yara değil, yeni bir yaradır; her yeni yarada, darbede açan ve o yeni yara ve darbeleri kavramaya yarayan temel bir darbe ve yara. Kim bilir, belki de bir Alevi nefesindeki “Seversen Ali’yi değme yarama” dizesi bu uyarıyı taşımaktadır.
Ağır kötülüklerin, beşeriyete hakaretlerin Kerbela’ya atfen algılanması, ruhta, zihinde ve bedende kazılı bu ‘yazı’nın bir etkisidir: Bugünden geriye Sivas’ın, Maraş’ın, Elbistan’ın ve Dersim’in Aleviler içinde kavranışı Kerbela’dır. Kerbela yazısının her canlanışı, akıldışı temel bir kötülüğün canlanışıdır. Yatışmaz üzüntü, geçmez korku ve öfke.
Gökçen ve Muğlalı
Bugünden geriye giderek her birinin bir kriminal alan olduğunu da eklemek gerek: Sivas, Maraş ve Dersim, insanlığa karşı suçlar olarak övülemez, onaylanamaz ve tekrarını hazırlayacak, bırakın hazırlamayı, çağrıştıracak fiil ve söylemlere izin verilemez. Bunların övgüsü ve yüceltilmesi, barış içinde bir arada yaşama arzusunun yokluğu ve dahası, barış içinde bir arada yaşama imkânının çökertilmesi kastını içerir. Bu nedenle İstanbul’da havaalanına verilen Sabiha Gökçen adı, arkasındaki parıltılı yüceltme fikriyatıyla birlikte bir suçtu, isim hâlâ durduğuna göre suç hâlâ işleniyor. Tıpkı, yakın dönemde Mustafa Muğlalı adının Van’da bir kışlaya verilmiş olması gibi. O kışlaya verilen ismi kaldıran iradenin, benzer suçları içeren fiillerden de uzak durması, sadece tarihsel bir algıya yönelik hassasiyeti değil, kriminal alandaki sonuçlarına yönelik bir aklı da barındırıyor olması gerekir.
Gelelim Yavuz Sultan Selim adına... Bu isim de Alevi varoluşu için Kerbela’ya atfen okunur. Alevi aklı, ruhu ve bedeninde Kerbela müsebbipleri ve failleri yanına yazılı bir isimdir. Alevilerle birlikte barış içinde yaşamak istediğini öne sürecek bir iradenin bu ismi kamusal bir yapıya vermesi, kendi iddiasını çöpe atmasıdır: Kamusal irade olduğu iddiasını... “Biz Yavuzumuzu bulduk, siz de Şahınızı bulun” demek olur. Kin ve düşmanlık külünü savurup közünü harlandırmak olur. Modus vivendi’nin imhası olur. Kriminal alanda da, sosyolojik planda da, politik açıdan da açıkça saldırgan bir modus operandi olur. Hasılı, barış içinde bir arada yaşamadan başka her şey olur.
Yavuz sevgisi, sempatisiyle Alevilerin algısı arasında kökten bir uyumsuzluk, bir uzlaşmazlık bulunması hiç ‘makul’ bulunmayabilir, fakat çeşitli biçimlerde objektifleştirilmiş bilgilerle aşılacak bir rasyonel alanda değiliz, bedene kadar geçirilmiş zihin ve ruh unsurları alanındayız. “Sizi yaralıyorsa yaralasın, bize şifa oluyor” demeye getirirseniz, ‘barış içinde bir arada yaşama’yı, bir tarafın acısını içine gömmesi, boynunu bükmesi olarak anlıyorsunuz demektir. En güçlü bir egemenlik için bile akıllıca sayılmayacak bir seçim. Seçim sizin. Seçimle geldik, her şeyi yaparız derseniz, o seçimi de anlamlı kılan ilkeler ve ülküleri yerle bir etmiş olursunuz. Bu tür seçimler hiç hayırlı olmadı; ne bir kişiye ne bir topluma ne de bir devlete...
Kin ve düşmanlık
Başa döneyim, başlığa: Sabiha Gökçen ve Yavuz Sultan Selim isimlerinin kamusal yapılara verilmesi, ilki için öncelikle Kürt Alevileri, ikinci için tüm Alevileri kendi cinayetlerine ya ortak ya seyirci olmaya çağırmaktır. Sembolik planda o şiddetin tekrarıdır.
TCK’daki ‘halkı kin ve düşmanlığa kışkırtma...’ suçu tam da bunu tanımlar. “Kışkırtan güçlü egemense, suç değil kamu hizmeti vardır” demek, kamunun çok önemli bir kesimini kesip atmış olmak demek olur. O halde tam da “Savcıları göreve çağırıyoruz” denilecek bir noktadayız, son dönemlerin moda çağrılarından biri diyerek küçümsemeyin. “Adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun” düsturu, “Devletin egemenlerinin dediği olsun, isterse kıyamet kopsun” düsturuna dönüşmemelidir, zira her biri ayrı gelecekler hazırlar. Ayrı mahşerler. Birinde hak konuşmuştur, diğerinde haksızlık. Biri adalete doğru bir adımdır, diğeri Kerbela’ya.
Bir Mektup '' Meyve 'den ''
Zamanın büyüklerinin ah şu gençler diye kızdığı bir zamanda hala [ mektuplaşan ] iki dostuz. Mektuplarımızın içine sevdiğimiz eşyaları eklemeyi unutmayız .
27 Eylül 2013 Cuma
Azad Ziya Eren - Yunus
Yunus'tan bize kalanlar, hala ölüm orucundalar.
Umurunuzda mı ! . .
YUNUS
Parmakuçları alınmış bir adamım şimdi
Yitirdim bağışlanmış tüm dokunuşları
Yürümek isteyen bu heves
Gözlerindeki ışıklı tozda emekliyor ölü çocukların
Nerden bilinir ki
Ruh sonsuzda doru tayken
Hüznün doruğunda nasıl süreğendir bir beden
Zaman başındaki zehirli harfi düşmüş amandır
Kalb sezgisiyle taşınan bir kırığın uğultusuna
Çocuk gömen, ihtiyar döner evine Engin abi
“bana dilsiz ruhu olan oğlumu getirdin” der Othello
Sönmüş kalbin rüzgârına hangi medet seferidir beyhude
Bu usul değirmiler devleti, bu eli ağır tabiat
Çocuğun kanat tüyüyle kanatlar Azrail’i ilelebet
Kuşların ötüşünde ar, insan dilinde kinli hançerler var
Tahtaların ve taşların sesi bu Engin abi
Etlerin ve kirpiklerin cemi nasıl da sükûnet
Kırık bir dilin fayıdır bazı memleketlerde depremler
Başı göğde ejder, gövdesi kafeste insan
Çıkar yıkığının köşesinden biri nasıl da çıkar yıkığının
Biz senin gövdendik, der
Öldük, başın sağolsun ey dünya
Çocuk gömen, ihtiyar döner evine Engin abi
Âli olmadan nasıl söner Yunus’un gözlerine
Dört kapısı kilitli olan kalbdeki bu ağır fener.
Demokratikleşme (!) Paketi
Demokratikleşme paketi 30 Eylül’de açıklanacak. Pakette devrim kanunları olarak bilinen düzenlemelerde ciddi değişiklikler öngörülüyor. En ciddi adımlardan birisi ise yasaklı harflere serbestliğin gelmesi. Türkçe dışında kabul edildiği için 85 yıldır kullanımı yasak olan ‘q, x, w’ harflerinin paketle birlikte serbest olması bekleniyor. Ancak ‘q, x, w’nun şu aşamada alfabeye girmesi beklenmiyor.
Demokratikleşme paketi ile değiştirileceği söylenen ‘Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’ 1928 yılından beri yürürlükte. Atatürk , Arap harflerinin yerine Latin haflerinden oluşan Türk alfabesinin kullanılmasını hedefleyen kanunu kısa sürede hayata geçirmişti. Radikal gazetesinin haberine göre; Kürtçede ise yaygın kullanılan bu üç harf, Türk alfabesi olarak kabul edilmediği için yıllardır yasaklı kapsamında. Resmi işlemlerde kullanılamıyor. Bu harfleri kullananlar, Türk Harf Kanunu’na muhalefet ettikleri gerekçesiyle Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 222’nci maddesinden yargılandı. Bu kanuna muhalefet edenler 2 ila 6 ay arasında hapis cezası alabiliyor. BDP ’li bazı belediye başkanları Kürtçe broşür, afiş, davetiye bastıkları ya da parklara verdikleri isimlerden dolayı çok sayıda davaya muhatap oldu.
Yasaklı harf sorunu en fazla isimlerde yaşanıyor. Yargıtay, 2004 yılında verdiği bir kararla Hakkâri Asliye Hukuk Mahkemesi’nin ‘q, x, w’ harflerlerini içeren Kürtçe isim konulamayacağı kararını onamıştı. İçişleri Bakanlığı da yayımladığı genelgeyle karara atıfta bulunarak, bu harflerden oluşan isimlerin nüfus cüzdanlarına yazılamayacağını vurguladı. Yasaklı harfler yüzünden çok sayıda vatandaşın mağduriyeti söz konusu. Örneğin; Musa Anter’in Batman ’da işçi olan oğlunun çocuğu içinde ‘w’ harfi olduğu için ‘Asiwa’ ismini alamamıştı. Aynı zamanda İsveç vatandaşı olan Dicle Anter’in kızı yasaklı harf nedeniyle ‘Asiwa’ adından dolayı Türk vatandaşlığına alınmayınca İsveç vatandaşlığına geçmişti. Yasak bugüne kadar bir kez delinebildi. Buran Çifti, 1996 yılında doğan kızına ‘Clara Xazal’ adını verdi. Malatya ’da nüfus memuru “Biri Alman, diğeri bilinmeyen dil” diyerek kayıt yapmadı. Kaymakamlık aracılığıyla İçişleri Bakanlığı’na başvuran Hasan Buran’a, “Almanca olan Clara adını verebilirsiniz ama Xazal olmaz” şeklinde cevap verildi. Hukuk mücadelesine giren Hasan Buran, Almancaya verilen ismin Kürtçe isme niye verilemediğini sordu. Sorusuna cevap alamayan Buran, konuyu yüksek yargıya taşıdı. İdare mahkemesi, “Kaymakamın isim kaydetme yetkisi yok” kararı verince ‘Clara Xazal’ ismi 1997 yılında nüfusa kaydedildi.
Demokratikleşme paketi ile değiştirileceği söylenen ‘Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’ 1928 yılından beri yürürlükte. Atatürk , Arap harflerinin yerine Latin haflerinden oluşan Türk alfabesinin kullanılmasını hedefleyen kanunu kısa sürede hayata geçirmişti. Radikal gazetesinin haberine göre; Kürtçede ise yaygın kullanılan bu üç harf, Türk alfabesi olarak kabul edilmediği için yıllardır yasaklı kapsamında. Resmi işlemlerde kullanılamıyor. Bu harfleri kullananlar, Türk Harf Kanunu’na muhalefet ettikleri gerekçesiyle Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 222’nci maddesinden yargılandı. Bu kanuna muhalefet edenler 2 ila 6 ay arasında hapis cezası alabiliyor. BDP ’li bazı belediye başkanları Kürtçe broşür, afiş, davetiye bastıkları ya da parklara verdikleri isimlerden dolayı çok sayıda davaya muhatap oldu.
Yasaklı harf sorunu en fazla isimlerde yaşanıyor. Yargıtay, 2004 yılında verdiği bir kararla Hakkâri Asliye Hukuk Mahkemesi’nin ‘q, x, w’ harflerlerini içeren Kürtçe isim konulamayacağı kararını onamıştı. İçişleri Bakanlığı da yayımladığı genelgeyle karara atıfta bulunarak, bu harflerden oluşan isimlerin nüfus cüzdanlarına yazılamayacağını vurguladı. Yasaklı harfler yüzünden çok sayıda vatandaşın mağduriyeti söz konusu. Örneğin; Musa Anter’in Batman ’da işçi olan oğlunun çocuğu içinde ‘w’ harfi olduğu için ‘Asiwa’ ismini alamamıştı. Aynı zamanda İsveç vatandaşı olan Dicle Anter’in kızı yasaklı harf nedeniyle ‘Asiwa’ adından dolayı Türk vatandaşlığına alınmayınca İsveç vatandaşlığına geçmişti. Yasak bugüne kadar bir kez delinebildi. Buran Çifti, 1996 yılında doğan kızına ‘Clara Xazal’ adını verdi. Malatya ’da nüfus memuru “Biri Alman, diğeri bilinmeyen dil” diyerek kayıt yapmadı. Kaymakamlık aracılığıyla İçişleri Bakanlığı’na başvuran Hasan Buran’a, “Almanca olan Clara adını verebilirsiniz ama Xazal olmaz” şeklinde cevap verildi. Hukuk mücadelesine giren Hasan Buran, Almancaya verilen ismin Kürtçe isme niye verilemediğini sordu. Sorusuna cevap alamayan Buran, konuyu yüksek yargıya taşıdı. İdare mahkemesi, “Kaymakamın isim kaydetme yetkisi yok” kararı verince ‘Clara Xazal’ ismi 1997 yılında nüfusa kaydedildi.
*Anadilde eğitim yok !
Ahmet Munip Dranas - Olvido
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.
Ey unutuş! kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.
26 Eylül 2013 Perşembe
Cihan Ülsen - Biz Eşit Değiliz Sevgilim
Biz Eşit Değiliz Sevgilim
bu gündeme aldanırsak ölürüz biz
ana haber bültenlerinde 25 karede bir ölüm
bilişim çağı çünkü alternatif bir ölme biçimidir!
bir söylence çoğu zaman saf bir çocuk kalbinden fazlasıdır
dile geldiği gibi okunur
ama sen boş ver ağdalı sözlerin ağızda bıraktığı aromayı
el ele flaş haber olalım , sür manşetten girsin sevdamız
ölürsek tirajımızdan bilsinler!
senin için bütün siyasi haritaları yakabilirim
revizyon diyebilirsin buna yada ağzına gelen herhangi bir enformel sözcük
sözlüklere bakmak çocukluğumuzdan beri ayıp
ama biz bunun da üstesinden geliriz
üç çocuk, kaynayan tencere, siyasi bir proje
bütün endişelerimiz kurban olsun sisteme!
bu gündeme aldanırsak emanet ettiğimiz gülüş
gülüşümüz, valentine day, global düşünüş
asgari ücret çok enternasyonel bir mevzudur
lakin ekmek için bu kadar fiyaka ihanettir, dedem dile gelmişti
dedem ve gülüşün, yaması düşmüş kalbimizin!
gaz kaçağından bir patlama mesela
bir fail yaratır memleket sathında
çünkü sınırlar dahilinde harici meçhuller
ağırlaştırılmış kabahatlerimiz üzerine çok kullanışlı bahaneler
biliyor musun çok kullanışlı bahanelerle bile seni sevebilirim seni
bakma öyle, mısır çarşısından el ele geçip gidelim!
daha önce sen yoktun ben söylemiştim
adam olacak çocuğu ceplerinden çıkarıyorlar
o kadar mahir o kadar kendilerinden emin
bu kadar emin olunca milli eğitim ve yaşken eğilen bizler
sadece söylenceden ibaret ellerimiz
ama bak devlet sarısındandır tüm açlığımız
tevhidi tedrisat bir ölme biçimidir sevgilim!
İzdiham 12. Sayı
Bir Mektup " Belli Bir Ülkesi Olmayan Kadın "
Sayın İbrahim Sediyani;
Son umut olarak size bu acıklı ve gerçek hikayemizi yazmaya karar verdim. Tam olarak tarihini bilmediğimiz ve tahminen 1976 yılında başlayarak günümüz 2013 yılına kadar verdiğimiz mücadele 2 devlet arasında sıkışmış ve hukuksuzluğa boyun eğmiş bulunmaktayız. Aşağıda yazacağım satırlar belki çok uzun olabilir ama kelimesi kelimesine ve hatta virgülüne kadar herşey gerçektir. Bu olay İRAN ve TÜRKİYE sınırları arasında gelişmektedir.
Amcam ve dedem 1960’lı ve 1980’li yıllara kadar sınır ticaretiyle uğraşıyorlardı. Amcam Türkiye vatandaşı dedem ise İran vatandaşıydı. Bu sınır ticaretinden dolayı sıkı bir dostlukları vardı. Benim babamla beraber 7 kardeştiler. 2 kız ve 5 erkektiler.
En bahtsızı da benim babamdı. Babam 8 yaşında ağır bir hastalık geçirerek konuşma ve duyma yetisini kaybetti. Bundan sonra babam için konuşulmaz işitilmez bir hayat başlamış oldu.
Babamın evlenme çağı geldiği zaman büyük amcam babamı evlendirmek istedi. Fakat sağır ve dilsiz biriyle kimse evlenmek istemedi. Son çare olarak amcam çok sevdiği ve sonradan dedem olacak İran vatandaşı ve dostuna durumu izah eder. Kardeşine dedemden kızını ister. Fakat babamın durumundan dolayı dedem önce pek olumlu yaklaşmaz. Geçen zaman içerisinde bir şekilde amcam dedemi ikna eder. Günü geldiğinde anneme Türkiye’ye gelin olarak gideceği söylenir. Fakat evleneceği kişinin sağır ve dilsiz olduğunu sadece annem bilmez. Annemin diğer kardeşleri bu durumu bildiğinden dolayı dedeme tepki olarak geçici bir süreliğine evi terk ederler. Fakat dedem verdiği karardan vazgeçmez.
Tahminen 1976 yılının kışında at sırtında annem gelin olarak sınırdan kaçak yollarla Türkiye’ye getirilir. Bundan sonrası nasıl bir hayatın annemi beklediğini kimse bilemez. Annem yaklaşık 10 gün gelin olarak geldiği evde hâlâ kiminle evlendirildiğini bilmemektedir. Annem intihar eder korkusuyla kimse anneme eşinin durumunu önce anlatmaz.
Annemin Türkiye’deki 10. gününden sonra halam anneme eşinin sağır ve dilsiz olduğunu söyler. Bu durum karşısında annem önce şoka girer ve daha sonra çaresizce günlerce ağlar. Artık annem istemeden de olsa sağır ve dilsiz olan babamı eş olarak kabul eder ve bu evlilikten 7 çocukları dünyaya gelir.
Anneme kimlik başvuruları yapılmaz ve okul çağımız gelene kadar annemle beraber biz de kimliksiz yaşıyorduk. Babamın bütün çabalarına rağmen kimse babama yardım etmez. Anneme vatandaşlık ve bize kimlik çıkartmak için kimse babama yardım etmez. Fakat yılmayan babam herkesten yardım talep eder. Kimi olumlu kimi olumsuz cevap verir. Başvurduğu bütün devlet kurumlarından olumsuz cevap alır. Bu durumu öğrenen artniyetli insanlar babamdan çocuklarına kimlik çıkartacağını fakat bunun için açık olmasa bile kaymakama, valiye, nüfus müdürlüğüne bu olayın çözülmesi için babamdan bu işin masrafları için 6-7 koyun talep ederler. Babam da eşine ve çocuklarına kimlik verilecek umuduyla koyunları verir. Fakat geçen süre zarfında herhangi bir başvuru bile yapılmaz.
Ta ki 1989 yılının yazına kadar; bu arada babamın 2 erkek ve 4 kızı dünyaya gelmiş. 1989 yılında köyümüze 2 tane su havuzu yapıldı. Bunun inşaatında çalışan ve şu anda soyadını bilmediğimiz YEMEN adlı biri babamla sıkı bir dostluk kurar. Yemen’in Başkale Nüfus Müdürlüğü'nde eşi görev yapıyordu. Yemen olayı eşine anlatır, eşi çocukların baba üzerinden kimlik verilebileceğini söyler ve bize babam üzerinden evlilik dışı çocuklar olarak kimlik verilir. Fakat annem için yapılacak birşey yoktur. 1992'de doğan kardeşime kimlik çıkarmak için Nüfus Müdürlüğü'ne başvuruda bulunur. Fakat bu başvurunun tarihini tam olarak bilemiyoruz. Babama bu yasanın değiştiği ve artık kimlik verilemeyeceği söylenir. Kardeşim 2007 yılına kadar kimliksiz yaşadı.
Bu süre zarfında ben ve kardeşlerim büyümüşüz. Artık anneme kimlik ve vatandaşlık çıkarmak için ben uğraşmaya başladım. Ben 1989’da okula başladım ve 5 yıl okuduktan sonra maddi imkansızlıktan dolayı eğitimimi yarıda bırakmak zorunda kaldım ve aileme destek olabilmek için İstanbul’a 1997 yılında çalışmak üzere gittim.
Anneme kimlik ve vatandaşlık çıkarabilmek için 2000 yılında artık ben uğraşmaya başladım. Başkale ve Van Nüfus Müdürlükleri’ne başvurmaya başladım. Bana her seferinde anneme kimlik verilemeyeceği söylendi. Ancak “İran’dan annene ait kimlik ve pasaportunu getirirseniz kimlik verebiliriz” dediler bana. Ben İran’daki dayımlarla irtibata geçerek olayı anlattım. Annemin kimlik ve pasaportun verilmesi için İran’daki yetkili makamlara başvurmalarını istedim. Bize dedikleri, annemizin İran ile bir bağı olmadığını ve herhangi bir şey yapılamayacağı. Nedenini sorduğumda ise, “1979 yılında İran’da İslam Devrimi’nden dolayı bütün kimlikler yenilendi ve anneniz İran’da olmadığı için kimlik verilmedi.” Bana, “35 - 40 yıldır annemin Türkiye’de yaşadığını ve artık Türk vatandaşı olarak bizde görünüyor” deyip yapılacak birşey olmadığını söylediler.
Bu olumsuz cevaptan sonra tekrar Başkale’deki Nüfus Müdürlüğü’ne gittim. Müdürle görüşerek olayı anlattım. Müdürün bana cevabı ‘’Türkiye’de kız mı yoktu baban gidip bir İranlı’yla evlendi?” oldu. Müdürle kısa bir tartışmadan sonra “bu şekilde kimlik veremeyiz” dedi bana. Bu cevap üzerine ben de kalkıp Van Nüfus Müdürlüğü’ne gittim. Nüfus müdürüyle görüşüp olayı anlattım. Ne tesadüf ki Van Nüfus Müdürü de bana aynı cevabı verdi: “Türkiye’de kız mı yoktu baban İranlı biriyle evlendi?”
Verilen bu cevaplara çok sinirlendim. “Annem bunca yıldır kimliksiz yaşıyor, bundan sonra da kimlik çıkartmayacağım” diye tövbe ettim. Ta ki 2007 yılına kadar. Bu arada 1992'de doğan kardeşim hala kimliksiz yaşamaktaydı. 2004 yılında abim evlendi. 2007 yılında kardeşini kendi kızı olarak nüfusuna yazdırdı.
Geçen her yılda annem sürekli baş ağrısından şikayet ederdi. Doktora götürdüğümüzde ise tansiyondan dolayı başının ağrıdığı söylendi. Fakat 2006 yılında annem baş ağrılarına artık dayanamıyordu. Annemi de doktora götürdüğümüzde durumu anlatıyorduk ve vatansız olduğunu söylüyorduk. Maddi durumumuz olmadığından dolayı kabul ederlerse başka bir şahsa ait sağlık güvencesinden tedavi edilmesini istedik. Bazen olumlu bazen de olumsuz yaklaşıyorlardı. Genellikle akrabalarımızın sağlık güvencelerinden işlemlerimizi bir şekilde yaptırıyorduk.
2006’nın kışında annemi halsiz olarak Van’a götürdük. Bize önce annemin beynine giden temiz kan damarı ve kirli kan damarı arasında yaklaşık 3 milim bir et parçası olduğunu ve her sene 1 milim büyüdüğünü, yeteri büyüklüğe ulaştığı zaman beyin kanamasına neden olabileceğini söyledi doktor. Ve acil olarak ameliyat edilmesi gerektiğini söyledi. Ameliyatın da sadece Ankara veya İstanbul’da yapılabildiğini ve çok riskli bir ameliyat olduğunu, hastanın kurtulma ihtimalinin çok düşük olduğunu söyledi. Fakat annemin daha çıkmayan bir beyin tomografisinin olduğunu ve ona bakıp kesin karar verileceğini söyledi. Günlerden de Cuma olup tomografinin Pazartesi çıkacağını söyledi. Pazartesi çıkan filimde ve daha önce çıkan filimlerde sonuçlar birbirini tutmadı. Bu olay karşısında şaşıran doktor ya filmlerin ya da isimlerin karıştırıldığını söyledi. Tekrar sil baştan herşeyin yapılacağını ve dosya şekline getireceğini söyledi bize. Bir umut olarak filmleri yeniden çektirdik. Ve sonuç olarak öncesine göre biraz daha umutlu olan doktor, annemin temiz ve kirli kan damarlarını birbirine dolandığını söyledi. Ankara ya da İstanbul’da ameliyat olabileceğini ve ameliyatın çok riskli olduğunu söyledi.
Bütün bu işlemler aylarca sürüyor ve 2007 yılının Ocak ayında filmleri İstanbul’a getirdim. İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde uzman bir doktora gösterdim ve aynı hastalığı o da onayladı, yapılacak tedavinin önce beyin anjiyosunun çekileceğini, damarlar açılmazsa ameliyat yapacağını ve ameliyatın çok riskli olduğunu, hastayı kaybetme olasılığının çok fazla olmasından dolayı başkasının sağlık güvencesiyle yapılamayacağını söyledi bana. Özel hastanelerde ise yaklaşık 70 milyar gibi bir para bizden istendi.
Bütün olumsuzlara karşı 2004 yılında yarıda bıraktığım eğitimime tekrar başlamıştım. Ortaokul ve liseyi Açıköğretim’den tamamladım ve tek hayalim üniversite giriş sınavında Tıp okuyup doktor olmak ve annemi tedavi etmekti. Geçimimi sağlamak için gündüzleri pastanelerde çalışıyor ve geceleri de dayanabildiğim kadar ders çalışıyordum. Bu esnada annemin Türkiye’deki tedavisini maddi imkansızlıktan dolayı yapamıyorduk.
Bütün hayvanlarımızı satıp onlardan elimize geçen parayla “İran’da sağlık daha ucuz” diye umut olarak kaçak yollardan 2008 yılında abim annemi İran’a götürdü. İran’da doktorlar, “annemin beyninde iyi huylu bir tümör olduğunu ve bunun ilaç tedavisi ya da ameliyatla iyileşebileceğini” ifade ettiler. Biz de bu duruma çok sevindik ama sevincimiz fazla sürmedi. Çekilen filmlerde iyi huylu tümör olmadığı ve damarların birbirine dolandığı orada da ortaya çıktı. Doktor bizden özür dileyerek yanıldığını, bu ameliyatın ancak Tahran’da yapılabileceğini ifade etti.
Filmleri Tahran’a gönderdik. Ameliyatın orada yapılabileceğini fakat annem kimliksiz ve pasaportsuz olduğundan dolayı ameliyatı yapamayacaklarını, yapılsa dahi 40 milyar gibi bir ücret istediler. Fakat elimizde annemin tedavisi için 10 milyar kadar para vardı elimizde. Bunun da çoğunu doktorlara muayene ve film ücreti olarak vermiştik. Yani kısacası elimizde neredeyse para bitmişti. Sonuç olarak orada da hüsrana uğradık. Tek sevindirici şey, onların verdiği ilaçlarla annemin baş ağrıları biraz da olsa eskiye nazaran dinmişti. Doktorların bize dediği, “annemin her an % 90 beyin kanama riski olduğu ve bir an önce kimlik çıkartılıp sağlık güvencesine kavuşturulması gerektiği”. Aksi takdirde yapılabilecek birşeyin olmadığını ifade ettiler.
Annem yaklaşık 3 ay İran’da kaldıktan sonra 2009 yılının Şubat ayının karlı bir gününde kaçak yollardan tekrar 8 saat sürecek olan zorlu bir yolculuktan sonra Türkiye’ye getirdik. Artık annem için yapılabilecek tek şey kimlik ve vatandaşlık çıkartmaktı, ya Türkiye’den ya da İran’dan. Ben de İstanbul’daki İran Başkonsolosluğu’na giderek durumu izah ettim. Onların verdiği cevap da, “benim elimde anneme ait resmi hiçbir belge olmadığı için yapılacak birşeyin olmadığı.” Bana “İran’dan resmi bir evrak getirip öyle başvuruda bulunun” dediler.
Fakat biz İran’da bütün çabalarımıza rağmen hiçbir resmi evrak alamadık. Ondan iki defa daha İstanbul’daki konsolosluğa gidip durumu izah ettim. Bana pasaport ve kimlik getirilmeme durumunda yapılacak birşey olmadığı söylendi. Son olarak avukat bir arkadaşımla “hukuki bir çare vardır” diye tekrar konsolosluğa gittik ve bana aynı şeyleri tekrar söylediler: “Kimlik ve pasaport getirmezsen yapılacak birşey yok.” Uzun tartışmalardan sonra kendime hakim olamayıp sinir krizi geçirip konsolosluk camını yumrukladım ve beni tutuklamaya çalıştılar. “Burası İran’ın toprağıdır” deyip İran yargı sistemine göre yargılayacaklarını söylediler. Avukat arkadaşımın çabalarının sonucu beni bıraktılar, fakat konsolosluğa girişim yasaklandı.
Bunu üzerine Erzurum’daki İran Konsolosluğu’nu arayıp durumu izah ettim. Onların devreye girmesiyle anneme tekrar İran vatandaşlığı geri verilsin diye Urmiye Nüfus Müdürlüğü’nde dosya açtık. Fakat yetkililer bizden çok umutlu olmamamızı ve bunun belki de onlarca yıl sürebileceğini ifade ettiler. Yıl 2013 ve hâlâ bize bir cevap bile verilmedi.
2009’un Temmuz ayında TBMM’ye gitmeye karar verdim, belki orada bir muhatap bulurum diye. Ama meclisin tatile girdiğini hesaba katmamıştım ve yetkili bir vekil bulamadım. Sayın Hasip Kaplan’ın hukukçu olduğunu bildiğimden dolayı O’nun makam odasına gittim ve durumu özel yetkili kalemine anlattım, kendilerini bilgilendirmesini ve bana yardım etmesini istedim. Özel kaleminin Hasip Bey’le yaptığı görüşmeler sonucunda bana yeni bir yasanın çıktığını, Türkiye’de 15 yıl kesintisiz yaşayan bütün yabancı uyruklu vatandaşlara kimlik verilebileceğini söyledi. Ben de çıkan bu yeni yasayı internette bulup çıktı olarak yanıma alarak Van Nüfus Müdürlüğü’ne başvurmaya gittim.
Öncelikle yapılacak bir şeyin olmadığını söylediler ve kimlik ve pasaport istediler. Fakat kimlik ve pasaportun olmadığını dile getirdim. Yeni çıkan yasa üzerinden yararlanmak istediğimi söyledim. Fakat yasa yeni olduğundan dolayı ve resmi gazetede daha yayınlanmadığından kendilerinin haberdar olmadığını ifade ettiler. Valiliğe başvurmamı istediler. Valiliğe sunduğum 5 dilekçeden sonra beni önce Van Emniyet Müdürlüğü’ne, oradan da Yabancılar Şubesi’ne havale ettiler. Şubede yetkili bir polis memuruna durumu izah ettim, bana bunun çok uzun süreceğini ve öncelikle İçişleri Bakanlığı’ndan “ikametgâh tezkeresi” almamız gerektiğini söyledi.
Dilekçeyle onlara ilk başvurumuzu Yabancılar Şubesi vasıtasıyla yaptık. “Cevap ne zaman gelir?” diye sorduğumda ise “tahminen Ankara’da adamın varsa üç gün, yoksa en erken üç ay, o da olmazsa altı ay, en iyi ihtimal dahilinde bir yıl sonra cevap gelir” dedi. Dilekçemi teslim edip oradan ayrıldım.
Tam olarak detaylı bir şekilde olayı yazıp Cumhurbaşkanlığı’na, Başbakanlık’a, Ankara’daki Nüfus Daire Müdürlüğü’ne, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı’na ve bir de Sağlık Bakanlığı’na olmak üzere 6 dilekçe bu kurumlara yazdım. Başbakanlık ve Sağlık Bakanlığı’ndan cevap bile alamadım. Diğerlerinden ise bir ay sonra cevap geldi. Hepsi de aynı şeyleri dediler: “Nüfus Müdürlüğü’ne gidin, yasalar ne diyorsa ona göre başvurun.” Cumhurbaşkanlığı ek olarak annemin sağlığı için Van Valiliği’ne talimat verdiklerini ve ilgileneceklerini ifade ediyordu. Verdikleri cevapta bize bir numara verdiler. “Bu numara üzerinden Valiliğe gidin, sağlık için yardım edecekler” dediler.
Umut olarak valiliğe gittik. Valilik, sosyal yardımlaşma kurumuna yolladıklarını, oraya gittiğimizde bizim Başkale ilçesinde oturduğumuzdan dolayı yazıyı kaymakamlığa gönderdiklerini ve oraya gitmemizi söylediler. Kaymakamlığa gittiğimizde ise yapılacak herhangi birşey olmadığını, annemin “vatansız” olmasından dolayı yardım edemeyeceklerini söylediler. Ve artık yapılacak birşey kalmadı.
Tek umut İçişleri Bakanlığı’ndan gelecek cevabı beklemek oldu. Tam 1 yıl sonra cevap geldi. 2010’un Temmuz ayında cevabın Başkale İlçe Karakolu’na gönderildiğini bana Yabancılar Şubesi’nde söylediler. Fakat biz Başkale’de bu yazıyı bulamadık. Van’a gidip örneğini aldım ve karakola teslim ettim. Cevapta da şunlar yazıyordu: “Böyle bir kadın var mı, herhangi bir suç işlemiş mi, kaç çocuğu var, nasıl geçiniyor?”
Bunu bir tutanak halinde yazıp tekrar Van Yabancılar Şubesi’ne yolladılar. Bu sırada son doğan kardeşimi bir yolunu bulup ağabeyin nüfusundan çıkardık ve babamın nüfusuna 1992 doğumlu olarak yazdırdık ve nihayetinde babamın son çocuğu O’nun nüfusuna geçmiş oldu. Tabi bu arada annem de gözümüz önünde resmen erimekte ve her geçen gün zayıf düşmekte. Psikolojik olarak biz de yıpranıyorduk.
İlk uğraştan bugüne tam 10 yıl geçti ve 2010 yılındayız. Ben artık ortaokul ve liseyi bitirmiş, üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. En son gönderdiğimiz tutanağa 2012 yılına kadar cevap gelmedi. Her telefon açtığımızda cevabın gelmediğini söylüyorlardı. 2012’nin Temmuz ayında Van Yabancılar Şubesi’e giderek olayı oradaki yetkililerle görüştüm. Annemin dosyasını çıkarttık. Dosyayı incelediğimizde tutanağın hiç gönderilmediğine şahit olduk. 2 yıl boyunca tutanak dosya içine konup herhangi bir işleme tabi tutulmamış. Nedenini sorduğumda ise kendilerinin haberdar olmadıklarını, iki defa kadronun değiştiğini ve bir de depremden dolayı taşındıklarını ve bir suçlarının olmadığını, varsa da önceki kadroların sorumlu olduğunu söylediler ve tutanak tam 2 yıl sonra Ankara’ya yollandı.
Ben de artık 2012 yılında üniversiteyi kazanmıştım. Bunun sevincini yaşarken karakoldan bize gelen bir telefonla adeta dünyamız yıkıldı. Bana annem hakkında sınırdışı kararı çıktığını ve karakola gelmemi söylediler. Elimiz kolumuz bağlı, hiçbir şey yapamaz durumdaydık.
Van eski baro başkanıyla irtibata geçtim. Verilen kararı söyledim, kendisi bana kararın hukuksuz olduğunu ve kararın kopyasını getirmemi, yürütmeyi durdurma ve kararı bozmak için mahkemeye başvuracağımızı ifade etti. Karakola gittim, yazının kopyasını istedim fakat veremeyeceklerini söylediler. Bütün çabalarıma rağmen almadan ve okumadan karakoldan ayrıldım. Bunun üzerine Van Yabancılar Şubesi’ni arayarak olayı izah ettim ama kendilerinin haberdar olmadıklarını söylediler. Böyle bir kararın ancak kendilerinin yollayabileceklerini söylediler. Bunun üzerine tekrar karakola gittim ve yazıyı istedim. “Anneni getirmezsen hiçbir şekilde yazıyı sana vermeyiz” dediler. Ben de “annemi getirmiyorum, ne yapacaksınız?” diye kendilerine söyledim. Kendileri “bizzat gelip biz alacağız” dediler ve gerekirse bütün köyü arayacaklarını, eninde sonunda bulacaklarını söylediler. Yani biraz da tehditvari bana “anneni sen getir, işleri zorlaştırma daha da fazla” dediler.
Bunun üzerine ertesi gün 29 Ağustos’ta Çamlık Jandarma Karakolu’na, “sonumuz ne olacak?” gibi kafamda binbir soru işaretiyle annemi zorla ikna ederek getirdim. Bu arada annem korku dolu gözlerle “ne olacak benim sonum?” diyerek bana hep veryansın etti. “Sen rahat durmadın, bütün bunları sen başımıza açtın, şimdi olayın içinden nasıl çıkacağız?” diye söyleniyor, üzülüyordu. Oysa ben sadece kimlik çıkarıp tedavi etmek istiyordum. En çok korktuğum ve üzüldüğüm, annemin “vatansız” olmasından dolayı, “O’nu Erzurum’daki toplama kampına, bu yaşlı insanı oraya yollarlarsa tansiyon hastası ve beyin kanama riski olma ihtimali her an olan annemi acaba bir daha görebilecek miyim?”, bu korkuyla yola çıktık. Evde herkes ağlıyordu, “acaba annemiz geri dönebilecek mi?” diye.
O gün öğleden sonra karakola gittik. Bizi bir odaya aldılar. Görevli astsubay kendince bir çözüm bulup daha önce verdiğimiz tüm dilekçelerin tersine itirazım olmasına rağmen kendince yeniden bir dilekçe yazıp yurda kaçak yollardan giriş yaptığından dolayı anneme 1 milyar para cezası kestiler. Karakoldaki işlemler bitene kadar akşam karanlığı çökmek üzereydi. Bizi Van’a yollayacaklarını ve bizimle beraber bir uzman çavuşun geleceğini ifade ettiler. Sonraki günün 30 Ağustos Zafer Bayramı olması sebebiyle isterlerse sonraki gün annemle geleceğimi söyledim. Önce kabul etmediler, sonra “geleceğine dair söz verirsen ancak bırakırız” dediler. Bunun üzerine köye gittik. Cuma sabahı tekrar karakola geldik. Bir uzman çavuşla beraber bizi Van’a gönderdiler. Van Yabancılar Şubesi’e gittiğimiz de korkuyla içeri girdiğimizde görevli memurlarla konuştuk. Olayı izah ettik. Kendilerini annemi istediklerini söyleyip “birkaç evrak imzalaması gerekiyor” dediler. Ben de sordum, “karakol bize anneni sınırdışı kararı çıkmış, ondan istediler dedi fakat siz farklı şeyler söylüyorsunuz, şimdi kime inanayım, kim doğru söylüyor?” dedim. “Kendilerinin sınırdışı kararı yok, öyle bir şey olmaz” dediler. Ben de onlara “sizi defalarca aradım, siz doğruyu neden bana söylemediniz?” diye sorunca telefonda bilgi verilemeyeceğini ifade ettiler. 1 milyar para cezası yatırdık. Tekrar karakoldaki ifademizi değiştirdik ve işlemleri bitirdikten sonra evimize gittik
Bize 5 yıl içerisinde vatandaşlığın verileceğini ifade ettiler ve evraklarımızı tekrar İçişleri Bakanlığı’na yolladılar. Biz de yine cevap beklemeye başladık.
Cevaplar da hep 1 yıl sonra geliyorlar her nedense. Bütün bunları bitirdikten sonra 24 Eylül’de Kıbrıs’a gelip üniversite eğitimime başladım.
İlk başvurumdan bu yana tam 12 yıl geçmiş ve ben 30 yaşına gelmişim. 12 yılda ancak dilekçelerle devlete sesimizi az da olsa duyurabiliyorduk. Bu esnada annemi 3 defa çeşitli gazetelere haber konusu yaptım. Belki medyanın gücü bu işi halleder diye. Ama oradan da bir sonuç çıkmadı ve her hafta Van Yabancılar Şubesi’ni arayarak bir cevap geldi mi diye soruyordum.
2013 Mayıs’ına kadar her hafta düzenli aradım. Her seferinde hiçbir cevap gelmediğini ifade ediyorlardı. En son BİMER (Başbakanlık Sizi Dinliyor) sitesinden annemin dilekçelerini tarih ve sayı numaralarıyla şikayet maili yolladım. Uzunca bir süre bekledim cevap gelmeyince oradaki yetkili kişiyi telefonla arayarak maillerin cevaplarının gelip gelmediğini araştırmasını istedim. Bana cevapların posta yoluyla Başkale ilçesine yollandığını söyledi. PTT’ye giderek cevabı orada buldum ve cevap olarak da olayın artık Dışişleri Bakanlığı’na intikal ettiğini belirtiyordu.
Bütün çabalarımın sonucu bazen dilekçelerimiz unutulur bazen hiç cevap verilmez ve 5 yılın sonunda elime sadece olayın “oradan buraya yollandığı” gibi cevaplar geçti. Tek korkum, hasta olan annemi kimlik sahibi yapmadan O’nu kaybetmek. Evden bana gelen her telefon çağrısında “inşallah kötü birşey yoktur” diyerek cevap veriyorum.
Bütün bunlara başladığımda 18 yaşındaydım. Şimdi ise 31 yaşındayım. Tek sevindirici şey bizim için, annem uğruna yarım bıraktığım eğitimimi, şu anda Sağlık Fakültesi’ni yokluk ve yoksulluk içinde tırnaklarımla adeta kazıyarak okumak oluyor.
Bu sorunun bir an önce çözülmesi için sizden yardım sesimize ses olmanız dileğiyle satırlarıma son veriyorum.
Saygılarımla.
Veli Güner
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)