Müzik

30 Kasım 2013 Cumartesi

Roboski Projesi


PÊŞNÛMAYA ROBOSKIYÊ YA BI WÊNEYÊN CIWAN Û ZAROKAN

Di 28 ê berfenbara 2011 an de,li rojhilatê Tirkiyeyê li gundê Roboskiyê ku girêdayî Şirnexê ye,mirovên ku bazirganiya xwe li ser tixûban dikir,19 ji wan zarok 34 kes ji aliyê hêzên leşkeriya Tirkiyeyê ve bi bombebaranê hatin kuştin. Em, wênekêşên dildar piştê komkujiyê li gundê Roboskiyê bi 60 ciwan û zarokên ku temenên wan di navbera 7 û 17an de ne, di nava 6 mehan de me kargeheke wêneyan afirand. Ji Stenbol, Amed û Wanê nêzî 25 wênekêşên dildar tev li kargeha me ya wêneyan bû. Ciwan û zarokan çîrokên ku nivîsîne bi wêne kirin û bi wana şahidiya jiyana piştî komkujiyê ya li Roboskiyê kir. Digel bi hezaran wêneyên ku kişandibûn,ji hêla zarokan ve antolojiya çîrokan bi alikariya rêveberiya wênekêşên kargehê hat amadekirin.

Çi ji me? Çi ji we?

Me ew kargeha wênekêşên ciwan û zarokan bi awayekî hevkarî(îmece) da destpêkirin û bi alîkariya hin mirovên hestiyar pêk anî. Hin ji wan mirovan makîneya wêneyî ji me re şand, hin ji wan jî di çûnehatan da alîkarî dan.Niha jî armanca me parvekirina bi raya giştî re ya li gellek bajaran ya wan 43 heb çîrok û 600 heb wêneyên ku ji hêla 60 ciwan û zarokî ve hatine nivîsîn û kişandin,e.Em ê van xebatan wek pirtûkek bi sê zimanan ( Kurmancî, Îngilizî û Turkî) 4000 hebî çap bikin û em ê çîrok û hevpeyvînên ku me bi zarokan re kirine wek dvd bi pirtûkê re bidin. Bingeha kar û xebatên vê kargeha me dildarî ye û pêdiviya me bi alîkariyên we heye.

Bandora alîkariyên we dê çi bibe ?

Bi xêra alîkariyên we yên ku ji bo xebatên me,em ê dvd û pirtûkê çap bikin. Herwiha bi wan makînayên wêneyî yên ku bi alîkariya we dê bên kirrîn,ciwan û zarok dê bikarin bi wan makîneyan wêneyan bikşînin û pêşnûmayên xwe pêk bînin.Çawa ku me ew kargeh bi alîkariyên wek îmece pêk anî , dê bi alîkarî û tevkariyên we,em ê vê xebatê biqedînin û ji bo careke din li Roboskiyê komkujî pêk neyê em ê ji dengên wan re bibin deng.

Ji bilî vana hûn çawa dikarin alîkariya wan bikin ?

Ku derfetên we ji aliyê bûjenî ve tune bin ku hûn alîkariyê bikin,ji bo ku ev helmeta me pirrtir bigihîje mirovan hûn dikarin ji der û dora xwe re bibêjin û malpera me pêşniyar bikin,an jî hûn dikarin bi me re bikevin têkiliyê û ji dengê me re bibin deng.

Semra Yeşil – semrayesil@gmail.com +90536 636 69 08

Selim Yıldız- selimolawo@gmail.com +90545 432 22 21

Mala we ava.


GENÇLERİN ve ÇOCUKLARIN FOTOĞRAFLARI ile ROBOSKÎ PROJESİ

Türkiye’nin en doğusunda Şırnak’a bağlı Roboskî köyünde 28 Aralık 2011 tarihinde sınır ticareti yapan 19’u çocuk 34 insanımız; Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından hava saldırısı sonucu katledildi. Katliamdan sonra biz gönüllü fotoğrafçılar olarak Roboskî’de yaşları 7 ile 17 arasında değişen 60 genç ve çocukla 6 ay boyunca fotoğraf atölyesi yaptık. İstanbul, Diyarbakır ve Van’dan 25’e yakın gönüllü fotoğrafçı atölyeye katıldı. Gençler ve çocuklar kendi yazdıkları hikayeleri fotoğraflayarak katliam sonrası Roboskî’de yaşama tanıklık ettiler. Çektikleri binlerce fotoğraf içinden atölyeyi yürüten fotoğrafçıların da desteğiyle çocuklar tarafından hikaye seçkileri yapıldı.

Bize? Size?

Fotoğrafçı gençler ve çocuklar atölyesini tamamen imece usulü ile başlattık, bu konuya duyarlı insanların küçük katkılarıyla bitirdik. Kimi fotoğraf makinası gönderdi, kimi ulaşımlarımızı karşıladı. Şimdi ise; 60 genç ve çocuğun yazdığı 43 hikaye ve çektikleri 600 fotoğrafı birçok şehirde sergilerle kamuoyu ile paylaşmayı hedefliyoruz. Aynı içeriğe sahip üç dilli bir kitabın (Kürtçe, Türkçe, İngilizce) 4000 adet basımı yapılacak ve 60 çocuğun kendi hikayelerini anlattıkları mini - röportajların olduğu film dvd’si kitap içerisinde yer alacaktır. Gönüllülük temelinde yürüttüğümüz atölye çalışmasının sonuca ulaşması için yardımlarınıza ihtiyaç duymaktayız.

Desteğinizin etkisi ne olacak?

Çalışmaya vereceğiniz desteklerinizle; dvd içeren kitap basımı gerçekleşmiş olacak. Ayrıca; alacağımız fotoğraf makinalarıyla gençlerin ve çocukların bundan sonra çekecekleri fotoğraflarla yapacakları projeler için bir katkı yapmış olacaksınız. Nasıl ki atölyeyi imece yardımlarla tamamlamış isek, yapacağınız katkılar ile bu çalışmayı bitirmiş olacağız ve Roboskî’de yaşananların bir daha yaşanmamasına ses vermiş olacaksınız.

Bunun dışında nasıl yardımcı olabilirsiniz?

Eğer maddi olarak destek olma imkanınız yoksa, bu kampanyanın daha fazla kişiye ulaşması için; çevrenizdekilere duyurabilir, sitenin linkini gönderebilirsiniz. Daha fazla bilgi almak için bizimle iletişime geçebilirsiniz.

Semra Yeşil – semrayesil@gmail.com +90536 636 69 08

Selim Yıldız- selimolawo@gmail.com +90545 432 22 21

Çok teşekkürler ederiz.


ROBOSKÎ PROJECT WITH PHOTOS OF YOUNGSTERS AND KIDS

In the easternmost of Turkey, in Roboskî, a village of Şırnak, 34 citizens of ours, 19 of whom are kids and who do border trade were murdered by Turkish Armed Forces as a consequence of an airstrike on 28th December 2011. After the massacre we, volunteer photographer, did a photographer’s workshop with 60 youngsters and kids of whom the ages are between 07 and 17 for 6 months in Roboskî. Almost 25 volunteer photographers who came from Istanbul, Diyarbakır and Van attended the workshop.

Youngsters and kids witnessed the life in Roboskî after the massacre by photographing the stories they wrote themselves. Anthologies of stories are created within thousands of photos they took by youngsters and kids themselves with support of photographers who carried out the workshop.

TO US? TO YOU?

We started workshop for photographer youngsters and kids completely as a collective work and finished with little contributions of people who are sensitive to this issue. Some sent cameras, while some paid for our transportation.

Now we are aiming at sharing 43 stories written and 600 photos taken by 60 youngsters and kids with public opinion in many cities and exhibitions. 4000 press of a multilingual book (in Kurdish, Turkish and English) with the same content will be printed and a DVD film in which short interviews with 60 children that they tell their stories will be included in the book. We need for your support in order to complete this workshop that we held based on voluntariness successfully.

What will be the reflection of your support?

With the support you give for this Project, printing of the book including DVD would be achieved. Additionally, you will be contributing for the projects of children which they would carry out with their photographs in the future. We will complete this Project with the help of your contributions you will make just as we end the Project with collective and voluntary work. YOU WILL BE A VOICE AGAINST THE RECURRENCE OF WHAT WAS ENCOUNTERED IN ROBOSKÎ!

Apart from these, how can you help us?

If you cannot give financial support, you may let your acquaintances know about the Project and send the link of this website to whom around you in order to help us to announce this campaign to more people. You can contact us for detailed information.


Semra Yeşil – semrayesil@gmail.com +90536 636 69 08

Selim Yıldız- selimolawo@gmail.com +90545 432 22 21


We present you our heartfelt thanks.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Pınar İkiz


İkinci Manifesto


- İlişkilerde Turan Taktiği sadece ön sevişmeyi başlatmak için kullanılmalıdır.
- İlişkide tarafların birbirinin başını döndürmesinin merkez kaç kuvvetiyle bir ilgisi yoktur. Olduğu kanıtlanırsa merkez kaç kuvveti ilişkinin sonuna doğru eksi sonsuza gider.
- İlişkilerde ağzının payını vermektense gönlünün payını vermek tercih edilmelidir.
- Kamusal alanlarda taraflar birbirini ağlatmamalıdır, buna ilişkinin kamusal alanı dahildir.
- İlişkilerde açılan bir yaranın kabuk tutma kat sayısı tarafların elinin kalem tutma kat sayısından düşüktür. Fakat bu kat sayı herhangi bir tercih formunda kullanılamaz.
- İlişkide bir tarafın diğerinin gelmesini istemesi dürtüsü, her zaman diğerinin gitmek istemesi dürtüsüne saygı duymalıdır. Saygı Japonya’da yenen bir yemek adı değildir ve fakat kıskançlık Japonya’da yenen bir yemek adı olmalıdır.
- Evlilikten kaçmak iki çorap az yıkayacağınız gerçeğiyle desteklense de, eğer bir yol gerçekten var ise o yolda yalnız yürümeyeceğimiz gerçeği ile de kösteklenmektedir.
- İlişkide bir tarafın diğerini gözlerinden ziyade elleriyle araması makbuldür. Ellerin işinin ehli olması tercih sebebidir.
- İlişki sırasında karşı tarafa tanınması gereken hareket alanı ilişkinin sonlanmasıyla fesih edilmemelidir. Hatta çoğu zaman fesih ertesi genişletilmelidir.
- Bir ilişki başka herhangi bir ilişkiye benzemez. Sadece bu hususta şampiyon olacağınız attığınız gollerden belli değildir.
- Kişisel kültürel tarihimiz mevzu bahis yanmak fiili olunca bunun bazen mesafeler bazen mektupların ucu için geçerli olduğunu bilse de öğrendiği şey aslında bunun bazen kalbin kendisi olduğudur.
- Yamanın tutup tutmadığını anlamak için suya bastığınız bisiklet lastiğinden çıkan kabarcıklar yamanın tutmadığını gösterirken, gündelik hayatta o tutmayan yamadan çıkan kabarcıklar içe doğru ilerler. Birikmesi halinde kalp krizine kadar yolu vardır.
- Kişinin olduğu ile olmak istediği arasındaki çelişki erozyonla başlayan bir özyıkıma götürürken ilişkide bu durum ketumlukla başlarsa doğrudan yıkıma götürür.
- İlişkilerde takometre yoktur. Bundan mütevellit hızını alan diğerine dönüp çok geride kaldığını ima ederse faul yapmış sayılır.
- Her ne kadar muzip bir dille yazılmış olsa da manifesto iki insandan bahsettiği için vasati 40 çöp hüzün barındırır.
- İlişki incelik işidir ama inceldiği yerden kopan da yine ilişkinin kendisidir.
- Mevzu bahis ilişkiyse her adem oğlu ve adem kızı yarımdır.

16 Ağustos – 18 Aralık 2012
Ayvacık, Çiftehavuzlar, Tatlısu, Kızıltoprak, Galatasaray

Pınar İlkiz

22 Kasım 2013 Cuma

Afşar Timuçin







AĞACIN İKİNDİ TÜRKÜSÜ

Açıklara çıkalım boğulmamak için
Günün kuytu yerleri şimdi harap
İçimizde bir ezgi inceden inceye
Bizi kendimize bağlarken akşam olur
Karanlığı gümüş rengine boyar mehtap

Oturup uzun uzun konuşsaydık
Sevişmek nasıl olsa gene olur iyi kötü
Bir ıhlamur sıcaklığı yayılırken odamıza
Her şeyi ince ince düşünseydik
Ölümü kırgınlığı inceliği en başta
Bütün eksiklerimize gülüp geçerek

Belki de boşa geçti onca zaman
Bu da bir tür geçip gitme duygusudur
Ne güzel olurdu yeniden başlasak
Ne yapsan en başa dönülemiyor
Ne yapıp yapıp dalı unutmalı
Rüzgârla yere düşen sarı yaprak

Afşar Timuçin.

Afşar Timuçin


Yaşamınız acılar içinde geçecek, çünkü insanları sevmiyorsunuz . .

Durmadan adam öldürüyorlar. Seven öldürüyor, öfkelenen öldürüyor, haklı olduğuna inanan öldürüyor. Toprağı sevseydiler böyle yapmazlardı. Onlar hırslarını, inatlarını, geriliklerini, boşluklarını, karanlıklarını, amaçsızlıklarını seviyorlar. Daracık bilinçlerinde içeriklerini hiç bilmedikleri kutsal kavramları birer kabuk olarak barındırıyorlar, bu kavramları anlatan terimlerle dudaklarını süslemekten geri kalmıyorlar, ancak olmakla ilgili hiçbir telaşları yok. Sevmeyi bilmiyorlar ya da beceremiyorlar. En yakınlarındaki insanları sevmedikleri gibi kendilerini de sevmiyorlar.

Sevmeyi bilseydiler önce üstünde yaşadıkları toprakları severlerdi, o topraklarda yaşayan insanları severlerdi, çıkarları adına bu toprakların altından girip üstünden çıkmazlardı. Üstünde yaşadıkları toprakları sevselerdi dünyayı da severlerdi. Sevmeyi bilseydiler o güzelim toprakları alın terleriyle sularlardı, daha da güzelleştirirlerdi. Ne gezer! Bir ağaç dikmek bile azaptı onlar için. Ağaç kesmeye gelince, o işte üstlerine yoktu.

Bir yığın bahanemiz var. İnsan kendini savunmaya, kendini haklı çıkarmaya kalktı mı neler bulmaz neler söylemez! Özellikle çok kötü eğitilmiş olduğumuz doğrudur. Daha başka şeyler de var. Evet ama, insan dediğin eğitilen olmaktan çok kendini eğiten varlıktır. Geri bırakılmışlığımız her şeyden önce geri kalmışlığımızdır, kim ne derse desin. Kimse kimseyi geri bırakamaz. Yakınmak her zaman kendi küçüklüklerini savunmaktır. Direnen insan diye bir şey yok mu şu dünyada? Avanta yaşayalım, kolayından sürdürelim yaşamımızı, ekmeden biçelim, birileri bizi pohpohlasın, birileri baksın bize. Artık bunlar Avrupalılar mı olur, ne bileyim başkaları mı olur… Sorarsanız açık yüreklilikle konuşacaklardır, şu bencillikler dünyasında kimseyi sevmediklerini söylemekten çekinmeyeceklerdir.

Aralarında birilerini ya da bir şeyleri sever görünmeyi görev bilenler vardır. Evet, birileri bir şeyleri sever görünüyorlar ama onlar da sevmeyi öğrenememişler. En küçük bir çıkar karşısında gözleri çakmak çakmak olan insan başkalarını ya da bir şeyleri sevebilir mi? Gerçekte çocuklarını bile sevmediler. Çocuklarını sevselerdi bu çirkin düzenin faturasını çocuklarına çıkarıp onları büyük adam etmek adına aptala döndürmezlerdi. “Haydi kızım, sabah oldu, çabuk kalk, sınava gideceksin!” Oysa o çocuk oynamaya gitmeliydi. Kaldı ki insanın çocuğunu, karısını, kocasını, babasını, anasını, yengesini sevmesi gerçek anlamda insanları sevmesi demek değildir. Siz bütün insanı sevebiliyor musunuz, adını hiç bilmediğiniz uzak ülkelerin insanlarını kardeş bilebiliyor musunuz, ona bakın. Açlıktan bir deri bir kemik kalmış bebeklerin yazgısını kendi yazgınız gibi duyabiliyor musunuz? Son kalan lokmayı komşusuyla paylaşabilen insandan bir şeyler var mı sizde? İçinizde haksızlıklara karşı bir başkaldırının günden güne daha da dallanıp budaklandığını duyabiliyor musunuz? Yoksa siz ancak benim külahıma anlatırsınız yüceliklerinizi, insancılıklarınızı, adanmışlıklarınızı, toplumculuklarınızı, demokratlıklarınızı, bilgeliklerinizi, savaşçılıklarınızı…

İnsan olmak istiyorsanız önce toprağı seveceksiniz, kendi toprağınızı seveceksiniz. Sonra onun üstünde yaşayan insanları seveceksiniz ve onun üstünde yaşayan insanlara kendinizi adayacaksınız. Öldürmeyeceksiniz, bir insan öldürmenin kendini yüz kere bin kere öldürmekten başka bir şey olmadığını bileceksiniz. Her insan öldüren kişi önce kendini öldürmüştür. İnsan öldüren insanın insanlığı kalmaz. Sevgilini öldüreceksin, kutuya sığmadı diye bir de kafasını keseceksin, öyle mi? Ne adına olursa olsun öldürmeyi ya da öldüreni savunduğumuzda küçüldükçe küçülürüz, önce kendi içimizde sonra kendi dışımızda. Ölümün gücü yokluk kadardır. Yaşama emek vermezsek bu topraklar bize hiçbir şey vermez. Her çıkışımızdan gözyaşları toplayarak döneriz. İğrenç çıkarları için arkamızda durur görünenler de bir gün bizi olduğumuz yerde bırakıverirler. Sevmeyi bilemediğimiz sürece yapayalnız kalırız, yalnızlığın en acısını, en boğucusunu, en bereketsizini çekeriz.

Yaşamınız acılar içinde geçecek, çünkü insanları sevmiyorsunuz, üstünde yaşadığınız güzelim toprakları sevmiyorsunuz. Hırslarınızı şöyle bir aralayıp kendinizi görebilseniz gelecekte sizi bekleyen açmazları da bugünden sezebilirsiniz. Yaşam kolaya kaçıp kendi sırtından geçinmek isteyenleri önünde sonunda tutup yere çalmıştır. Yaşamla oyun oyunların en tehlikelisidir. Kendini bilen insan yaşamla oyun oynamaz. Siz siz olun, size zor da gelse kendinizi ve başkalarını biraz olsun sevmeye çalışın. O zaman dünyalar sizin olacak.

Afşar Timuçin; Üstünde Yaşadığınız Toprak

Nihat Doğan

Gülmek İçin ,

Twitter'dan dershanelerin kapatılmasıyla ilgili başlayan AK Parti- cemaat tartışmalarına katılan Nihat Doğan şimdi de Başbakan Erdoğan'ı seçimler konusunda uyardı.

"RTE'ye uyarımdır..." diyerek başlayan Nihat Doğan'ın tweeti önümüzdeki seçimlerde İstanbul için AK Parti'nin kaybedeceği yönünde. "Cemaat-CHP-BDP ittifakı İstanbul'u alır" diyen Nihat Doğan bakın daha neler dedi... 

Alberto Manguel ile Edebiyat Söyleşisi


"Ruhsuz bir insanın neye benzeyeceğini ben bilemem. Robota belki?"

Alberto Manguel: Edebiyat da, hayat da hamallık


Birkaç hafta önce sona eren Tanpınar Edebiyat Festivali’nin bu yıl çok ama çok hoş bir projesi vardı: Alberto Manguel ile Beş Şehir. Festival ekibi, Alberto Manguel’i aldı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitabında anlattığı beş şehre; İstanbul, Ankara, Erzurum, Konya ve Bursa’ya götürdü. Amaç, Manguel’in de bu beş şehir üzerine bir metin, bir kitap yazması.

Hayali Yerler Sözlüğü ve Okumanın Tarihi gibi kitaplarından ve Borges’le olan müthiş dostluğundan tanıdığımız Alberto Manguel, bir hafta boyunca, Türkiye’de belki bizim bile gitmediğimiz şehirlerde binalarla, insanlarla tanıştı, konuştu. Tanpınar'ın Beş Şehir'ini düşünürken, bir yandan Tanpınar'ın beş şehrini gezdi, bir yandan yepyeni beş şehir tanıdı ve bir yandan da seyahat etti. Evet, bunların tümü farklı eylemler ve bu söyleşi çoğunlukla bu fark üzerine!

Bu kitabı yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Aslında benden çıkmadı. Tanpınar Festivali’nden benim yayıncıma gelen bir teklifti bu. Daha önce Tanpınar'ın birkaç kitabını okumuştum. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kesinlikle bir şaheser, bir başyapıt olduğunu düşünmüştüm.Huzur ise, çok bilge ve ustaca yazılmış bir kitaptı. Bana kısmen, 20. yüzyılın başlarındaki Fransız realist edebiyatını anımsatmıştı.

Ama Saatleri Ayarlama Enstitüsü bambaşka. Avrupa edebiyatından bu kitapla eş tutacak çok fazla kitap gelmiyor insanın aklına. Kafka, belki. Yine de, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde kesinlikle Kafka’daki absürt bürokrasi yok. Kafka’daki bürokrasi kozmik. Anlaşılamayan absürt kanunları olan bürokrasi, evrenin ta kendisi. Yaratan, yüce bürokrasi. Yüce olan, bürokrasi. Öyle bir bürokrasi ki, önce sizin beklemenizi istiyor, sonra da “artık geç oldu” deyip kapıyı suratınıza kapıyor. Tanpınar’ın bürokrasisi çok daha alçakgönüllü ve derin.

Tanpınar’ın bürokrasisini anımsatan ne oldu peki size?

Biliyorum, şu yapacağım karşılaştırma kulağa garip gelebilir, ama Tanpınar’ın bürokrasisi biraz da Alice Harikalar Diyarında’yı andırmıyor değil. Orada da, absürt kurallarla karşı karşıya kalmış ve kendi seçimlerini yapması beklenen insanlar var. Bu absürtlük de, tıpkı Tanpınar’daki gibi daha alçakgönüllü bir absürtlük. Kafka’daki gibi kozmik bir durum değil. 


Zaman, kimlikler, Tanpınar




Neler hissettiniz Beş Şehir'i okurken?

Tanpınar için yolculuk kalbine yakın hissettiği bir sürü konu üzerinde düşünmek amacıyla kullanılan bir araç. Ve bu nedenle müthiş bir yolculuğa çıkmış. Dolayısıyla bunu zamana dair bir kitap, diye niteleyebilirsiniz. Değişen kimlikler üzerine bir kitap, diye niteleyebilirsiniz. Gezdiği mekanlarda kişisel kimliğini keşfeden Tanpınar’ın hikayesi, diye niteleyebilirsiniz.

Peki Beş Şehir’i okumanın ardından, bu metin üzerine düşünmek amacıyla çıktığınız bu yolculukta gezdiğiniz şehirler, acaba kurmaca şehirler miydi sizin için?

Tüm şehirler kurmacadır! (gülüyor) Tabii ki her zaman somut, elle tutulur bir coğrafya var. Şu an oturduğumuz masaya dokunabiliyorum, çay bardağını tutuyorum, sokaklarda yürüyorum. Ama bunlar “tutarlı gerçeklik”le örtüşmeyen somut elementler, benim için. Gerçekliğin inandırıcılığı ve tutarlılığını ben edebiyatta yakalıyorum. Hikayelerde yakalıyorum. 

Borges’in Buenos Aires’ten bahseden bir şiiri vardır, şöyle başlar: “Şimdi bu şehir benim tüm hatalarım ve aşağılanmışlıklarımın bir haritası gibi.” Yani, Buenos Aires kenti Borges için artık, aşkın getirdiği tüm hayalkırıklıklarından doğan bir duygular haritası gibidir. Ben de böyleyim. Her şehir, benim kendimle ilgili bir şeyler keşfettiğim bir yer olur çıkar hep. Her zaman aşk acısı çekiyorum demek değil bu tabii ki! Bir şeyler olur, o şeyler mekanlarda olur. Dolayısıyla, iki farklı insan bir şehri aynı biçimde göremez. Asla.

Yani, sizin için mekanlar ve şehirler deneyimlerinizi tekrar deneyimlediğiniz yerlerdir, diyebilir miyiz? 

Evet, ama deneyimlerimi tekrar deneyimlemek de bir deneyimdir. Dolayısıyla, mekanlar deneyimler için vardır diyebiliriz.

Deneyimlerinizi tekrar deneyimleme deneyiminizi de… Böyle uzayabilir işte. Peki bu kurmaca değil midir?

Ne demek istediğinizi aslında anlıyorum. Ama burada bir mekanın sunduğu her şey kurmaca olsa da, deneyimler gerçek. Dolayısıyla ben buna kurmaca demektense, hayali demeyi tercih ederim. Ki ikisi kesinlikle aynı şey değil.


“‘Çocuğun neye benzeyecek?’ demek kadar saçma”



Kitapta tam olarak ne olacak?

Bilmiyorum. İnsanlar bana bu soruyu soruyorlar. Bu, hamile bir kadına “Çocuğun neye benzeyecek?” diye sormaya benziyor. 

Peki tahmin yürütelim o zaman. Şu ana kadarki seyahat deneyiminiz size neler hissettirdi?

Bir şehri deneyimlerken, bu daha önce uzun süre yaşadığınız bir şehir bile olsa (mesela benim için yaklaşık 20 yıl boyunca yaşadığım Toronto’yu hayal edelim) deneyim, kendi üzerine binen, kendi üzerine inşa olan bir şey halini alıyor. Tıpkı yeniden yazılan parşömenler, yani palimpsestler gibi. Parşömene bir yazı yazılır, sonra üstüne bir yazı daha, üstüne bir yazı daha… Tüm katmanlar okunabilir hale gelir. Eğer çok iyi bildiğiniz bir şehirdeki deneyiminiz böyle zor ise, hiç bilmediğiniz beş şehri ardı ardına deneyimlemenin nasıl bir his olduğunu siz hayal edin. 

Ve bir de bu şehirlerde çok vakit harcamadınız, hepsinde yaklaşık iki gün kaldınız...

Evet. Ama yine de, çok vakit harcamış olsaydım bile… İstanbul’da insanlar bir ömür geçiriyorlar. Ama hangi İstanbullunun böylesine büyük bir kenti tam olarak anladığını, kavradığını söyleyebiliriz ki? 

Ama sizin amacınız şehirleri anlamak ve kavramak mı gerçekten? Az önce anlattıklarınızdan sonra, şehri son derece öznel bir bakışla ele almak istediğinizi düşünmüştüm. 

Evet, aslında şehri anlamak değil amacım. Hikayeler yakalamak. Bir yerde yaşadığınızda, o yerin size anlatacak bir hikayesi, hatta çoğu zaman pek çok hikayesi vardır. Ama ben, romanı yarısından okumaya başlayan bir okur gibi hissediyorum kendimi. Ne geçmişini, ne ana kahramanlarını biliyorum bu şehirlerin, bu şehirdeki hikayelerin. 

O zaman “seyahat” dediğimiz şey biraz anlamsızlaşıyor. Kültürel / turistik tüm seyahatler böyle “yarısından okunmaya başlayan” bir roman gibi midir?

Benim için evet, öyledir. Ayrıca, ben turistik amaçla seyahat etmem. Rehberli turlardan da nefret ederim. Türkiye’de şanslıydım, çünkü bana eşlik eden insanlar kendi şehirlerini anlatan insanlar oldular hep ve bu çok başka bir durum. 


“Başkasının rolüne bürünmeye çalışmak beyhude”


Şehirlerde hikayeler yakalamak istiyorum dediniz. Bu hikayelerde Tanpınar’ın, ya da Beş Şehir’in ne kadar etkisi olacak?

Hiç olmayacak. Bana sadece ne yapacağımı söylüyor Beş Şehir: “Elimizde beş şehir var ve bunları gezeceksin Manguel.” Nokta. Tanpınar Erzurum’un günbatımının çok güzel olduğunu ve insanlarının çok melankolik olduğunu söylüyor. Bir de, insanların karakterlerinin müziklerine nasıl sirayet ettiğini. Bu, sadece benimle o şehirde gezen birinin gördüğü şeylere yorum yapması gibi hissettiriyor bana. Yanımdaki kişinin söylediklerini tabii ki de duyarım. Buna tepki verebilirim, ya da vermeyebilirim. Örneğin, Erzurum’da özel bir yere müzik dinlemeye davet edilmiştim. Elbette orada Tanpınar’ı düşündüm. Ve, evet, müziğin atmosferinin insanları andırdığı gözlemi bana da doğru geldi. Ama orada dinlediğim müzik bana Tanpınar’dan çok, Kuzey Arjantin’in ünlü bir müzik türünü anımsattı. Hatta Kanada’nın doğusundan bir müzik türünü de… Bunların ikisinin de Türkiye’yle hiçbir ilgisi yoktu. Ama kafamda olup biten bu idi. Dolayısıyla belki de Erzurum’u yazarken, Kuzey Arjantin’i düşünüyor olacağım. İnsan sadece kendi perspektifinden bakabilir. Başkasının rolüne bürünmeye çalışmak beyhude. 

Sen şu anda bu bahçeyi çok farklı tarif edersin bana. Ben de sana bambaşka tarif ederim. Çünkü senin içinde olduğun hikaye ile benim içinde olduğum hikaye başka. Bir gün içerisinde, hepimiz başka başka hikayelerin içine gireriz. Bir şeyler olur, bir şeyler başlar, bir şeyler devam eder. İşte bu hikayeleri anlamak bana kitap hakkında fikir verecek olan.

Yani Tanpınar’ın bu beş şehirdeki deneyimlerinizi bir yük gibi taşımıyorsunuz.

Ben Borges’i, Dante’yi nasıl bir yük gibi taşıyorsam hayatta, şu anda Tanpınar da benim için öyle bir yük. Daha fazlası değil ve daha başka bir şey hayal edemezdim zaten. Ama ben Tanpınar değilim ve onun yazdıklarını onun gözünden okumaya çalışamam.

Peki, bu şehirlerin çok fazla değiştiğini göz önünde bulundurursak…

Güzel bir örnek oldu. Bilmem. Değiştiler mi? İlgilenmiyorum. Bursa’ya 20 yıl önce gelmemiştim. 

Yani şehirlerin hızla kabuk değiştiriyor olması konusu hiç ilginizi cezbetmiyor mu?

Burada daha önce bir cami vardı dersen bana, “A öyle mi? Var mıydı?” diyebilirim ancak sana yanıt olarak. Böyle bir durumda önemsediğim tek şey, seninle yaşadığım diyalog deneyimidir. Bunu “umursamamak” olarak görmemek lazım. Ama elbette sadece bu anda yaşadığımı ve geçmişin üzerimde hiçbir etkisi olmadığını söyleyemem. Her canlı gibi, ben de geçmiş deneyimlerimin ortaya çıkardığı bir bütünüm.

Şöyle açıklayayım: Şu anda oturduğun sandalyede 25 yıl önce bir cinayet işlendiğini söylesem sana. Minderlerin kana bulandığını, sandalyenin tepetaklak olduğunu… Bu, senin bu sandalyede otururken hissettiklerini elbette etkiler! Ama bu, daha önce okuduğun bir kitabın şu anda okuduğun kitapla yaşadığın deneyimi etkilemesi gibidir. O bahsettiğim katmanlı parşömeni, palimpsesti düşün. Beni ilgilendiren en son katmandır, okuduğum katmandır. 

Kentsel dönüşüm sadece bugünün geçmişle kurduğu bağa işaret etmiyor ama, birebir bugünü ilgilendiren, bugünün insanının hikayelerini şekillendiren bir tarafı var ve bugün Türkiye’nin en ateşli konularından biri. 

Şehirler yeni iş alanları, ekonomik sahalar, sektörler için çalışan bir makina gibi hareket etmek zorundadır. Ve pek çok nedenle bu makina çalışmayı durdurursa, karşımıza kentsel dönüşüm dediğimiz şey çıkar. Ama bu, bugün tüm dünyada karşımıza çıkıyor. 20. yüzyılın başında mimarlar “Bir bina nasıl olmalıdır?” sorusuna verdikleri cevaplardan, ya da belediyelerin finansal imkanlarından yola çıkarak tasarladılar binaları. Ve ortaya iğrenç yapılar çıktı. Üniversite kampüsleri. Ofisler. Saçmasapan yükseklikte binalar. Bu binalar insanlar intihar etsin diye tasarlanmıştı. Çünkü bu binalarda tam anlamıyla yaşayamazsınız. Hapishane gibidirler. Ruhsuzdurlar. Bu yalnızca Türkiye’nin değil, tüm dünyanın sorunu. Bu konuda ne yapabiliriz peki? Hükümetleri değiştirmediğimiz sürece, pek az şey. Bize öyle hükümetler lazım ki, hem işlevsel hem de bir muhitin doğal, spontane akışına zarar vermeyecek binalar tasarlamaya gönüllü olsun. Binalar kendi kendine de yükselebilir. Mahalleli gelir ve bir kapıyı bir anda kırmızıya boyamaya karar verebilir. Bir dükkan bir anda bir kafeye döner. Olması gereken de budur zaten. Kentleri ayakta tutan spontaneliktir. Oysa inşa edilen alanların çoğu ölü doğuyor zaten. bir şehri öldürmenin yolu budur işte. 

Şehirler doğar, yaşar ve ölür mü yani?

Şehirler ölebilir gerçekten de. Türkiye’de, vakti zamanında çok önemli olan ama daha sonra hemen hemen tüm önemini kaybeden şehirler var. Kuran’ın da bu yönde pek çok referansı vardır. Tabii, orada günahkar oldukları için yok edilen şehirlerden söz edilir. Daha seküler bir bakış açısına ihtiyacı olanlar, bugün başka yöntemlerle öldürülen tüm dünya şehirlerine de bakabilir.

Peki, eğer tüm dünya şehirleri böyle bir dönüşüm yaşıyorsa, belki de yeni gerçekliğin, yeni mekan algısının, yeni insanın ihtiyacı olan budur? Doğaya ve spontaneliğe bu şekilde değer vermeyi deneyebilir miyiz?

Evet, yeni gerçeklik bu olabilir. Ama yeni gerçekliğin bir akıl hastanesi de olabileceği gerçeğini değiştirmez bu. 

Belki de bu şartlara doğan insanlar için en normali bu şartlar olacaktır. O zaman eski gerçekliğin insanlarının “akıl hastanesi” olarak gördüğü bu mekanları, gelecek nesiller sahiplenebilir de? Hatta şu anda bile, bizim beğenmediğimiz yerlerden ev almak için sıraya giriyor insanlar. Onlar nasıl yaşıyor orada?

İnsanlar hapishanelerde, mezarlıklarda nasıl yaşıyorlarsa öyle. Evet, insanlık her şeyi sahiplenebilir. İnsanlık uyum gösterir. İçine bırakıldığı şartların bir ürünü oluvermesi çok zaman almaz. İnsanlık, toplama kamplarına dayandı. Depremlere dayandı. Kıtlığa, afetlere… İnsanlar, alışabilen, uyum gösteren hayvanlardır. Ne kadar uzun sürer bilmiyorum, ama her şarta alışırız. Paris’teki La Defense’ı ele alalım. İnsanlar orada yaşıyor, hareket ediyor, mutlu bile olabiliyor, ama ruhunu beslemiyor. Ruhsuz yaşıyor.

Ya yeni insanın ruha ihtiyacı yoksa?

Ruhsuz bir insanın neye benzeyeceğini ben bilemem. Robota belki?

Geçen yüzyılda robotlar yaratmıştık hatırlarsanız, pek de sevmiştik hatta. Şimdi, robot gibi çalışan bir sistemin oyuncakları neden olmayalım ki bile isteye?

Senin kalemin de bir robot. İşe yarayan her alet bir robot. Herkesin daha iyisine ihtiyacı vardır. Bunu istemenin kötü bir tarafı yok. Ama sorun, bu aletleri nasıl kullanmak istediğimiz. Robot-insanların nasıl kullanıldığı.


“Heredot’u okuduğum için başka biriyim ben”


Tanpınar’ın metni üzerinde hareket ettiğinizi söyleyemeyiz o zaman?

Aslında Tanpınar’ın metni üzerinden hareket ediyorum. Ama Tanpınar’ın metni ile birlikte, okuduğum tüm metinler üzerinden hareket ediyorum. Heredot’u okumuş olduğum için başka biriyim ben, İstanbul’da Orhan Pamuk dürtüyor beynimi, Bursa’da Nazım Hikmet’i hatırlamadan edemiyorum. Çünkü hepimiz kafamızın içinde bir kütüphane taşırız.

Kitabı yazmaya başladınız peki? En azından kafanızda?

Hayır. Kafamda bile yazmaya başlamadım. Elbette kafamda bazı düşünceler var ama, bu düşüncelerin kitabın parçası olup olmayacağına bile emin değilim. Kurmaca olsun olmasın, bir kitabı yazmaya başlarken çok uzun süre okurum. Okumanın Tarihi’ni yazmadan önce 7 yıl boyunca okuma yapmıştım. Belki de yazacakları kitap sanki kutsal bir metinmiş gibi kafalarında beliren ve bunu bir anda kağıda döken yazarlar vardır, ama bu kesinlikle benim için geçerli değil. Ben bunun için fazla dağınık ve parçalı biriyim. Mesela, seninle burada yaşadığım diyalog ortamını yazayım derken bir anda karşı masaya konan kuşun tarihini anlatırken bulabilirim kendimi. Dolayısıyla benim gibi bir yazara yeni kitabının neye benzeyeceğini sormak, hamile bir kadına çocuğunun nasıl bir insan olacağını sormaya benziyor. 

Sizi çizerken gördüm. Hem etrafı geziyor, hem de bazı eskizler karalıyordunuz. Şehirlerin anıları nasıl kalıyor hafızanızda? Görsel imgeler mi, hisler mi, nedir en çok aklınızda kalan?

Öncelikle hafızamın çok kötü olduğunu söylemek isterim. Kitaplar dışında, edebiyat dışında hiçbir şeye yer yok kafamda. Yüzleri, isimleri kolaylıkla unuturum. Coğrafi ve mekansal hafızada da çok kötüyüm. Bu yüzden araba kullanamıyorum mesela! Seyahat ederken de, yön duygum çok düşüktür. Bir şehre beni on kez götürün, yine ilk kez geliyormuşum gibi hissedebilirim. 

Bu beş şehri gezerken de hep notlar tuttum. Bahçeleri, yaprakları, kuşları hep not ettim. Ve dediğiniz gibi, eskizler çizdim. Bu eskizler her şeyi daha yavaş ve sindire sindire görmemi sağlayacak. Eskiz çizmeyi ressam olan teyzemden öğrendim ve sürekli çizerim. Seyahatlerimde fotoğraf çekmememin nedeni de sürekli eskiz çizmem. 

Sergilemeyi düşünür müydünüz bu eskizleri?

Hayır. O kadar da inanmıyorum eskizlerime. Yani, sen baksan bir şeyler anlarsın, ama bakmaya değmez.

Buraya gelirken kitap sizde belli beklentiler yaratmış mıydı? Yani, buna şartlı bir seyahat diyebilir miyiz?

Her varış, her oluş, her seyahat şartlıdır. Ufka bakarak yürüyorsanız, ufkun ardında bir şey olduğunu hayal edersiniz. Edebi yüküm hep benimleydi. Tıpkı Tanpınar’ın yükünün benimle olduğu gibi. Hayatımdaki her türlü deneyim için bir edebi referansım vardır. Hayattaki tüm deneyimlerim edebiyata bulaşmak zorunda gibidir. Bir güvercine bakıp da Gertrude Stein’ı düşünmeden geçemem. Uzun bir gölge gördüğümde, aklıma Emily Dickinson gelir. Onlar bende bıraktıkları bu etkiyi bilmiyorlardı elbette. Aynı şekilde ben de geleceğe bir yük bırakabilirim. Ve kimse yükten arı değildir.

Ve böyle baktığımızda edebiyat da, hayat da ciddi bir hamallık.


Kesinlikle. Edebiyat, ama özellikle hayat, ciddi bir hamallık.


*Elif Bereketli 

21 Kasım 2013 Perşembe

Arthur Rımbaud






" Demek ki şair gerçekten ateş hırsızıdır.
Şair insanlıktan da sorumludur, hatta hayvanlardan bile ; buluşlarını hissettirmek , elle dokunulur kılmak, dinletmek zorunda kalacaktır ; 
eğer şairin ötelerden getirdiği şeyin bir şekli varsa , o da bir şekil verir; eğer o şey şekilsiz ise , o da bir şekilsizlik verir. "

( Paul Demeny'ye, 15 Mayıs 1871)




**Arthur Rimbaud , Cehennemde Bir Mevsim & Aydınlanışlar




Rimbaud'un el yazısıyla kaligrafik kolaj : Sergio Albiac

Metin Altıok


19 Kasım 2013 Salı

Şükrü Erbaş








ÖMÜR HANIMLA GÜZ KONUŞMALARI 

...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn- cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür hanım?

 Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör- meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü- şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut- mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?

 Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi- diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka- tından? 

 Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi- lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece. 

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa? 

 Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va- rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...

 Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal- gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya- kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür hanım?

 Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü- reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka- ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?

 Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko- nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko- nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... 

 Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de. 

 Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya- şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz... 

 Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü- nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy- gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen- cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla. 

 Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan... dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de... 

 Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla.

 Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa? Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki? 

 Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı- rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.

 Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so- kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım? 

 Ankara, Güz/1983


Nahut ve Zulun



**İsimsiz

Mehmet Efe


Filbahar dergisi .

Eğitim - Sen


Eğitim-Sen’li öğretmenler 23 Kasım'da Ankara’da kızlı-erkekli eylemdeler…

“Milyonlarca çocuğumuzu, öğretmenimizi ve velilerimizi ilgilendiren eğitimle ilgili birileri kapalı kapılar arkasında pazarlıklar yapıyor pastadan kimin daha büyük pay alacağının kavgasını veriyor.
Onların kavgası rant kavgası; bizim kavgamız eşit, parasız, bilimsel, demokratik eğitim hakkı kavgası! Onların kavgası, karma eğitimi ortadan kaldırma kavgası; bizim kavgamız, gericiliğe karşı "KIZLI-ERKEKLİ" eğitim kavgası!
Onların kavgası, öğretmenleri 'ücretli köleler' olarak güvencesizliğe mahkum etme kavgası bizim kavgamız, tüm öğretmenlere kadrolu atama, güvenceli çalışma kavgası!
Onların kavgası, 4+4+4 ile birlikte çocuk işçiliğini ve çocuk gelinleri büyütme kavgası bizim kavgamız, çocuklarımızı karanlığa teslim etmeme kavgası!
23 Kasım'da herkes susacak eğitim ve bilim emekçileri, öğrenciler ve veliler konuşacak!
23 Kasım'da Haziran Direnişi'nin umudu ve coşkusuyla ANKARA'DAYIZ!”

Ayşe Hür

'Dersim Generali Seyit Rıza' imzasıyla muhtemelen Baytar Nuri Dersimi tarafından Milletler Cemiyeti'ne 
yazılan mektup, devletin bölgede yürüttüğü katliamlara dair bir imdat çığlığıdır...

Seyit Rıza 'nın TBMM'ye ve MC'ye mektupları
Bundan tam 76 yıl önce, 14 Kasım’ı 15 Kasım’a bağlayan gece, Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda idam edilen Seyit Rıza için, 1914’ten beri mesleği icabı Dersim’de bulunan, 17 Aralık 1918’den itibaren Kürdistan Teali Cemiyeti’nin (Cemiyetin belgelerinde adı geçmemekle birlikte) üyesi olduğunu ifade eden Baytar Nuri Dersimi, şöyler der: “Dersim fiilen bağımsızdı, yönetim başkanlığını Seyit Rıza ele almıştı ve Kürdistan adına çalışmaya devam ediyordu (...) Seyit Rıza, önemli bir kuvvetle Dersim merkezini işgal etti ve Mustafa Kemal’e çektiği bir telgrafla, Ankara’da bulunan ve Dersimliler adına milletvekili olarak atanan kişilerin Dersim’i kesinlikle temsil yetkilerine sahip olmadıklarını, Dersim’in bağımsız bir Kürt yönetimi istediğini ve bu milli istek Ankara Hükümeti tarafından kabul ve resmen ilan edildikten sonra, ancak Kürdistan’ın bir konfederasyon şeklinde Ankara ile işbirliği yapabileceğini bildirdi..” 

1921 Koçgiri İsyanı konusunda akademik çalışmaları olan Dilek Solieau’ya göre Seyit Rıza’nın “Nuri Dersimi’nin “yönetim başkanlığını Seyit Rıza ele almıştı” iddiası; Dersim’in çok parçalı aşiretsel ve inançsal ‘ocak’ sistemi yapılanması gereği, gerçeği yansıtmaz. Zira bölgede tek bir lider yoktur ve Seyit Rıza da tıpkı diğer aşiret liderleri gibi ancak kendi aşiretinden sorumludur. Dilek Solieau, Nuri Dersimi bu satırları yazarken (yıl 1950’dir), Seyit Rıza’nın artık yaşamadığını hatırlatarak, “Dersim’in Kürt resmi tarihini yazmaya soyunan Nuri Dersimi için ulusal harekete bir ‘önder’ ve ‘kahraman’ bulma girişimine, Seyit Rıza’dan daha iyi bir isim düşünülemez!” der. (Nuri Dersimi ayrı bir yazıda ele alınmayı hak eden önemli bir figür. Dolayısıyla bu yazıda fazla ayrıntıya girmeyeceğim.) 


UZLAŞMACI SEYİT RIZA, UZLAŞMAZ DEVLET 

Öte yandan Dilek Solieau’nun üzerinde çalıştığı arşiv belgelerine bakılırsa Seyit Rıza, Nuri Dersimi’nin resmettiğinin (‘Kürdistan’ı kurmaya çalışan milliyetçi lider’ imajının) aksine, başından itibaren Ankara Hükümeti ile uzlaşmaya çalışan, arabulucu, çözüm arayıcı, her fırsatta hükümete itaatini bildiren bir aşiret reisi olarak karşımıza çıkmaktadır. (Seyit Rıza’nın Ankara ile yazışmalarından bazı örnekleri yer sorunu yüzünden sadece internet nüshasına koyabildim.) 

Bu arada hatırlatalım, Seyit Rıza’nın Türkçesi bile yoktur. Yazı bildiği daha da şüphelidir. Nitekim bu telgrafları onun adına Nuri Dersimi’nin kaleme aldığını düşündüren şu satırları paylaşmak istiyorum: “(1921’de Koçgiri olayına adı karışan) Alişan Bey’in cezalandırılmasını önlemek maksadı ile Ankara Hükümetine, Mustafa Kemal Paşa‘ya ve Türk Millet Meclisine, Dersim aşiretleri namına telgraflar ve mazbatalar yazmaya ve göndermeye başladım. Seyit Rıza, bana, “imza benim, fakat umum Dersim namına sana selahiyet veriyorum. Her ne suretle yazarsanız, yazınız’ demekte olduğundan, çok etkili telgraflar, mazbatalar yazmayı kendime bir görev bildim…” 

Şimdi Seyit Rıza’nın telgraflarından bir kaçına göz atalım. Örneğin 10 Mayıs 1921’de, Seyit Rıza, Erzincan Mebusu Osman Fevzi Bey aracılığıyla TBMM’ye gönderdiği bir mektupta, hikayesini 10 Mart 2103 tarihinde bu sayfalarda anlattığım Mart-Nisan 1921 tarihli Koçgiri İsyanı’na atıfla, kendisinin Dersim’de İngiliz parasına tamah ederek isyana iştirak eden bir fert olmadığını, bu hususta yapılan haberleri ret ve tekzip ettiğini ve Koçgiri İsyanı’nın önemli aktörleri olan Alişan Bey ve Alişer Efendi’nin eylemlerinin dış etkilerle değil bizzat kendi kararlarıyla olduğunu açıklar. Mektupta ayrıca isyancıları takip sırasında bazı ahalinin ve köylerin tahrip edilmesi yüzünden Dersim ve Ovacık bölgelerinde halkın galeyana geldiğini ve aşiret reislerine itaat etmediği belirtilmekte ve olayların daha da ateşlenmemesi için hükümetin tedbir alması istenmektedir. 

Devletin bu iyi niyetli girişime cevabı geleneksel şekilde olur. Koçgiri İsyanını bastırmak için olağanüstü yetkilerle görevlendirilmiş olan Merkez Ordusu Kumandanı ‘Sakallı’ Nurettin Paşa, 7 Haziran 1921’de yazdığı telgrafla Seyit Rıza’nın bir taraftan hükümete sadık göründüğünü ve bir taraftan da tahriklerden ve aleyhtarlıktan da geri kalmayan iki yüzlü bir adam olduğunu yazar. 

Haziran ayında, Nureddin Paşa, Erkan-ı Harbi Umumiye Riyaseti’ne Seyit Rıza’nın ve diğer bazı Dersim aşiret reislerinin hükümete itaatleri ve Garp Cephesi’nde devam eden savaşa katılmak üzere hazır bekledikleri haberini iletir. Buna verilen cevapta bazı Dersim aşiret reislerinin Garp Cephesi’ne gitme önerisinin dikkate alınmaması, Dersimlilerin ancak kendi bölgelerinde eşkıya takibi göreviyle istihdam edilebilecekleri bildirilecektir. 

Hükümetten bir türlü beklediği cevabı alamayan Seyit Rıza, yine Osman Fevzi Bey aracılığıyla, TBMM’ye ikinci bir telgraf daha gönderir. 10 Eylül 1921 tarihli bu telgrafta, Seyit Rıza ve diğer reislerin TBMM Hükümeti’ne bağlı oldukları belirtilmekte, Koçgiri liderlerinden Alişan ve arkadaşlarının affedilmesi rica edilmektedir. Benzer bir telgraf Şark Kumandanı Kazım Karabekir’e de gönderilmiştir. 

Kazım Karabekir bu taleplere cevabını, Erzincan Mutasarrıflığı’na, Mevki Kumandanlığına, El-Aziz Vilayeti’ne, Mıntıka Kumandanlığı’na ve Dersim Mutasarrıflığı’na çektiği beyanname niteliğindeki telgrafıyla verir. Telgraflarda özetle Seyit Rıza’ya güvenilmemesi, bölgede ahalinin heyecanına neden olan haber ve neşriyatı yayanların derhal Sivas’taki Divan-ı Harb-i Örfi’ye sevkedilmeleri ve “en seri ve tesirli tedbirlere başvurulması” emredilmektedir. 

Devletin homojenleştirme politikalarını uygulamak için 1927’de oluşturduğu Umumi Müfettişliklerden merkezi Diyarbakır’da olan İkinci Umumi Müfettişlik, Dersim’den de sorumlu kılınır. İkinci Umumi Müfettişlikten Dahiliye Vekaleti’ne çekilen 8 Aralık 1928 tarihli şifreli telgrafta Seyit Rıza ve Baytar Nuri’nin İkinci Umumi Müfettişliğin Elazığ’daki merkezini ziyaret ettiği yazılıdır. Şifrede “Cumhuriyet hükümetimize karşı olan sadakat ve merbutiyetlerini teyit ettiler, hakkında vaki olan şüphelerin tamamen izalesi için ovada iskanlarını rica ettiler. Talimatnamemizin mucubince arazi verilmesi hususu Elaziz Vilayetine tebliğ edildi. Bugün gittiler, arz ederim efendim,” denmektedir. Anlaşılan Seyit Rıza, 1926 Koçuşağı harekatından sonra bir kez daha bozulan ilişkileri düzeltmek için tekrar girişimde bulunmuştur. 


CEMAL BARDAKÇI’NIN ÇABALARI 

1926 yılında Dersim’e atanan Diyarbakır Valisi Cemal’in (Bardakçı) bu adıma cevabı olumlu olur. Seyit Rıza başta olmak üzere Dersimli bazı ağa ve seyitlere arazi, ev ve iş verilerek aileleriyle Elazığ’da iskanları sağlanır. Ancak bir süre sonra İkinci Umum Müfettiş İbrahim Tali’nin (Öngören)arası bozulan Cemal Bardakçı 1929’da Çorum’a tayin edilir, yerine Nizamettin Bey getirilir. Yeni valinin ilk işi Cemal Bardakçı’nın imza koyduğu iskan işlerini iptal etmek olur. Dersim rüesasının elindeki arazi ve mallar alınınca ağalar Dersim’e dönmek zorunda kalırlar. 

Devletin bilmem kaçıncı kez fikir değiştirmesi Seyit Rıza’yı yıldırmamış olmalı ki, 14 Haziran 1933 tarihinde Elazığ Valisi’ne gönderdiği mektubu şu cümlelerle başlar: “Hürmet ve tanzimle ellerinizden öperim. Uğradığımız haksızlığın boyutlarını arz etmeye mecbur kaldım (...) Harb-i Umumi’de hükümetin verdiği emirleri öpüp başıma koydum. 10 bin kadar milis kuvveti topladım. Halit Paşa kumandasındaki orduya katılarak topraklarımızı Ruslara karşı savundum. Cansiperane bir mücadele ortaya koydum. Komutanların ve paşaların takdirine mazhar oldum. Bugüne kadar hükümete hizmet etmekten bir an geri durmadım. Hakkımızda kaymakam beyin yapmak ve yaptırmak istediği zülüm ve haksızlığın önüne set çekilmesini istirham ederim.” 

Seyit Rıza’nın 9 Temmuz 1933 tarihinde Hozat Jandarma Kumandanı’na yazdığı mektuptaki ifadeler devletin bu çağrıya nasıl cevap verdiğinin ipuçlarını içeriyor: “Mevsim kış ben de yaşlı olduğum için görüşme davetinize gelemedim ancak oğlumu Kaymakama yolladım. Talebinizi Cumhuriyet hükümetinin emri kabul ettim. Evlat benim değildi sizin evladınızdı. Biz vatan evladı değil miyiz? Oğlumu katledenleri, Kaymakam Bey korudu. Allah merhamet versin! Şimdi kaymakam aşiretleri üzerine sevk ediyor. Benim bir kusurum yoktur, adalet aradığım için haksız mı oldum. Hükümete düşmanlığım yoktur, hükümete düşman olan haşa Allah’a düşman olur...” 


BENİ TÜRKİSTAN’A GÖNDERİN! 

Ama Seyit Rıza, bunu da sineye çeker, çünkü Sabiha Gökçen’in kullandığı uçağın da arasında olduğu uçak filoları 1 Mayıs’tan itibaren Dersim’e bombalar yağdırmaya başlamıştır. Seyit Rıza 20 Mayıs 1937 tarihinde Alpdoğan Paşa’ya şöyle yazar: “Kan dursun yeter ki! Beni ve aşiretimi, Erzurum’a yollayın. Ya da hükümet benden şüphe ediyorsa Halep’e gideyim. Veyahut Türkistan’a geri gönderin!” 

Bu mektubun ruhuna uygun olarak jandarma tarafından aranan 3.700 kişiden 2 bini güvenlik güçlerine teslim olur, asayişsizlik’ olaylarında önemli bir azalma kaydedilir. Ancak hükümet askeri harekata ara vermez. 9 Temmuz 1937’de, 1921’den beri bölgede saklanan Koçgiri isyanı’nın önderlerinden Alişer Efendi ve karısı Zarife Hanım öldürülür, karı kocanın kesik başları Abdullah Paşa’ya gönderilir. Ağustos ortalarında Seyit Rıza’nın oğlu ve karısı dâhil 33 kişi öldürülür. 

Ankara tarafından ‘isyancıların başı’ olarak nitelenen Seyit Rıza ile hükümet kuvvetleri arasındaki son temas 16-17 Ağustos 1937 gecesi Bahtiyar mıntıkasında yaşanır. Çatışma sırasında Seyit Rıza’nın oğlu Şeyh Hasan, ikinci karısı Bese ve üç torunu öldürülür. Kaçmayı başaran Seyit Rıza, 26 Ağustos’ta Bahtiyar Aşireti Reisi Şahin’in kendi adamlarınca öldürüldüğünü duyunca 10 Eylül 1937’de, Erzincan 5. Jandarma Bölük Komutanlığı’na bağlı bir karakola teslim olur. 

Bundan sonrasını bugün artık herkes biliyor. Hukuk dışı bir yargılama süreci sonunda Seyit Rıza ve 11 arkadaşı idama mahkum oldu, bunlardan dördünün cezası yaşlılık nedeniyle 30 yıl hapse çevrildi. Seyit Rıza ve oğlu Hüseyin’le, 5 kişi 14/15 Kasım 1937 gecesi, Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda idam edildi. Seyit Rıza’nın idam öncesi sarfettiği “Evlad-ı Kervelayme. Bê gunayme! Ayvo! Zulümo! Cinayeto! (Evlad-ı Kerbela’yız. Günahsızız. Ayıptır! Zulümdür! Cinayettir!)” sözü Dersimlilerin toplumsal belleğine paslı bir çivi gibi çakıldı. 


SEYİT RIZA MİLLETLER CEMİYETİ’NE BAŞVURDU MU? 

Seyit Rıza ve arkadaşları yargılanmayı beklerken, 5 Ekim 1937 günü, Ankara’ya Milletler Cemiyeti’nden (MC) bir yazı gelir. Yazıya göre, Seyit Rıza, Britanya Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne 30 Haziran 1937 tarihinde bir mektup göndermiştir. (Söz konusu mektubun fotoğrafını BM’nin Cenevre’deki arşivinden aldım. Mektubun üzerindeki ’alındı mührüne’ bakılırsa, mektup MC kayıtlarına 20 Eylül 1937 tarihinde girmiş.) 

Başında “30 Temmuz 1937, Dersim-Kürdistan” yazan, daktilo ile yazılmış Fransızca mektubun tarafımdan yapılmış hassas olmayan çevirisi şöyle: 

“Bay Genel Sekreter, 

Türkiye hükümeti senelerden beri Kürd kavmini asimile etmeye uğraşmakta ve bu uğurda bu kavme zulmetmekte, Kürd diliyle gazete ve yayınları yasaklamakta, kendi dilleriyle konuşan kimselere işkence yapmakta, verimli Kürdistan topraklarından Anadolu’nun çorak topraklarına sistemli ve zorunlu sürgün düzenlemekte, sürgünler oralarda büyük sayılarda telef olmaktadır. 

(...) 
Bu hal karşısında Kürtler uzak sürgün yollarında helak olmaktansa 1930’da olduğu gibi Ararat (Ağrı) Dağı’yla Zilan ve Bayazid yaylalarında nefsi müdafaa için silaha sarıldılar. Üç aydan beri memleketimde merhametsizce bir savaş sürüyor. Mücadele araçlarının eşitsizliğine ve bombardıman uçaklarının, yağan bombaların, boğucu gazların kullanımına rağmen ben ve yurttaşlarım Türkiye ordusunu başarısızlığa uğratmayı başardık. Direnişimiz karşısında Türkiye uçakları, köyleri bombardıman etmekte, müdafaasız kadınları ve çocukları öldürmekte ve böylece Türkiye hükümeti bütün Kürdistan ahalisine işkence yaparak başarısızlığının acısını çıkarmaktadır. Hapishaneler sakin Kürd ahalisiyle dolmuştur ve aydınlar kurşuna dizilmekte, asılmakta veya Türkiye’nin ücra yerlerine sürgün edilmektedir. 

Üç milyon Kürt kendi yurtlarında bulunuyorlar ve ırklarını, dillerini, geleneklerini,, kültürlerini ve medeniyetlerini muhafaza etmek, sakince ve hürriyet içinde yaşamaktan başka bir şey istemiyor. (Kürdler) Benim aracılığımla Ekselanslarına başvurarak kurumunuzun yüksek manevi nüfuzundan Kürd milletinin faydalanmasına ve bu zalimane haksızlığa bir son verilmesini sizden niyaz ediyorlar. 

(...) 

İmza: Dersim Generali Seyit Rıza.” 


Hükümetin bu yazıya ve ekindeki mektuba ilişkin görüşünü ise, Dahiliye Vekaleti Emniyet Umum Müdürlüğü antetli bir kağıda yazılmış 18.11.1937 tarihli yazıdan öğreniyoruz. Cumhurbaşkanlığı Umum Katipliği’ne hitaben yazılmış yazı şöyle: 

“Milletler Cemiyeti nezdindeki daimi delegelikten alınmış olan 29 Eylül 1937 tarihli ve 1497/940/16 numaralı bir tahriratta: 

Dersim Başkumandanı Seyit Rıza imzasıyla Suriye’de Derecikli Nurettin Yusuf isminde biri tarafından Milletler Cemiyeti Umumi Katipliği’ne bir mektup gönderildiği ve fakat buna ehemmiyet verilmediği gibi bir muameleye de tabi tutulmadığından bahis(le) (Britanya) Hariciye Vekaletinden alınan 12/10/1937 gün ve Üçüncü D. N.10 Şubat 22026/3179 sayılı yazılarına bağlı gönderilmiş olan mezkur mektup sureti ilişik olarak sunulmuştur. 

Mektubun Seyit Rıza’ya aidiyeti hususunda kanaat hasıl olmamış, ancak Seyit Rıza imzasını taşıyan mektubu cenupta (güneyde) bulunan Bedirhaniler tarafından tasni edilerek (uydurularak) gönderildiği şüphesi uyanmaktadır. Keyfiyetin tahkik edilmekte olduğunu saygılarımla arzederim. 

İmza: Dahiliye Vekili Şükrü Kaya.” 


Yıllardır üzerinde fırtınalar kopartılan, Dersim olaylarında yabancı parmağı olduğuna dair kanıt gibi sunulan mektup ve mektuba ilişkin hükümet görüşü böyle! 

Bugün biliyoruz ki, mektupta anlatılan olayların hepsi doğrudur. Seyit Rıza’nın (ya da onun adını kullanan kişinin) tek yaptığı, bir sonraki aşamada daha da korkunç bir hal alacak olan katliama dur demesi için uluslararası toplumdan yardım talep etmektir. 

Mektubun hükümetin düşündüğü gibi Bedirhaniler tarafından uydurulması ihtimali de var elbette ama yazının başında da belirttiğim gibi Baytar Nuri Dersimi’nin yazması çok daha büyük ihtimaldir. Çünkü başta da söylediğim gibi Seyit Rıza’nın değil Fransızca, Türkçe bildiği bile şüphelidir. Dahası mektubu yazanın diplomatik dile hakim olduğu anlaşılıyor. Yine başta belirttiğim gibi Nuri Dersimi hatıratında, Seyit Rıza adına sağa sola mektuplar yazdığını ifade etmiştir. Son olarak Seyit Rıza’ya Osmanlı döneminde Kazım Karabekir tarafından generallik rütbesi verildiğine dair tek bir belge, tek bir sözlü tarih anlatısı ortada yoktur. 

Nuri Dersimi, hatıratında Seyit Rıza’nın tutuklanması üzerine 11 Eylül 1937 Salı günü Türkiye sınırlarından çıktığını ve Halep’e gittiğini yazar. Halbuki mektubun üzerinde Dersim-Kürdistan yazmakta, buna karşılık mektup, Halep’te yaşayan Derikli Nurettin Yusuf adlı biri tarafından Halep’teki Fransız mangasına verilmiş, daha sonra İngiliz yetkililere, onlardan da MC’ye gönderilmiştir. Bu çelişkiyi gidermek için bazı açıklamalar yapılmıştır. 

Nuri Dersimi’nin Seyit Rıza’nın idam tarihini 18 Kasım 1937 Perşembe olarak bildirmesi, halbuki idamları örgütleyen İhsan Sabri Çağlayangil’in pazarı pazartesiye bağlayan gece (yani 14/15 Kasım) demesi veya kendisinin Dersim’den ayrılış tarihi olarak verdiği 11 Eylül 1937 gününün kendisinin dediği gibi salıya değil cumartesiye rastlaması bir yana, olayların bir başka tanığı Karerli Mehmet Efendi’ye göre (çeşitli nedenlerden dolayı hatıratın güvenilirliği tartışılmaktadır) Nuri Dersimi, Dersim’den 1934 veya 1935’te ayrılmıştır. Halen Dersim’le ilgili çok değerli sözlü tarih çalışmalarıyla tanıdığımız Nezahat-Kazım Gündoğan çifti ise, görüşme yaptıkları yaşlı tanıklardan öğrendiklerine göre Nuri Dersimi’nin bölgeden 1936’da ayrıldığını söylüyor. Yani hangi tarihi doğru kabul ettiğinize bağlı olarak mektup Dersim’de veya Halep’te yazılmıştır. Ancak o günlerde Dersim’le Suriye arasında gidiş gelişin çok kolay olduğunu da hatırda tutalım. 

Uzun sözün kısası, resmi tarihçilerin ve onlarla eşgüdüm halinde çalışan bazı gazetecilerin, Seyit Rıza’nın Ankara ile iyi ilişkiler kurmak, sorunlara çözüm bulmak için yazdığı onlarca mektubu görmezden gelip Milletler Cemiyeti’ne kimin tarafından yazıldığı belli olmayan ama içeriği itibariyle adeta bir ‘imdat çığlığı’ olan bir mektubu ısıtıp ısıtıp ‘Dersim olaylarında yabancı parmağına kanıt’ başlığıyla gündeme getirmesi tipik devletçi refleks olsa gerek.... 


Özet Kaynakça 
Dilek Solieau, “1921 Yılı Resmi Yazışmalarında Seyit Rıza’ya Dair Bazı Belgeler: Seyit Rıza’ya Neden Güvenilmez?”, II. Tunceli (Dersim) Sempozyumu’da sunulan yayınlanmamış bildiri; Mehmet Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Doz Yayınları, 2004; a.g.y., Hatıratım, Doz Yayınları, 1997; Karerli Mehmet Efendi, I. Dünya Savaşı, Koçgiri, Şeyh Said ve Dersim’e Dair Yazılmayan Tarih ve Anılarım, (1915-1958), Yayına Hazırlayan: Ali Rıza Erenler, Kalan Yayınları, 2007; Jandarma Genel Komutanlığı Dersim Raporu, Kaynak Yayınları, 2000.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Beyinsiz Adam





Geçtiğimiz günlerde bir milletvekili “Atatürk olmasaydı gene olurduk ama isimlerimiz Dimitri olurdu, Yorgo olurdu.” dedi.


Konu tartışılırken bir arkadaşım gözyaşları içerisinde benim fakirhaneyi ziyaret etti. Aklına takılan bir şey varmış ve onu çok üzüyormuş. “Söyle sevgili arkadaşım, nedir senin sorunun?” dedim. Arkadaşlarımın sorunlarıyla ilgilenmeye bayılırım.

“Benim ismim, biliyorsun, Dimitri.” dedi. “Atatürk olmasaydı herkesin ismi Dimitri, Yorgo olacaktı ama Atatürk vardı ve buna rağmen benim ismim neden Dimitri? Ben neden faydalanamadım?” dedi ve gözyaşlarına boğuldu.

Ona bir çay getirdim ve teskin etmeye uğraştım. “Bak” dedim, “herkes Türk olamaz, bu bize doğuştan verilmiş bir hediye, sen Türk değilsin ve buna üzülmeni anlayabiliyorum, senin yerinde olsam ben de üzülürdüm, insan içine çıkmazdım, talihime saydırırdım, belki hayatıma son vermek isterdim. Ama Türk değilsin diye hepten koyverme. Hayata 1-0 yenik başlamışsın, daha çok çalış, ne bileyim çok iyi bir curling oyuncusu ol, hayatına bir anlam kat. Benim herhangi bir başarıya ihtiyacım yok, Türk doğmuşum zaten, anlatabiliyor muyum ama senin çılgınlar gibi çalışman lazım.”

Birbirine yapışmış ıslak kirpiklerinin altından utanç dolu bir bakış attı. Devam ettim. “İnan ki seni anlıyorum. Denize dökülmüşsünüz mesela, bu bir travmadır. Denize dökülmek ne abi ya? Ahahaha. Özür dilerim, sinirlerim bozuldu. Ama Tanrı aşkına, denize dökülmek ne abi? Nasıl başardınız bunu? Ahahaha. Ay devam edemeyeceğim.”

Gülme krizini atlatmak için elimi yüzümü yıkayıp döndüğümde Dimitri’yi salondaki Türk bayrağını koklayıp yüzüne sürerken buldum. Beni görünce aniden bayrağı elinden bıraktı. Fena yakalanmıştı. Yanına gidip omzundan tuttum.

“Gizli gizli Türk bayrağını öpmen kesinlikle ayıplanacak bir şey değil.” dedim. “Muhtemelen kendi kendine Onuncu Yıl Marşı’nı da mırıldanıyorsundur. İnan ki imkân olsa ben de senin Türk olmanı isterdim. Ama bu mümkün değil, anlıyor musun? Mendel kanunları diye bir şey var. Kanuna karşı gelinmez.”

Çayları tazeledim. İçim bir tuhaf olmuştu. Dimitri’yi hâlâ teselli edememiştim. “Bak” dedim, çayımdan bir yudum alarak, “O olmasaydı benim de ismim bugün Dimitri olacaktı. Sen Dimitri, ben Dimitri, herkes Dimitri, müthiş bir kaos, düşünsene. Allah korumuş. Ayrıca ben annemden yine doğardım ama babam kimdi bilemezdim. Kaştan gözden az çok tahmin ederdim ama kesin şudur diyemezdim. Çünkü Soyadı Kanunu diye bir şey olmazdı. Elli tane Mehmet var, hangisi babam nereden bileceğim?”

Bir nebze sakinleşmişti. Kalktı ve gitmeye koyuldu. Türk bayrağını katlayıp Dimitri’nin cebine sıkıştırdım. İtiraz edecek oldu ama üsteledim. “Genç adamsın, yanında dursun.” dedim. Ellerime sarıldı, öptürmedim. Hıçkıra hıçkıra gitti. Dimitri, ismini kesinlikle yazmamamı rica etmişti. Ama ismini yazmadan çok anlamsız olacağı için yazdım. İsmi Dimitri. Üsküdar’da oturuyor, gözlüklü, saçları önden hafif dökülmüş, görseniz hemen tanırsınız.
Tarihimizi biliyor muyuz?

Vezir Tonyukuk olmasaydı bugün ismimiz Luo-Jin, Yang-Hai, Feng-Sushi idi.

Alaaddin Keykubat olmasaydı bugün ismimiz Refik Jebbour, Aatif Chachehou, Salma Hayek idi.

Barbaros Hayrettin Paşa olmasaydı yüzmeye Yunan adalarına gitmek zorunda kalırdık.

Cengiz Han olmasaydı ne iyi olurdu.

Baltacı Hasan Paşa olmasaydı Köprülüzade Damat Numan Paşa vardı, o da düzgün bir insandı.

Aslan Yürekli Richard olmasaydı bugün ismimiz Tony, Scott, Michael idi. Adam Haçlı seferlerini eline yüzüne bulaştırdı.

Enver Aydemir ile Vicdani Red Söyleşisi


"GÜLEÇ AMA ‘ANTİSOSYAL"
Reddetmişim dünyayı...

Reddetmişim dünyayı...


ENVER Aydemir, ilk İslami retçilerden. Her türlü otoriteyi reddediyor: Babaya itaat etmeyeceksin. ‘Sen kimsin de önünde eğileceğim’ dedim. Elini öpmedim yıllarca. ‘Kolunu keseceğim’ dedi


Şimdi İzmit’te cep telefonu parçaları satan bir dükkân işleten 34 yaşındaki Enver Aydemir, dünyaya bir Kürt aşiretinin ve molla bir babanın oğlu olarak geldi. Babasının iki karısı, Enver’in dokuz kardeşi vardı.


Ortaokulda İmam Hatip’e giden Enver liseden sonra eğitim hayatına bizim bildiğimiz gibi devam etmedi. Önce bir yıllığına Kırgızistan’da bir üniversiteye gitti. Sonra da Kur’an’ı daha iyi anlamak için Arapça öğrenmek amacıyla Suriye’de 3,5 yıl kaldı.


Özellikle Kırgızistan’daki inziva kendi tabiriyle onu Türkiye’de tanıdığı tüm Müslümanlardan farklı bir Müslüman yaptı. Önceden Müslümanların savaştığı her yeri cihat alanı diye bilirdi, hatta kendisi de Afganistan’da savaşmaya gitmeyi bile düşünmüştü. Dönüşte tüm bunlar gayrımeşru geliyordu. Geçmişte şiddete şiddetle karşılık veren hatta haraç isteyen mafyaya ateş eden Enver’in bu konulardaki tavrı da değişmişti.


Türkiye’ye geldikten sonra 2007’de evinden zorla alınarak askere götürüldü. Askerlik yapmayı reddetmesi üzerine iki ay cezaevinde tutuldu, sonra birliğine teslim olması söylenerek salındı. Aralık 2009’da “Her Türk asker doğmaz” etkinliğine giderken yolu kesildi. Yine askerlik yüzünden tutuklandı. Enver’in cezaevinde yaşadığı işkencelere babası da karşı çıktı, çoğu ateist olan diğer vicdani retçilerle eylemlere katıldı. Yedi ayın sonunda devlet ona askerî üniforma giydirmek için verdiği mücadelede pes etti. Enver GATA’nın bahçesinde dolanırken, kendisini hiç görmeyen doktorlar “antisosyal kişilik bozukluğu nedeniyle askerlik yapamaz” raporunu imzaladılar.


Bugün Türkiye’de 25’i kadın toplam 138 vicdani retçi var. Çoğunluğu anarşist ve antimilitarist olan retçilere son bir ay içinde Kürt Vicdani Ret Hareketi’nden 16 genç katıldı. Retçilerden İnan Süver hâlen cezaevinde.



***



Şu bir sayfa bana hiç bu kadar dar gelmemişti... Bir yandan laik TC’nin askeri olmayı reddetmek bir yandan Peygamber’in savaş emrine karşı çıkmak... Cihattan tutkuyla bahsederken Filistin mücadelesini eleştirmek... Kürt olduğu için işkenceden geçirilmek yine de “PKK zalim” demek.


Türkiye’nin 138 vicdani retçisinden biri olan Enver Aydemir’in dünyası benim şimdiye kadar pek aşina olmadığım türdendi. Şimdi bu sayfaya o dünyadan mümkün olduğunca parçayı sığdırma derdindeyim.


» Askere gitmemeye ne zaman karar verdin?


11 yaşında. Benim babam molladır. “Bu gâvurların okuluna göndermem diyip” göndermiyordu çocuklarını okula. Bana, “Seni gönderirim ama İmam-Hatip’e gidersen” dedi. İstemiyordum ama gittim. Orta ikideyken yurdun mescidinde üst sınıflardan biriyle karşılaştım. Aşkla bir şeyler anlatıyordu, devleti eleştiriyordu ama babamın anlattıklarından başka bir şey anlatıyordu. O adamı dinledim.


» Ne anlattı o adam sana?


O adam bana “la ilahe illallah”ı öğretti; yani Allah’tan başka ilahları reddederim. Bunun hayattaki karşılığı şuydu, putlar vardır, önünde secde eden adamlar vardır ama biz öyle yapmayız. Sonra bununla ilgili ameller geliştirdim. Öğretmenlerin önünde önümü iliklememeye, kravat takmamaya, geldikleri zaman ayağa kalkmamaya başladım. ‘İstiklal Marşı’na girmemeye başladım. O zamanlarda “Ben Müslüman’ım, askere gidemem” dedim.


» Bu davranışlarına karşı ne yaptılar okulda?


Dayak yedim. Disipline gittim.


» Şeklen de olsa seni yola getirmişlerdir herhalde?


Yoo.. Ben hiç ‘İstiklal Marşı’na katılmadım o günden sonra. Protesto ediyordum, çıkıp gidiyordum. Allah’ın lütfu hep üzerimdedir. Beni okuldan atmadılar. Babam çok zengindi. Okula yardımlarda bulunurdu. O biraz etkili oldu herhalde.


» Sen hayatını otoriteyi reddetmek üzerine kurmuşun, bunun yolunu yordamını da ortaokuldan beri geliştirmişsin.


Putçu düşünmeyi, kötülüğü, yanlışı reddetmek, bunun bir parçası olmamak... Allah’tan başka ilah yoktur diyoruz ya, aslında bu böyle değil, Allah’tan başka ilahları reddederim. Başka ilahlar var. Hakiki ilahlık niteliklerine sahip değiller ama varlar, onları reddederek başlıyorsun. Temel mantık bu işte. Babaya itaat etmeyeceksin. Babamla çok kavga ettik, “Senin kolunu keseceğim” dedi, “Elimi nasıl öpmezsin”...


» Babanın elini öpmedin mi?


17-18 yaşına kadar öpmedim. “Namazdaki gibi eğiliyorum, sen kimsin ben senin önünde eğileceğim. Tanrı mısın!” dedim. Çıldırdı. Çok zoruna gitti. Beni de çok sever, özel bir ilişkimiz var onunla. Sonradan eyvallah çektik, o özel bağdan dolayı yamulduk belki. Belki de aşırıya kaçtığımızı fark ettik.


» Annenin elini öpüyor muydun?


Öpüyordum, çünkü anneminki bir otoriteyi simgelemiyor. Anneminki tamamen doğal, öyle bir ilişki türü işte...


» Okula dönecek olursak, başka neler yapıyordun okulda?


Okul yönetimine karşı, diğer Müslüman gruplara karşı, iyi söz söyleyen yaklaşık yüz kişilik bir gruptuk. Sınıfa tarih öğretmeni giriyor, bir şey anlatıyor “Hoca anlattığın yalan. Doğrusu bu!” diyorsun. “Osmanlı gittiği her yere adalet götürdü” diyor. Sen “Osmanlı gasp etti, insanları kazığa oturttu” diyorsun. Osmanlı’da Yeniçerilik diye bir şey var. Git, Hıristiyanların çocuklarını al, onları Müslümanlaştır, sonra anne babalarına karşı savaştır. Böyle bir cinayet türü var mı?


» Mahkemedeki savunmanda da bugünkü askerlik için yeniçerilik diyorsun...


Muhalif insan için bu, böyledir. Askere giden yeniçeriliği kabul etmiştir. Ordunun görev tanımı “iç ve dış düşmana karşı”dır, laik olmayan insanlara, bu devletle mücadele edenlere karşı bekçidir. Sen onlar için mürtecisin, bazen birinci bazen ikinci tehditsin Askere kendi değerlerine karşı savaşmaya gidiyorsun.


» Askere gitmeyi reddetme nedenin bu mu?


Benim için her şeyden önce zorunlu askerliğin kendisi bir problem. Kimsenin haddi yok birine savaşacaksın, asker olacaksın, öleceksin, öldüreceksin demeye. Peygamber bile emretse haddini aşmış olur. Mesele zorunlu askerliğin parçası olmamak... TC laik olmuş, şu din olmuş, bu din olmuş, anlamı yok bu noktada.


» Ama sonuçta ortada toplumsal sözleşmeyle kurulmuş bir devlet var. Bu devleti tanımıyor musun?


Birincisi ortada toplumsal sözleşme yok. Devletler kurulurken, birtakım adamlar, genellikle silahlı güçler oluyor bunlar, “Bu etrafını çevirdiğim yer benim çiftliğim” diyor. Olay kabadayı mantığıyla dönüyor.


Beni Allah yarattı, burada yaratılmamı takdir etti. Burada yaşıyorum diye birtakım kurallara uyarım. Elektriği getiren insanlara karşı bir borcum var bunu da elektrik faturasını ödeyerek yerine getiririm. Ama “Burada yaşıyorsun, her dediğimizi yapacaksın”, bu sağlıklı bir düşünce değil. Ben niye senin dediğini yapayım? Sonuçta temel insani değerler var. Birisi bir hakkı benden alamadığı gibi bana veremez de. Benim adıma karar verebilecekleri bir şey değil bu.


» Hak derken, öldürmemek benim hakkımdır mı, diyorsun.


Öldürmemek insanın en doğal, en temel hakkıdır. Temel mesele öldürmemektir. Öldürmek istisnai bir olaydır. Canını korurusun, canın gibi olan, velayetinde olan kişinin hakkını savunma dışında –o da yakışanı değil, yaptığının karşılığı olmak üzere- birini nasıl öldürebilirsin?


» Cihat için ne düşüyorsun?


Cihat tutkulu bir şeydir. Ama bugün Türkiye’deki Müslümanların anladığı şey değil, saldırı ya da fetih değil. Benim anladığım cihat özgürlük savaşçılığıdır. İnsan yeterli bir yaratık olmadığı için mutlaka kul olacaktır, Allah’a kul olmuyorsa başka şeylere kul oluyordur. Müslüman, diğer insanların başka şeylere kul olmasını dayatan koşulları ortadan kaldırmak zorundadır. Devletler, kendi devamlarını sağlamak için bazen zorbalıklılar, entrikalar yapar, insanların özgür olmadıklarını görmelerini, özgürlük imkânlarını engeller. Özgürlük savaşçıları giderler o zorbaların, ilahlık taslayanların düzenini dağıtır. Cihat budur. Orayı kendi toprakları kılmazlar, kılamazlar.


» Ama cihat için ölürsün de öldürürsün de?


Ölürsün de öldürürsün de... Gönüllü olarak yaparsın bunu. Savaşmayanla, teslim olanla savaşamazsın. Bu işin bir hukuku vardır.


» Bir yerdeki insanların gözlerinin köreltilmiş olduğuna ve oradaki zorba düzenini kaldırmaya kim nasıl karar verebilir?


Bugün ortada böyle bir Müslüman yok. Kur’an’ın tanımladığı gibi bir Müslüman toplum yok. Bu 1400 yıldır kaybedilmiş... Bir nesildi, 50 yıl yaşadı, geçti. Bir rüya görüyorum ben, öyle diyeyim. Benim anlattığım cihat, bir rüya... Ama rüya yaşanmayacak şey değil, yarın olabilecek şeydir. Onun için konuşuyorum sizinle, başka insanlarla iletişim kuruyorum, rüyamı paylaşabilir miyim diye... Rüyamızı ortak kılabilir miyiz, diye...

"O Laz komünist, ben Kürt Müslüman"


» Çocuklarının ismi ne?


Biri Ubeydullah, Allah’ın kulcağızı demek, benim ruh yapıma çok uygun bir isim. Kızın ismi de Meryem, kulağa güzel geldiği için.


» Karın Kader’di değil mi?


Kader ona anne-babasının koyduğu isim. O kendine Nehir demiş. Biz de Nehir diyoruz...


» Güzelmiş... Sen bildiğinden şaşmadığın için babanla, hocanla, Kürt’le, Müslüman’la takışıyorsun. Bir karınla...


Karımla da anlaşamıyorum (gülüyor)


» Öyle mi?


Yok yok.


» Nasıldır ilişkiniz, diye sorabilir miyim?


Karımla ilişkim biraz farklıdır... Benim dershane arkadaşımın arkadaşıydı. Bir iki eylemde karşılaştık sonra muhabbet gelişti. Bir yıl bir tanışıklığımız oldu. Ama ben Müslüman o komünist.


» Dinle falan hiç ilgisi yok, Allah’ı tanımıyor?


Tanımıyor... Evleneceğiz ama babam açık kadın düşmanı. İnsanları aforoz etmiş kaç kere, yok gelini açıkmış, yok kızını okula göndermiş... Babam asla kabul etmez. Ben zorla örttürmem. Ailesinden kendim isteyeyim dedim. Gittim, konuştum. Reddettiler... Biz de evleniyoruz dedik, evlendik.


» İmam nikâhı kıydınız mı?


Hocanın gelip de kıydığı bir nikâhımız yok. Nikâh akittir. Biz şöyle bir akit yaptık. Dedik ki insanlar idealist bir şekilde evleniyorlar, ama bir süre sonra ya ayrılıyorlar ya da idealistliklerinden vazgeçiyorlar. Biz öyle karı koca olmayacağız. Şimdi arkadaşız 10 yıl sonra da arkadaş olacağız. Sen bağımsız bir kişiliksin, ben bağımsız bir kişiliğim, böyle kalacağız, dedik.


» Çocuklarımı bu kadın büyütecek diye düşünmedin mi?


Ya kocaman yangın var içimde. Çok sıkıntı çektik evliliğimizde. Nasıl bir aile olacaksın, kolay değil ki... Onun geldiği gelenek var, benim geldiğim gelenek var. O Laz kızı ben Kürt’üm, onun ailesinin 150 yıl öncesinden resmi var, hiç örtülü insan yok, benim ailemde hâlâ açık insan yok. O Devrimci Sosyalist İşçi Hareketi üyesi... Benim alakam yok...


» Evlendikten sonra ne oldu?


Babamlar duymuşlar benim evli olduğumu. Başka bir çocuğu olsa reddedecek de benle özel bir durumu var. Aileden sevdiğim bir iki kişiyi göndermiş. “Gelinin başına bir başörtü atalım, babanızın elini öpün” diyorlar. Dedim ki, “Olur mu öyle şey?” Nehir dedi ki “Bir dakika, benim adıma niye karar veriyorsun? Ben bu din nasıl bir şeymiş merak ediyorum. Bakarak olmaz; Müslüman’ca yaşam teneffüs etmek itiyorum Olmazsa çıkar gideriz.” Sonra bana dinle ilgili sorular sordu ve Müslüman olmaya karar verdi. Ben o sormadan hiçbir şey anlatmadım. Allah var, bile demedim.



Kürt kimliği bir cana değmez

» Sen bir Kürt olarak nasıl sıkıntılar yaşadın?


Çocukken başlıyor... Ben zengin sayılabilecek bir ailenin çocuğuydum, elbiselerim farklı olduğu için, Türklerin mahallelerinden okula gelen çocuklar benimle oynardı. Kürtlüğümü görmezlerdi, ben de sesimi çıkartmazdım. Ama diğer Kürt çocuklarla oynamazlardı. Orada tavır geliştirememiş olmak benim için hep bir eziklik olmuştur. Mesela bizden önce otobüse almamışlar Kürtleri Hereke’de... Benim annem de otobüste Kürtçe konuştuğu zaman fırça atmışlardı, “Burası Kürdistan değil” diye...


99’da Nevroz’a katılmıştım. Bir hafta aldılar bizi terörle mücadele şubesine. Soydular çırılçıplak, elektrik verdiler, soğuk suyun altına soktular, iğrenç iğrenç şeyler... Hepsini yaşadım. Niye yaşadığımı bilmem hâlâ. Hiçbir zaman hiç bir örgütle bağlantım olmadı. Sadece ateş yakıldı, bir tur halay çekildi.


» Hâl böyleyken, PKK’nın mücadelesini nasıl görüyorsun?


PKK zalim bir örgüttür. Çok çirkin bir savaş yürütüyorlar. Savunma için değil, caydırma için değil, propaganda için otobüse bomba atıyorlar. Bu nedenle, haklı bir davaları olsa bile teröristler. Evet, Türk devleti çocukları öldürüyor, evleri yakıyor. İnsanların ırzlarına geçtiğini de biliyorum. Ben gördüm bunu, ben bir kızın bacaklarının arasına cop sokulduğunu gördüm, bu gözler gördü bunu. Ama onlar zaten ahlaksızlık üzerine kurmuşlar dünyalarını. Sen hak üzerine yola çıktığını söylüyorsun. Sana hiç yakışık almaz.


» Peki ama PKK olmasaydı Kürtlere hâlâ kart kurt denmeyecek miydi?


Bu millet sırf Kürt varlığını kabul etsin diye, 40 bin insan ölmüş... “Bin insan” gayrımeşru bir ifade, kaç tane “bir insan” ölmüş. Varsın tanınmasın Kürt kimliği... Lanet olsun, Kürt milleti diye bir millet yeryüzünden kalkmış olsun. Dünyanın bir zenginliği yok olmuş olsun. Değer miydi bir tane cana? Değmezdi. Varsın ben Kürt’üm diyemeyeyim. Birini öldürmem. Öldürme hakkını vermez ki bu bana.


Veyahut da tek yol bu muydu, silah mıydı? Tamam, insan aciz gerçekten ama bu muydu yani? 40 bin insan ölecek, birilerinin ırzına geçilecek, birileri sakat bırakılacak, psikolojileri gidecek, binlerce insan on yıl, yirmi yıl cezaevlerinde kalacaklar. Bu kadar mı çaresiziz?


» Filistin mücadelesi için ne düşünüyorsun?


Ben bir horoz için ölürüm. Yanlıştır ama bir horoz için insan da öldürürüm. Bu ben, horoz ve o adam arasındadır. Adamın karısını, komşusunu, onu destekleyeni, alkışlayanı içermez. Filistin’de El Kassam mıdır ne halttır... Adam tutuyor füze atıyor isabet de ettiremiyor. Sonra evine giriyor. İsrail geliyor, “evinden çık” diyor, çıkmıyorsun. Zaten merhameti yok. Evini başına yıkıyor, çoluk çocuğunla beraber... Hangi özgürlük savaşıymış! Çocuklar da senin meselene inanıyormuş! Ama onlar çocuk... Çocuğun ne olduğunu hepimiz biliriz, çocuğu şeker için ölüme gönderebilirsin... İsrail devleti baştan sona suçludur. Ama o adam, evinden çıkmayan adam, suçsuz mu? Biz onu Müslüman diye kahraman yapıyoruz Türkiye’de.


» Filistinlilerin toprakları gasp edildi deniyor?


Dünyada devletler böyle kurulur zaten. Gelir birisi “Burası benim çiftliğim” der, kapatır. Dün sen yapmıştın, bugün onlar yaptı, şimdi onların silahı daha kuvvetli. “Ben sevmiyorum ama İsrail devlet” diyeceksin. Niye kabul etmiyorsun?

“ İslami retçi” puştça söylem"


» Sen cezaevindeyken, “İslami retçi mi, yoksa vicdani retçi mi” sorusu çıktı ortaya. Sen nasıl tanımlıyorsun kendini?


“İslami retçi” “imani retçi” çok puştça söylenmiş bir sözdür. Düzenden rahatsız olan insanlar –sağ, sol, Müslüman, değil, hepsi- benim olayımdan memnun oldular. Müslümanlar bu işi onlara kaptıramayalım dediler. Aslında benle çok ciddi problemi var hepsinin.


» Peki, vicdani retçi misin?


İnsanın inancının şekillendirdiği şey vicdandır. Ama anarşizm ama ateizm olur, ama savaş karşıtlığı olur. Eğer kelime anlamından yola çıkıyorsak bu eylem vicdani ret eylemi olarak tanımlanabilir. Benim vicdanımı şekillendiren şey imanım. Ama bu eylemi benden, bütün dünyamdan soyutlayıp koyarsan bir vicdani ret eylemidir. Yoksa ben öyle birisi değilim. Eyleme şu bu olarak bakmıyorum. Ben imtihan olarak bakıyorum.

"Müslümanlarla karıştırılmak istemiyorum"


» Beni anlamak isteyen insan şunu da bilsin dediğin, bir şey var mı?


Müslümanlarla karıştırılmak istemiyorum. Çünkü Müslümanlar kötü insanlar, adaletlerini kaybetmiş insanlar. Peres tartışmasında kim Tayyip Erdoğan’ın haklı olduğunu söylerse adaletsizlik yapmış olur. Peres haklıydı. Peres “Önce kendi ülkene bak. Ülkenin güneydoğusuna bak” gibi bir şey söyledi. Sonra Tayyip fıttırdı. Çünkü suçluluk duygusu vardı, Peres doğruyu söyledi.


İsrail hapishanelerinde üç bin küsur Filistinli çocuk var; taş atmak, benzeri eylemlerden dolayı tutulan. Türk hapishanelerinde benzer eylemlerden tutulan çocukların sayısı dört binin üzerinde. 14-15 çocuk İsrail hapishanelerinde işkenceden şikâyetçi. Türkiye’de bu sayı 400’ün üzerinde. Müslüman adam alkışlayamaz Tayyip’i “Peres sen de namussuzsun ama bu sözün doğru” der. Tayyip’e “Önce kendi bahçeni temizle, ya da iki bahçeye beraber müdahale et” der. Söyleyenin adı biraz bize benzeyince, onun adı Tayyip, benimki Enver olunca, aynı dinin isimleri olunca hemen taraf oluyoruz... Ama işin bir de gerçeği var. Eğer Filistinlilerin İsrail’de geliştirdiği gibi bir mücadele Türkiye’de Kürtler tarafından geliştirilse, ben çok daha ağır bedellerin Kürtlere ödetileceğini çok iyi biliyorum. Kendim de yaşadım. 93-94 serhildanları Filistin’e benzer. Orada insanların üzerine tankları sürdüklerini biliyoruz.


İki sene önce yaşadık, Van’da bir çocuğu polisler copluyorlar, çocuğun kolunu kırdılar. Burada hiçbirimiz sokağa düşmedik. Muhammed diye bir çocuk öldürüldü Filistin’de babasının yanında. Biz Türkiye’deki Müslümanlar onun için ilahi, marş ne zıkkım deniyorsa ondan besteledik, eylemler yaptık. Kızıltepe de iki yaşında bir çocuk...


» Uğur Kaymaz...


Bak ismini bile bilmiyorum. Ama Filistin’dekini biliyorum. Uğur öldürüldüğü zaman çıtımız çıkmadı. Ben onlardan değilim... Benim için Uğurla Muhhamed arasında hiçbir fark yok. Uğur benim için daha öncedir çünkü benim burnumun dibindedir. O sesini çıkartamayan, Kürt meselesi için sadece kıllarını kıpırdatan zalimlerden değilim. Onların kefesine koyup beni eleştirmesinler, haksızlık ederler.

"Ben askere gitmiyorum, siz ne gerekiyorsa yapın"


» Vicdani retçileri ilk ne zaman duymuştun?


98-99 yılında solcuların dershanesine gidiyordum. Onların bir kafesi vardı, garip tiplerdi, solcular mıydı, anarşistler mi, karışık mı takılıyorlardı bilmiyorum. Bir gün Yaşar Kurt’un “Silah veriyorlar anne” şarkısı çalıyordu, yan masada garip tipli çocuklar oradan askerlik muhabbeti yapamaya başladılar; “Bir tanesi varmış, askerliği reddetmiş, vicdani retçiymiş, Mahkemeye çıkmış sizin askeriniz olmam demiş.” Böyle üç beş kelime duydum.


» Sana ilk askerlik kâğıdı ne zaman geldi?


98 yılında geldi, akşam lisesine gidiyordum, oradan tecil hakkın olmuyor. Askere alacaklar beni. Artık çıkış yolu kalmadı. Kuşadası’nda bir arkadaşımın yanına gittim. Ayağıma sıkayım, sakat edeyim de öyle gitmemeyim dedim Ben Müslüman’ım nasıl askerlik yaparım. Ayağımızdan, kolumuzdan, bir uzvumuzdan vazgeçeceğiz... Babam sağolsun, bir arkadaşını aramış. Parası olan, sosyal çevresi geniş bir adam. Bana hakkım olmadığı halde üç yıl tecil yaptırmış... Bana “gel” dedi, “bir tarafını vurma”.


» Sonra yurtdışına çıktın. Yurtdışından dönüşte yine çıktı askerlik karşına...


Yine geldi önümüze askerlik kâğıdı. Bir arkadaş bana “bak senin gibi davranan insanlar var, ortak bir şey yap, basını da arkana al, bir şeyler olur,” dedi. İnternette savaşa karşıtları, vicdani retçileri falan gösterdi. Ben unutmuşum o kafede duyduklarımı.


Bu arada ben karakola gittim “Ben askerlik yapmayı istemiyorum, o yüzden bu evrakı almaktan imtina ediyorum” diye bir dilekçe yazdım. Sonra, bu işe başladık, devamını getirelim, diye düşündüm. İzmit’te Yabancı Askerlik Şubesi var. Burada, Askerlik Şube Başkanı’nın odasına gittim. Dedim, “beni askere çağırıyormuşsunuz”. “Git işlemlerini orada yaptır” dedi. “Yok, ben size askerlik yapmayacağımı söylemeye geldim. Ben askerlik yapmayı reddediyorum. Beni arıyorsunuz, kâğıt falan göndermişsiniz, yapmayacağımı bilin, ‘ne yapacaksanız yapın’ demeye geldim” dedim. “Nasıl yani” dedi, “senin böyle bir hakkın yok ki bildiğim kadarıyla”. “Var ya da yok. Yasalarınız sizi bağlıyor, beni bağlamıyor, ben böyle davranmıyorum, Ne gerekiyorsa yapın” dedim. Sonra yanındaki askerlere “Bir beş dakika kapının önünde bekler misiniz” dedi. Bana “Ya, onların yanında rahat konuşamadım, onların kafası karışacak. Ne oluyor, sen ne diyorsun” dedi... Durumu anlattım. “Ne yapacağım ben şimdi” dedi. “Ne bileyim” dedim “Ben geldim sana, bu iş senin sorumluluğunda”. “Ben ne yapacağımı bilmiyorum, sormam lazım” deyip beni iki saat beni bekletti. Sonra “Ne yapalım biliyor musun” dedi, “Ne sen beni gördün, ne ben seni gördüm. Ne zaman yakalamanı çıkartırız, kim seni yakalar onun başına bela ol” dedi. Öyle çıktım gittim.


» Vicdani retçilerle ilk karşılaşman nasıl oldu?


2007’de İstanbul’a İHD’ye geldim. Orada bir arkadaş vardı. Biraz konuştuk, nasıl oluyor bu işler, yasal prosedür nedir, diye “Ya...özür dilerim... siz” dedi, “niye?” dedi. “Ben Müslüman’ım” dedim. “Ne diyorsun sen ya. Müslümanlık zaten bu ordunun temel yapısıdır” dedi. Benim için önemli bir konuşma oldu, o. “Ya, yazık” dedim, ‘Hiç anlatamamışız Müslümanlığı, hiç bilinememişiz”. Onlar da suçlu, o kitabı okumamışlar, doğru ya da yanlış ne diyor diye bakmamışlar. Ama benim de bir suçum var, anlatamamışım. Bana benzer o kadar da çok adam var. Askerliklerini yapıyorlar ama olaya yabancılıklarını nasıl anlatamamışlar.


» Senin sakin sakin gülümseyerek anlatış tarzın var. Cezaevindeki süreçte de böyle anlattığın anlar oldu mu?


Oldu, çok oldu... Ben sloganik ifadelerden uzak duruyorum, konuşmaya daha yakın cümleleri tercih ediyorum. Benim cezaevinde işkence görmemle ilgili haberler basında çıkınca, “Enver’le ilgili olumsuz haber bizden kaynaklanmasın” dediler. Benimle de “Lütfen ekstra sorun çıkartma da gül gibi geçinip gidelim” gibisinden konuştular. Baktılar ki slogan atacak bir tip değil, slogan atmıyor, millete bulaşmıyor, bağırıp çağırmıyor, bulaştıklarında da bağırmıyorum, o süreçte bayağı konuştuk.


» Vurduklarında ne yapıyordun?


Ne yapayım. Bir şey yapmıyorum. Sadece bir keresinde çok canım yandığında “Zalimsiniz” demiştim... Canın yanmaktan ziyade acayip psikolojik bir durum. Yedi sekiz kişi küt pat yere yatırıyorlar. Birisi yüzüne, göğsüne vuruyor, biri kaldırmış falakaya yatırıyor, garip bir şey yani. “Zalimisiniz siz” dedim. Bağırdım mı bilmiyorum. Bağırmamaya çok dikkat ediyorum. “Bir dakika. Ben niye zalim oluyorum. Ben görevimi yapıyorum” dedi başgardiyan. Ben böyle bir görevi olamayacağını söyledim. “Şöyle bir bakar mısın. Ben ne yaptım. Ben nereyi bombaladım kimi öldürdüm” dedim. Sonra dedi ki “Yemin ederim ne sana vuracağım ne de vurulmasını emredeceğim” dedi. Ertesi günden itibaren yanımdan ayrılmıyorlardı. Ben tek başıma koğuşta kalıyorum, benimle sohbete geliyorlardı. Soruyorlardı, “Bu nasıl, peki bunu nasıl çözeceğiz?” Bir tanesi ağladı, yaptıklarından pişman oldu. Özür dilediler, helallik istediler. Beni sevdiler, anladılar. Orada ilk başta kim olursa olsun hoşgeldin dayağı atıyorlar. Bak bir şey yaparsan, neler yaparız demeye getiriyorlar. Cezaevinin âdeti bu. Ben hiç boynumu bükmeyince şiddetin dozajı arttı. Komutanlar biliyorlardı ama kimi dövdüklerini bilmiyorlardı çocuklar... Nerden bilsinler, köyünden gelmiş çocuk, ne bilir tavır almayı. Devlet işkenceci yapmış çocukları işte...


» Askerî birlikteyken?


Birlikteyken de kötü haber istemiyorlardı. Bu sefer konuşmak zorunda kaldılar. Benim askerlerin arasında kalmama izin vermiyorlar, askerlerle kalmayayım, onların kafalarını bulandırmayayım diye. Ben yanlarında oturuyorum, bir şey de yapamıyorlar. Sövemiyor dövemiyor, konuşma ihtiyacı hissediyor, merak da ediyor, O zaman soruyor ‘‘Bu nasıl oluyor, bu nasıl oluyor?” “Ya aslında sen iyi biriymişsin, seni kullanalar var dışarıda.” Çünkü ben onların insanlığına hitap ediyorum. Çünkü o işkenceyi yapan adamın bile bir yerlerinde bir şeyler var, tozlanmış aşağılarda kalmış bir şeyler var. Eğer onu çıkartabilirsen o an sorgulayabiliyor, az sonra devam ediyor puştluğuna ama...


"Cuma idarecilerle hesaplaşma günüdür"


» Sen dünyadaki tüm devletlere karşısın. Nasıl yönetileceğiz peki?


Yönetilmeyeceğiz. Bundan çıkacağız. İşlerimizi idare eden birisi olacak. Şöyle anlatayım: Biliyorsun bir söz var; üç Cuma’ya gitmeyenin namazı kılınmaz. Niye bu böyle? Kimse cevabını bilmez. Sanırlar ki Tanrı’nın birtakım saplantıları var, o yüzden böyle emirlerde bulunuyor. Böyle değil. Bu namaz cuma günü kılındığı için o ismi almamıştır. Toplanma namazıdır o, o yüzden adı Cuma’dır. Cuma günü o bölgenin Müslümanları toplanırlar, iki rekât da namaz kılarlar, Allah’ı zikir ederler. Sonra otururlar, meselelerini tartışırlar, hepsi beraber karar verirler. Öyle birisi yönetecekmiş de, beş kişi biraraya geldik, sizin için yasalar çıkarttık, bundan sorumlusunuz, da... Böyle bir şey yok. Her cuma işleri teslim ettiğimiz adamlarla hesaplaşma günümüzdür. Kabul etmediklerimiz için, “Ben bunu kabul etmiyorum” deme günüdür. Cuma namazı senin meclis vaktindir. Cuma namazına gelmediğin zaman ya “Ben bu işleyen düzeni reddediyorum” diyorsundur. Onlar da senin cenazene gelmiyorlar çünkü o toplum seninle neyin helalleşmesine girsin. Ya da hiçbir şey umurunda olmayan, insan olma nitelikleri zayıflamış bir insansındır. Ama bugün Cuma namazı diye bir şey yok. Oraya geçiyorsun, iki rekât namaz kılıyorsun, birisi çıkıyor tepeye saçma sapan şeyler söylüyor. Ondan sonra bitiyor, gidiyorsun. Böyle acayip uyduruk bir şey.


» Senin için idare böyle sağlanacak yani...


Evet... Ben diyorum ki herkes aynı niteliktedir. İnsanlar insan olmak bakımından eşittir, herkes insan olma hakkını kullansın. Din bunu emrediyor. Öte tarafta, sen diyorsun ki “Ben beş yıllığına insanlığımı bütün her şeyim için vekalet veriyorum”. Sen beş yıl boyunca nasıl teslim edersin iradeni, kim bu adam? Bir insan nasıl böyle bir sağlamlıkta olabilir? Sonra onlar senin tepene karga oluyorlar. Sen hesap soramıyorsun. Böyle bir şey olmaz. Sonra bu gerçekliği kabul ediyoruz, kelimeler seni itiraf ettiriyor: Diyorsun ki; nasıl yönetileceğiz. Sen niye yönetilesin, koyun musun?


» Cuma namazına gidiyorsun, değil mi?


Yok, hayatımda hiç Cuma namazına gitmedim.

Bundan sonra...

» Bundan sonra ne yapacaksın?


Ben Allahın kuluyum Allah’ın kulu olmaya yakışır bir eda takınmak zorundayım.


Benim kavgamın çoğu halkladır. İnsanlarla bir cedelim, bir mücadelem var... Biz değişirsek her şeyin değişeceğine inanıyorum. Şimdiye kadar toplumdan uzak duruyordum. Şimdi artık bir cenaze olduğu zaman cenazeye gideceğim, hoca konuştuğu zaman diyeceğim ki, “Hoca bir dakika, şu mikrofonu versene bir de ben konuşayım”. İnsanlara diyeceğim “Çocuklarınızı öldürmeyin, kürtaj gibi bir problemimiz var. Tefecilik yapıyoruz, kimseye karşılıksız borç vermiyoruz, kimseye merhamet etmiyoruz. İnsanları öldürüyoruz. Kızımız bir oğlanla oynaştığı zaman, dövüyoruz, öldürüyoruz, oğlana göz yumuyoruz. Karımız zina ederse onu tutup öldürüyoruz, kendimize serbest. Alçaklaşıyoruz, Allah buna razı değil. Bu hocalar sizi kandırıyorlar, az önce mikrofonu elinden aldığım adam da kandırıyor. Devlet sizi sömürüyor, Tanrılık iddiasındalar” diyeceğim.


» Ne diyecekler acaba?


Ne diyecekler bilmiyorum. İnsanların toplu olarak bulunduğu yerlerde bulunmam ve uyarılarda bulunmam gerektiğini düşünüyorum... Bir de bu devletin ayinleri var, 23 Nisan gibi bayramları var. Oralarda da gidip insanları uyaracağız, “Cehenneme gidiyorsunuz, kendinizi kurtulduk zannetmeyim, her an ölebilirsiniz, bakın bu kıyamet her an kopabilir, bu Allah’ın gazabını çekmeyin.” Bunları söyleyeceğim... İnsanlara söz söyleyeceğim...