Müzik

30 Ekim 2013 Çarşamba

Ahmet Nesin




'PKK terör örgütüyse Kurtuluş Savaşı terörist bir eylemdir'


Ahmet Nesin: Kurtuluş Savaşı’yla övünen Türklerin, Kürtlerin mücadelesini anlamaması pek anlaşılır gibi gelmiyor...

Bu yazı başlığını dün twitterdan attım, attım atmasına da sağlam da küfür yedim. Esasında Kurtuluş Savaşı’yla övünen Türklerin, Kürtlerin mücadelesini anlamaması pek anlaşılır gibi gelmiyor. Bugün geldiğimiz siyasi konuma baktığımızda anlaşılır gibi gözükse de tarihimizi öyküleştirerek yazıp okuduğumuzdan kimse gerçeği bilmiyor.

Bizim yaşadığımız Kurtuluş Savaşı halkın başlattığı bir savaş değil. Halk Osmanlı’ya karşı da ayaklanmamış, sömürgeci ülkelere karşı da. O yüzden Kurtuluş Savaşı’nı başlatan askeri komutanlar dışında çok fazla öykümüz yok. Savaş halkın istemiyle başlamayınca ondan sonra yaşananlar, yapıldığı söylenen devrimler de devrim olmaktan çıkıyor.

Mustafa Kemal Harf Devrimini yapıyor ama bu talep halktan gelmiyor. Halktan gelme olasılığı da sıfır zaten, yüzde 93’ünün okuma yazma bilmediği bir toplumda harflerle bir bağlantısı yok ki insanların. Başına taktığı şeyin sarık ya da şapka olması da çok umurunda değil, hatta şapkaya pek sıcak baktığı da söylenemez, hem halife tarafından şeriatla yönetileceksin hem de birdenbire bu devrimleri isteyeceksin yada olduktan sonra kabullenip içselleştireceksin. Okuma yazma oranı kadında daha düşük, belki yüzde 95’lerde ama kadına oy hakkı vermişsin, ne yazar!..

Bugün Türkiye’nin geldiği siyasi noktayı araştırmak isteyenler bu yaşadıklarımızı unutmamalı. Hep şöyle bir söylem var Kemalist ve kendisine laik diyen kesimde: “Yahu bu kadar geri kafalı takım, başı kapalı kadın birdenbire nasıl oluştu?” İşte bunu söyleyenler Türkiye tarihini, Kurtuluş Savaşı’nı kendi istedikleri gibi yorumlayanlar.

Kurtuluş Savaşı’nın dünyada ilk olduğunu söyleyenler, bu savaşın nedenlerine bakarlarsa bence Kürtlerin savaşını daha iyi anlayıp hak vereceklerdir. Kurtuluş savaşı olmasaydı bu halkın bir kısmı Fransızca, İngilizce vs. gibi değişik diller konuşacaktı. Aynı Hindistan, Pakistan ya da Kıbrıs gibi kendi dillerini bozuk ama ingilizceyi neredeyse ana dilleri gibi konuşacaktı.

Şu anda Türkiye’de bir barış rüzgârı var ve bu barış rüzgarında hemen hemen artık bütün siyasilerin ortak söylediği bir şey var: “Kürtler bundan sonra bizim eşit vatandaşlarımız olacak…” MHP ve ona benzer 2-3 küçük parti dışında bu konuda herkes hemfikir. Bunu söylemek bugüne kadar Kürt halkını asimile ettiğini, onları sömürdüğünü kabul etmektir, başta dil ve eğitim olarak hiçbir hakkını vermediğini açıklamaktır.

Niye bir Hintli eğitimini kendi diliyle yapmasın da İngilizce yapsın? Kurtuluş Savaşı olmasaydı İstanbul hangi dili konuşacaktı, Hatay hangi dili? İngilizce ya da Fransızca çok önemli bir dil olabilir ama ben kendi dilimi öğrenemedikten sonra bana ne gerek. Ya da soruya şöyle bakalım, evde anadilini konuşan ama onun gramerini bilmeyen bir kişi hangi milletten olursa olsun başka dili neden öğrenemez. Bugüne kadar düzgün aksanlı İngilizce konuşan kaç Hintli gördünüz yada düzgün aksanlı Türkçe konuşan kaç Kürt!..

Kürtlerin mücadelesine bakarken Türklerin ya da Osmanlı’nın bu topraklara kaç yılında geldiğine bakmak gerekiyor. Osmanlı bu topraklara geldiğinde, zorla ele geçirdiğinde Kürtler oradaydı, o yüzden bugün onu unutmuyorlar ve başta dil olmak üzere bu savaşı veriyorlar.

Açıkçası Kürtler bir kurtuluş savaşının içindeler, bugün barış görüşmeleri yapılıyorsa bu onların haklı olduğunu kabul etmemizdendir. PKK’nin verdiği savaşa ‘terör’ olarak bakmak Türklerin kendi Kurtuluş Savaşını inkar etmektir. PKK’li bir kişiye ‘terörist’ dediğiniz zaman, Nene Hatun da bir ‘terörist’ olur çıkar. PKK dışarıdan destek görüyor dediğinizde, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Sovyetler’den aldığı yardımı bilmiyorsunuz demektir, Mareşal Frunze’nin Türkiye’yi gezip Stalin’e verdiği rapordan haberiniz yok demektir ve hatta Taksim Anıtı’nın esasında bir Atatürk anıtı değil, Frunze anıtı olduğundan da haberiniz yoktur. Hatta Erdoğan’ın Suriye’deki dincilere yaptığı yardımı da bilmiyorsunuz demektir ki bu artık anlaşılamaz bir durumdur.

Demokrasiyle cumhuriyet kavramlarının ta başından beri karıştığı Türkiye’de 90. yılında artık Kürt sorununa ‘terör olayı’ diye bakmaktan, barış sürecini ‘terör olayları bitti’ diye yorumlamaktan kurtulmanın zamanı sanırım geldi.

PKK bütün Kürtleri temsil edemez demek de aynı mantık hatasını içerir. Kurtuluş Savaşı nasıl bütün Türkiye’yi ilgilendiriyorsa, PKK Kurtuluş Savaşı da bütün Kürtleri kapsar. İkisinde de karşı çıkanlar yok mudur, elbette vardır ve olacaktır da. Hatta Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanlar, Osmanlı’yı özleyenler bugün iktidardadır. Kürt hareketine bakarken bence böyle bakmak gerekiyor.


Baltaya Sap olamayanlar buraya !


Allen Ginsberg



AMERİKA 

Amerika her şeyimi verdim sana, şimdi bir hiçim 
17 Ocak 1956 ve iki dolar yirmi-yedi sent. 
Kendi kafam bile destek değil bana. 
İnsanlarla savaşı ne zaman sona erdireceğiz Amerika? 
Al şu atom bombanı kıçına sok. 
Kafam bozuk, Amerika, bir de sen üstüme varma, 
Kafam yerine gelene dek şiir miir de yazmayacağım. 
Söyle bana Amerika ne zaman melekleşeceksin sen? 
Ne zaman anadan doğma olacaksın 
Ne zaman bakacaksın mezarlıktan Amerika? 
Ne zaman milyonlarca troçkistine yakışır olacaksın? 
Amerika, kitaplıkların niçin gözyaşı ile dolu? 
Amerika, Hindistan'a yumurtaları ne zaman yollayacaksın? 
Amerika bu senin kılı kırk yarmalarından bıktım artık. 
Ne zaman süpermarket'e gidip, şu güzel gözlerim için 
gerekenleri alabileceğim? 
Amerika, her şeyin bir yana, eksiksiz olan bir sen varsın 
bir de ben, öbür dünya değil. 
Şu makinalarına da dayanasım kalmadı Amerika, bil. 
Bende bir ermiş olma isteği uyandırdın. 
Bu tartışmayı çözmek için bir başka yol olmalı. 
Burroughs şimdi Tanca'da, sanmıyorum ki geri dönsün 
Korkunç bir şey olurdu bu. 
Sen de korkunç musun Amerika yoksa bir oyun mu bu? 
Saplantımdan döneceğimi sanıyorsan aldanıyorsun. 
Öyle üstüme varma Amerika, ne yaptığımı biliyorum ben. 
Amerika, erikler çiçek döküyor. 
Aylardır gazete okuduğum yok, her gün 
cinayetten birisi Kodesi boyluyor. 
Amerika, Wobblie'lere tutkunum ben. 
Küçükken komünisttim Amerika, özür mözür de dilemiyorum 
şimdi her fırsatta esrar çekiyorum. 
Günlerce evde oturup iş olsun diye kilerdeki gülleri seyrediyorum. 
Chinatown'a gittiğimde kafayı çekiyorum ölesiye, 
ama hiç kimselerle yatamıyorum. 
Bu işin içinde bir şamata olduğunu sanıyorum. 
Ah! Sen beni Marx okurken görmeliydin Amerika. 
Ruh doktorum hiçbir şeyin yok diyor. 
Hiçbir şeyim yok gerçekten, Tanrı' ya yakarma dahil. 
Mistik görünümlerim ve kozmik titreşimlerim var yalnız. 
Amerika, daha sana Max Amcam Rusya'dan döndükten sonra 
ona yaptıklarından söz açmadım. 
Sana sesleniyorum Amerika. 
Heyecanlarının daha Time eliyle yönetilmesine göz yumacak mısın? 
Ben Time'a tutkunum Amerika 
Her hafta bir tane alıp okuyorum 
Köşebaşındaki şekercinin yanından geçerken kapağı beni gözlüyor 
Onu Berkeley Halk Kitaplığı'nın bodrum katında okuyorum. 
Sana hep sorumluluktan söz ediyor. İş adamları ciddi. 
Film yapımcıları ciddi. Herkes ciddi, ben hariç. 
Zaman zaman Amerika ben değil miyim diye düşündüğüm oluyor. 
Yeniden kendi kendimle konuşmaya başladım işte. 
Asya bana karşı ayaklanıyor Amerika. 
Bir metelik talihim yok. 
En iyisi ulusal kaynakları inceleyip, onlara dönmek. 
Ulusal kaynaklarım, biliyorum, iki parça esrar, 
binlerce cinsiyet organı, saatde 1400 mil hızla giden 
bir özel basılmaz edebiyat ve yirmibeşbin tımarhane. 
Cezaevlerinden ve beşbin güneş ışığı altında saksılarda 
Yaşayan fakir fukaradan sözetmiyorum. 
Fransa'daki kerhaneleri kaldırdım, şimdi sıra Tanca'da. 
Katolik olmasına katoliğim ama gene de Başkan olmak istiyorum. 
Amerika senin bu alık ve çılgın havanda nasıl kutsal bir yakarma yazabilirim? 
Dörtlüklerime Henry Ford gibi devam edeceğim, 
yazdıklarım onun çıkardığı otomobiller kadar 
kişisel, üstelik her biri değişik cinsiyetten. 
Amerika dörtlüklerimi peşin para 2500 dolardan satarım sana, 
eski dörtlüklerimi de 500 eksiğine alırım. 
Amerika Tom Mooney'i serbest bırak. 
Amerika İspanyol cumhuriyetçilerini kurtar. 
America Sacco ve Vanzetti ölmemeli. Amerika ben Scottsboro çocuklarıyım. 
Amerika, yedi yaşımdayken anam hücre toplantılarında götürürdü beni, 
orda bize leblebi satarlardı, bir karneye bir avuç leblebi 
beş sent ve söylev beleşti 
herkes bir melekti orda Amerika ve işçiler karşı iyi 
duygularla doluydu herkes içtendi Amerika ve bilemezsin 
parti 1833'de nasıl iyiydi ve Scott Nearing ne hoş 
bir ihtiyardı Bloor Ana bir seferinde nasıl da ağlatmıştı 
beni bir kez İsrael Amter'i görmüştüm orda. 
Her biri birer casus olmalıydı onların. 
Amerika biliyorum gerçekten savaşmak istemiyorsun. 
Amerika onlar rus haydutları biliyorum. 
Ruslar onlar Ruslar ve Çinliler. Ve Ruslar. Ve Ruslar. 
Rusya bizi canlı canlı gövdeye indirmek istiyor. 
Lüpletmek istiyor. Gücünde çılgına dönmüş Moskof. 
Elimizden arabalarımızı ve garajlarımızı almak istiyor. 
Chicago'yu ele geçirmek istiyor. Onun kızıl Reader Digest'a İhtiyacı var. 
Bizim otomobil fabrikalarımızı Sibirya'ya taşımak istiyor. 
Benzin istasyonlarımızı o büyük iğrenç bürokrasi yönetsin istiyor. 
İyi bir şey değil bu. 
O kızılderililere okuma yazma öğretmek istiyor. 
Onun güçlü kuvvetli zencilere ihtiyacı var. 
Bizi günde on-altı saat çalıştırmak istiyor. 
İmdat. 
Amerika bu iş ciddi. 
Amerika ben bunları televizyona bakarak çıkarıyorum. 
Amerika doğru mu bunlar ? 
Hemen çalışmaya başlasam iyi olacak, öyle görülüyor. 
Ama orduya yazılmak istemiyorum, ne de fabrikalarda tasviye tekerleği çevirmek, 
miyobun biriyim, üstelik kafadan çatlak. 
Amerika dönsün çark. Nasılı masılı yok. Şu oğlan omuzlarımızla dönsün.

Rainer Maria Rilke







DUİNO AĞITLARI / BİRİNCİ AĞIT 

Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?
Onlardan biri beni ansızın bassa bile bağrına,
yiterim onun daha güçlü varlığında ben. Güzellik
güç dayandığımız Ürkü’nün başlangıcından özge nedir ki;
ona bizim böylesine tapınmamız, sessizce hor görüp bizi
yok etmediğinden. Her melek ürkünçtür.
Kendimi tutar bu yüzden, yutkunurum
baştan çıkaran çağrısını karanlık hıçkırığın. Ah, kim var ki
kullanalım? Ne melekler, ne insanlar;
kurnaz hayvanlar bile farkındadır ki
pek rahat değiliz bu yorumlanan dünyada biz. Olsa olsa
yamaçtaki bir ağaç kalıyor bize
her gün görülecek; dünün sokağı kalıyor bize
ve sarsılmaz bağlılığı bir alışkanlığın-
bizi seven ve kalan ve gitmek istemeyen.
Ah, bir de gece var, gece, gökle dopdolu yel
yüzümüzle beslenirken; kime kalmaz ki o, özlenen,
tatlı tatlı büyü bozan, yalnız yüreğin karşısında
yorgun argın durup. Sevenlere karşı daha mı yumuşaktır o?
Ah, onlar yazgılarını gizlerler ancak kendi aralarında.
Bunu bilmiyor musun daha? At boşluğu kollarından
solunduğumuz uzaylara; belki kuşlar böylece
duyar genişleyen havayı, daha tutkulu uçuşlarında.

Evet, sen baharlara gerektin. Nice yıldız
bekler dururdu sen göresin diye. Nice dalga
yükselirdi geçmişte sana doğru, ya da
bir açık pencerenin önünden geçerken
verirdi bir keman kendini. Bütün bunlar görevdi.
Ama sen yeterli miydin ki? Beklemek yüzünden
dalgın değil miydin hep, bir sevgilinin gelmesini
bildirirmiş gibi her şey? (Onu barındırmak
sanki elinden gelirmiş gibi; o büyük, garip düşünceler
girip çıkarken sana, sık sık gece yatısına kalırken.)
Özlersen ama, türküle sevenleri; onlar neler duyarlar,
ünü daha yeterince ölümsüz kılınmadı.
Onlar, nerdeyse imrenirdin, o bırakılmış olanlar, gördün ki
daha çok severler o dindirilmiş olanlardan. Başla
hep yeniden, onların erişilmez övgüsüne;
düşün: ilerler Kahraman, onun batması bile
bir araçtır ancak üst varlığa: son doğumuna.
Ama sevenleri yorgun doğa kendine alır
iki kez yaratılmazmış gibi böylesi güç. Gaspara Stampa’yı
düşündün mü ki yeterince; sevgilisi çekip giden kız,
bu seven kadının üstün örneğine bakarak
duyabilsin: onun gibi olsam ben de? Bu en eski acıların
daha verimli olması gerekmez mi sonunda bizim için?
Vakti gelmedi mi, sevgide kendimizi
sevgiliden kurtarmanın ve titreyerek katlanmanın:
nasıl katlanırsa ok yaya, gerilen fırlayışta
kendinden arta bir şey olmak için. Kalmak nerede var ki…

Sesler, sesler. Dinle gönlüm, eskiden ancak
ermişlerin dinlediğince: onları dev çağrı
kaldırırdı yerden; ama bu olmaz kişiler
diz çökerlerdi hep, hiç mi hiç aldırmadan:
böyle dinlerdi onlar. Sen Tanrı’nın sesine
dayanamazsın nerde! Ama dinle soluğu,
sessizlikten üreyen kesintisiz bildiriyi.
Hışırdar işte sana doğru genç ölenlerden.
Ne zaman bir kiliseye girsen Roma’da, Napoli’de,
onların yazgısı sessizce sana seslenmedi mi?
Ya da bir yazıt yücelikle kabul ettirdi sana kendini,
Santa Maria Formos’daki levha gibi, daha geçenlerde.
Benden ne isterler? Ruhların dupduru devinmesini
zaman zaman bir parça engelleyen
o haksızlık belirtisini gidermeliyim usulca.

Artık yeryüzünde barınmamak yadırganır elbette,
güç kazanılmış alışkanlıkları artık kullanmamak,
güllere ve neler vadeden öbür nesnelere
bir insanca geleceğe göre anlam vermemek;
eskiden her neysen sonsuzca kaygılı ellerde,
artık hiçbiri olmamak; kendi adını
bırakıvermek bir yana, kırık bir oyuncak gibi.
Yadırganır, istememek artık isteklerini. Yadırganır
eskiden bağlantı olan ne varsa, şimdi gevşek, uçusur
görmek boşlukta. Ölü olmak da güçtür,
gecikmeyle yüklü olmak, kişi daha rastlamadan
sonrasızlık izine. –Bir var ki canlılar
aynı yanlışı yaparlar hep: pek kesin sınırlar çizerler.
Melekler bilmezmiş, ölüler arasında mı gezerler
diriler arasında mı. Sonsuz akıntı
kürer bütün çağları hiç durmadan, her iki ülkeden geçip
ikisinin de seslerini bastırarak gürleyişiyle.

Sonunda bizi gereksinmezler artık, erken göçenler,
kişi artık yeryüzü şeylerinden kesilir, nasıl kesilirse
ana memesinden usul usul. Peki biz, böyle yaman sırları
gereksinenler, biz, kutlu ilerlemesi sık sık
acıdan doğanlar: var olabilir miyiz onlarsız?
o öykü boşuna mı, Linos’un yasını tutarken hani
atılgan ilk ezgi işleyince uyuşukluğa,
ürkmüş uzayda sanki tanrımsı bir genç ansızın
ayrılınca büsbütün, duymaya başlamıştı boşluk
o titreşimi, -şimdi bizi büyüleyen, avutan, yardım eden?

(A.Turan Oflazoğlu çevirisi; Kültür Bakanlığı Yayınları 1979)

29 Ekim 2013 Salı

Alper Gencer





Mustafa'nın Eve Dönerkenki Yalnızlığı 



yalnızlık şu karşıki tepesinde dünyanın
orada başa bela, orada insanın kemiriyor canını
bense buralıyım, adım Mustafa
burada, yalnız değilim diye seviniyorum
boyası dökülmüş rutubetli odaların birinden geliyorum
tabanlarım üstünden geçtikleri nehirlerle yıkandı
yağmurlara kirimi işaret edip durdum
su değmemiş tarafım yoktur şükür Allah'a
çocuklarla konuştum, küfürsüzdüler
büyüklerle konuşmaya çalışmaya inandım
huzuru bir mağaranın üç beş adım dışında
bembeyaz ortancalar açıyor iken buldum
şu karşıki tepeyi harici kıldım
ağaçlar Mustafa dediler bana
çimenlerle konuştum, taşlarla sustum
burada, yalnız değilim diye seviniyorum
buralıyım, ismimi Mustafa koydu bura


o varmazdan önce buranın toprağına
-ismim neydi orada, şimdi unuttum-
dünyanın bütün derdi bir bana sanıyordum
şimdi buradan bakınca şu karşıki tepede
müsavi hüzünlere gark olan gözleriyle
aynı ayrılığın pençesinde ağlıyor
Allah’ın üşüyen bütün Mustafaları


bayatlan yırtık ceketlerin sardığı
düğmelerin iliklere yetişmediği uzlet...
Mustafa'nın kamburuna sebep olan uzviyet
Mustafa’nın Mustafa olmadan önce
aştığı köpüklü denizlerin kuvveti
karşıyı bura yapan imtihanın mukavemeti
Mustafa’ya önceki ismini unutturdu


önce bir miladı olsun istedim sonrakilerin
beni bu şimdiden koparıp alsın
bildiğim kadarı yetmiyordu canıma
o bildiğim kadarı Mustafa olmayan beni
vardırmazdı Mustafa olmanın esrarına
yalnızdım, yani tutunamazdım
sabır yoktu, şükür yoktu, hiçbir şey yoktu
kimseye kolay kolay aldanamazdım
hangi kızı sevdiysem karasevdaya çarptı
kekre ismi kalırdı her aşkın sonrasının
putlaşırdı, somutlardı, buharlaşırdım
yapayalnız önünde güzellik aynasının


önce bir miladı olsun istedim sonrakilerin
gülünç yalan bayağı fersiz nefsi yanımı
sahi yalın kıymetli bir yanımla değiştim
garipsedim, şaşırdım, nihayet hayret ettim
hasta oldum, üşüdüm, hiç örtmedim üstümü
yarama sahip çıktım, ona gözüm gibi baktım
Mustafa'nın gözüne bakması gibi baktım
ve birden yakın gözüktü tepeden aşağısı


ölü yaprakların örtmesi Mustafa'yı
gözyaşının gözünü gizlemesi boşuna
hem ağlamanın içe doğru olduğundan haberdar
hem dışa doğru ancak taşabilir o
geyiklerin etleriyle gezindiği dağları
geyikleri, etleri, gezinmeyi unuttu
bir vakitler avcı olduğunu unuttu, durmuyor, salmıyor Mustafa.
uzayı biç ıskalamayan bir sarkaç gibi her yanında Allah’a çarpıyor
gördükleri, şahitliğinden sorulacak şeyleri, müteyakkız bir nöbetçinin 
günlüğüne kaydediyor, o günlük, Mustafa’nın kendisini tuttuğu ve 
nehirlerin denizlerin okyanusların müşterek bir biçimde avuttuğu
kıtalarda yaşanmış ihtişamlı bir tarihe matuftur, aradığı teselliyi 
gemilerde ve bir açılıp bir kapanan iştahında bulamadı Mustafa. 
kendisinden devraldığı bu günlüğü seçti yaşamak için, günleri say­-
falara, saatleri satırlara, dakikaları kelimelere, saniyeleri hecelere, 
saliseleri harflere bölüp duruyor, sesini arıyor bütün bu sözcüklerin 
içinden ve susacağı anı kolluyor Mustafa.


o yankılayan duvar önümden alıntın nırılim ve alındı
sesimin karşılıksız bir boşluğa zerk olmasından korkuyorum
adım Mustafa, içi boşaltılmış bir dnn değilim
salt kabuktan ve kokudan ibaret değilim
tepeden indim, beni şu karpiti gören vana söylesin
beni su içerken bağışlasın nefesim
beni bir tepede gören varsa söylesin
bu zift renginden inmeyi istiyorum, buralıyım, gitmem gereken yer 
neresiyse oralıyım, yanık yerlerden gelip, yanık kokulan içinden
geçerek, -burnumun dikine- bir yangın yerine doğnı koşturuyorum.
isli dehlizlerden ve rengi mı açarak beni koyulaştıran asfalt köprü-
lerin suya değen ayaklarından tiksiniyorum, ve çirkin görünen her
yerde Mustafa'ya ait olmayan bir çirkinlik... tiksinmeyi bilen her 
yanımdan tiksiniyorum, bu beni Mustafa olmaktan alıkoyuyor. bende 
Mustafa’nın itiraz ettiği koyu bir bulut var.


dünyanın Mustafa olmaya açılan penceresinde
yani ruhun yükselen tarassut kulesinde
şu saatte gece olan her yerinde insanın
gaybı bıçak ucuyla önümüzden
almanın aynı dişlileri haykırıyor hilkate
bir sonraki sabahın ilk ışığında
aydınlık tashih edecek karanlığı
ve bütün insanlığı Mustafa’ya bağlayan
kader açığa çıkacak sonra


kader bastığımız zeminden yükselip
gökyüzünü okşayıp kubbeleşirken
tepeden inişin pandantifleri
dolduracak geçişin noksan yerini
ama bir sonraki ismine koşacak mı Mustafa?
tepe diye bilecek mi tepeden indiğini?


burada, yalnız değilim diye sevinmiyorum
adım Mustafa, kavuşamıyorum
iki kiraz bir dalda nasıl yalnızsa
ben de o şekil yalnızım artık
uzayın bir ucundan öbür ucuna
yaşamış, yaşayacak ve yaşıyor olan
her şeyin bu yalnızlığa bir katkısı var


bütün her şey kadar yalnızım artık
bütün her şey kadar yalnız değilim

28 Ekim 2013 Pazartesi

Hani Niroo & Maryam Palizban - Meykhaneh



Kourosh Yaghmaei




"Uzun zamandır dinlediğim etnik rock örneklerinden en ruhuma dokunan, en sıcak olanlarından birini paylaşmak istedim. Kısaca bilgi vermem gerekirse: Aslında bizim nasıl Barış Mançomuz varsa birzamanlar İran'ın da Kourosh Yaghmaei'si vardı... İlk solo kaydını 60'lar da İran'da kurduğu Raptures adlı beat grubuyla yaptı. 1974 yılında yukarıda dinlemekte olduğunuz Gol-e Yakh ile önemli bir çıkış yakaladı ve ilk hit'ini yakalamış oldu. Müziğinde özellikle lead gitar tınıları hakim olan Yaghmaei; İran Devrimine kadar önemli etnik & progressive rock eserleri verdi. 1979 yılında İran Devrimi sonucu uzunca bir dönem yaptığı müzik ve kendisi yasaklı konuma düştü. Bunun sonucu olarak bir dönem birçok İranlı gibi o da yurtdışında yaşamak zorunda kaldı. Heralde aynı coğraflayarda yaşamanın bir getirisi olarak İran Rock müziğinin Anadolu Rock müziği ile yakın tınılar ve hisler taşıması hiçte şaşırtıcı değildir. "

Sohrab Sapehri






SUYUN AYAK SESİ
 
Annemin sessiz geceleri için!


Kaşan şehrindenim
Fena sayılmaz halim,
Bir lokma ekmeğim var, biraz aklım,
İğne ucu kadar da zevkim.
Annem var, ağaç yaprağından daha güzel,
Dostlar, akan sudan daha iyi


Ve Allah, burada yakındadır,
Şebboylar arasında, uzun çamın altında
Suyun bilincinde,
Bitkilerin kanununda.


Ben müslümanım.
Kıblem bir kırmızı güldür,
Namazlığım bir pınar,
Mührüm ışıktır,
Ova seccadem.
Penceremi titreştiren ışık ile abdest alırım.
Namazımın içinden ay geçer, tayf geçer,
Namazımın bütün zerreleri billurlaşır,
Namaz kaybolur taş görünür,
Rüzgâr, selvilerin üstünde ezan okuduğunda,
Namaz kılarım ben.
Otların tekbirinden sonra,
Denizdeki dalganın kamedinden sonra
Namaz kılarım.


Kâbem su kıyısında,
Kâbem akasyaların altındadır.
Kâbem bir esinti gibi bahçeden bahçeye,
Şehirden şehre gider.


Hacerülesvetim bahçenin aydınlığıdır.


Kaşan şehrindenim.
İşim resim yapmaktır.
Bazen bir kafas boyar,
Size satarım.
Orda mahpus çayırkuşu, sesiyle
Yalnız gönlünüzü tazelesin diye.
Bu bir hayal, bu bir hayal, …
Biliyorum,
Tuvalim cansızdır,
İyi biliyorum,
Çizdiğim havuz balıksızdır.


Kaşan şehrindenim.
Soyum belki
Hint’de bir bitkiden gelir,
Belki “Sialk” toprağından yapılmış bir çömlekten,
Soyum belki de
Buharalı bir fahişeden gelir.


Babam, kırlangıçların iki kere gelmelerinden önce,
İki kardan önce
Babam terastaki iki uykudan önce,
Babam zamanlar önce ölmüştü.
Babam öldüğü zaman, gökyüzü maviydi.
Annem birden kalktı uykudan, kızkardeşim güzelleşti
Babam öldüğü zaman, bekçilerin hepsi şairdi.
Kaç kilo kavun istiyorsun? Diye sordu manav bana.
Sordum: Gönül hoşluğunun gramı kaça?


Babam ressamdı
Saz yapar, saz çalardı.
Üstelik iyi bir hattattı.


Bahçemiz bilginin gölgesindeydi.
Bahçemiz duyguyla bitkinin karıştığı yerdi.
Bahçemiz bakışın, aynanın ve kafesin kesiştiği noktaydı.
Bahçemiz belki de yeşil saadet çemberinin bir parçasıydı.
Tanrının ham meyvasını çiğniyordum o gün uykuda,
Suyu felsefesiz içiyor,
Dutu, bilgisiz topluyordum.


Nar dalında yarıldığında,
Elim tutkudan bir şadırvan olurdu.
Çayırkuşu şakıdığında,
Gönlüm dinleme hazzıyla yanardı.
Kâh yalnızlık, yüzünü camın arkasına dayar,
Kâh heyecan, elini duygunun boynuna dolardı.
Düşünce oyun oynardı.
Bayram yağmuru gibi bir şeydi yaşam,
Sığırcıklarla dolu bir çınar.
Işık ve taşbebek alayıydı yaşam,
Bir kucak özgürlük idi,
Yaşam, musıki havuzuydu o zaman.


Çocuk yavaş yavaş uzaklaştı yusufçuklar sokağından.
Kendi yükümü bağlayıp,
Hafif hayallerin şehrinden çıktım,
Yüreğim yusufçuk gurbetiyle dolu.


Ben dünya misafirliğine gittim.
Ben sıkıntı ovasına,
Ben irfan bağına,
Ben bilim ışığının balkonuna gittim.
Dinin basamaklarını çıktım.


Şüphe sokağının sonuna kadar,
Gönül doygunluğunun serin havasına,
Islak sevda akşamına kadar.
Ben birini görmeye gittim,
Aşkın öbür ucuna
Gittim, gittim kadına kadar,
Lezzet ışığına kadar,
Tutkunun sessizliğine,
Yalnızlığın kanat sesine kadar.


Yer üstünde neler gördüm:
Bir çocuk gördüm ay kokluyordu.
Kapısız bir kafes gördüm,
İçinde, aydınlık kanat çırpıyordu.
Bir merdiven gördüm,
Üzerinde aşk melekler âlemine çıkıyordu.
Bir kadın gördüm, havanda ışık dövüyordu.
Öğle, onların sofrasında ekmekti,
Sebzeydi, şebnem tepsisiydi,
Sıcak sevda kâsesiydi.


Bir dilenci gördüm, çayırkuşundan bir şarkı için,
Kapı kapı dolaşıp, dileniyordu.
Bir çöpçü, kavun kabuğuna secde ediyordu.


Bir kuzu gördüm, uçurtmayı yiyordu.
Bir eşek gördüm yoncayı anlıyordu.
“Nasihat” otlağında bir inek gördüm, doymuştu.


Bir şair gördüm, konuşurken bir zambağa “siz” diyordu.


Bir kitap gördüm, kelimeleri billurdan.
Bir kâğıt gördüm, ilkbahardan.
Müze gördüm yeşillikten uzak,
Cami gördüm sudan uzak.
Umutsuz bir fakih gördüm,
Başucunda sorularla dolu bir testi vardı.


Bir katır gördüm yazı ile yüklü.
Bir deve gördüm, “nasihat ve misal”in boş sepetiyle yüklü.
Bir arif gördüm “ya hu” ile yüklü.


Aydınlık götüren bir tren gördüm,
Fıkıh götüren bir tren gördüm,
Nasıl da yavaş gidiyordu.
Siyaset götüren bir tren gördüm,
(ne de boş gidiyordu)
Nilüfer tohumları ve kanarya şarkıları götüren
bir tren gördüm,
ve bir uçak, binlerce metre yüksekteyken
Penceresinden toprak göründü;
Hüthüt kuşunun tepeliği,
Kelebek kanatlarının benekleri,
Kurbağanın havuzdaki aksi,
Ve yalnızlık sokağından bir sineğin geçişi.


Bir serçenin çınardan yere indiğindeki arayış.


Ve güneşin ergenliği,
Ve oyuncak bebeğin sabah ile kucaklaşması


Basamaklar şehvet serasına gidiyordu.
Basamaklar içki mahzenine iniyordu.
Basamaklar kırmızı gülün fesat kanununa
Ve hayat matematiğinin anlamına
Basamaklar aydınlanmanın damına,
Basamaklar tecelli kürsüsüne gidiyordu.


Aşağıda, annem,
Nehrin hatırasında çay bardaklarını yıkıyordu.


Şehir görünüyordu:
Büyüyen çimento, demir, taş geometrisi,
Güvercin taşımayan yüzlerce otobüs.
Çiçekçi çiçeklerini mezata götürüyordu.
İki yasemin ağacı arasına,
Salıncak kuruyordu bir şair,
Çocuğun biri okul duvarına taş atıyordu.
Bir diğeri erik çekirdeğini,
Babasının renksiz seccadesine tükürüyordu
Ve bir keçi haritadaki “Hazar”dan su içiyordu.


Çamaşır ipi göründü, sallanan bir sutyen.


Bir at arabasının tekerleği, atın durmasına hasret,
At, arabacının uykusuna hasret,
Arabacı ölüme hasret.


Aşk göründü, dalga göründü.
Kar göründü, dostluk göründü.
Kelime göründü.
Su göründü, eşyaların sudaki aksi…
Kanın sıcaklığında, hücrelerin serin gölgeleri.
Hayatın rutubetli tarafı.
Sıkıntılı Doğu insanının yaratılışı.
Kadın sokağında serserilik mevsimi.
Mevsim sokağında yalnızlık kokusu.


Yazın eli bir yelpaze gibi göründü.


Tohumun çiçeğe,
Sarmaşığın evden eve,
Ayın, havuza yolculuğu,
Hasret çiçeğinin topraktan fışkırışı.
Körpe asmanın duvardan dökülüşü.
Şebnemin uyku köprüsü üstüne yağışı.
Neşenin ölüm hendeğinden atlayışı.
Sözün ardında geçen hadise.


Bir pencere ile ışığın savaşı.
Bir basamak ile güneşin büyük ayağının savaşı.
Yalnızlık ile bir şarkının savaşı.
Armutlar ile boş bir sepetin güzel savaşı.
Nar ile dişlerin kanlı savaşı.
“Naziler” ile naz çiçeğinin sapının savaşı.
Papağan ile güzel konuşmanın savaşı.
Alın ile soğuk mührün savaşı.


Camideki çinilerin secdeye saldırışı.
Sabun köpüğünün yükselmesine rüzgârın saldırışı.
Kelebek ordusunun “ilaçlama” programına
Yusufçuk alayının kanal işçilerine saldırışı.
Kamış kalem taburunun kurşun harflere saldırışı.
Kelimenin şairin çenesine saldırışı.


Bir devrin fethi, bir şiir eliyle,
Bir bahçenin fethi, bir sığırcık eliyle,
Bir sokağın fethi, iki selam eliyle,
Bir şehrin fethi, üç dört tahta süvari eliyle,
Bir bayramın fethi, iki oyuncak bebek ve bir top eliyle.


Bir çıngırağın katli, ikindi yatağının başında,
Bir hikâyenin katli, uyku sokağının başında,
Bir hüznün katli, bir şarkı emriyle,
Ayışığının katli, neonların emriyle,
Bir söğüdün katli, devlet eliyle,
Bir umutsuz şairin katli, bir kar çiçeği eliyle.


Yeryüzü tümüyle belirdi:
Yunan sokağında düzen gidiyordu.
Başkuş “Babil bahçelerinde” ötüyor,
Rüzgâr, Hayber yamacından, doğuya
Tarihin çer çöpünü sürüklüyordu.
Durgun “Negin” gölünde bir kayık çiçek götürüyor,
Benares’te her sokağın başında ebedi ışık yanıyordu.


Halklar gördüm.
Şehirler gördüm.
Ovalar, dağlar gördüm.
Suyu gördüm, toprağı gördüm.
Işık ve karanlık gördüm.
Bitkileri ışıkta ve bitkileri karanlıkta gördüm.
Hayvanları ışıkta ve hayvanları karanlıkta gördüm.
Ve insanı ışıkta ve insanı karanlıkta gördüm.


Kaşan şehrindenim
Ama, benim şehrim değil Kaşan.
Benim şehrim kayboldu.
Telaşla ve pür heyecan,
Gecenin öbür tarafına bir ev yaptım.


Ben bu evde,
Kimsenin adını bilmediği nemli otlara yakınım.
Bahçenin nefesini duyuyorum.
Ve karanlığın sesini bir yapraktan düştüğünde.
Ağacın arkasında aydınlığın öksürük sesini.
Her taşın deliğinde suyun aksırığını.
Baharın çatısında kırlangıcın sesini.
Ve açıp kapanan yalnızlık penceresinin saf sesini.
Ve müphem aşkın deri değiştirmesinin temiz sesini.
Kanatta uçmak zevkinin toplanmasını,
Ruhun kendi kendini tutarken çatlamasını.


Ben tutkunun adımlarını duyuyorum.
Ve damardaki kan kanununun
Ayak sesini duyuyorum.
Güvercinler kuyusunda seher çırpıntısı
Cuma gecesinin kalp çarpıntısı,
Düşüncede karanfil çiçeğinin akışı
Hakikatin, uzaktan saf kişnemesi.
Ben uçuşan maddenin sesini duuyorum.
Ve coşku sokağında inanç ayakkabısının sesini.
Ve aşkın ıslak gözkapakları üstündeki,
Ergenliğin hüzünlü musıkisi üstündeki,
Nar bahçelerinin türküsü üstündeki yağmurun sesini.
Ve gece içinde neşe şişesinin kırılmasının,
Güzelliğin kâğıt gibi parçalanmasının
Gurbet kâsesinin rüzgârdan dolup boşalmasının sesini.


Ben dünyanın başlangıcına yakınım.
Çiçeklerin nabzını tutuyorum.
Suyun ıslak kaderine,
Ağacın yeşil olma adetine aşinayım.


Ruhum nesnelerin tazeliklerine akar,
Benim ruhum, gençtir.
Ruhum bazen heyecandan kekeler,
Benim ruhum, işsizdir:
Yağmur damlalarını, duvardaki tuğlaları sayar,
Ruhum bazen yol ağzında duran bir taş gibi gerçektir.


Ben birbirine düşman iki çam görmedim,
Gölgesini yere satan bir söğüt de görmedim
Karaağaç kovuğunu bağışlar kargaya.
Nerde bir yaprak varsa, içim açılır.
Afyon çiçeği yıkadı beni varoluşun selinde.


Bir böcek kanadı gibi, seherin ağırlığını biliyorum.
Bir saksı gibi ,yeşermenin musıkîsini dinliyorum.
Bir sepet dolusu meyva gibi,
Olgunlaşmak için sabırsızlanıyorum.
Uyuşukluk sınırında bir meyhane gibiyim.
Deniz kenarında bir bina gibi,
Ebedi dalgalardan endişeliyim.


İstediğin kadar güneş, istediğin kadar bağlılık,
İstediğin kadar çoğalma.


Ben bir elmayla hoşnutum,
Ve bir papatyanın kokusundan.
Ben bir ayna, bir saf bağlılıkla yetiniyorum.
Bir balon patlasa, gülmüyorum,
Bir felsefe ay’ı ikiye bölerse, gülmüyorum.
Ben bıldırcın tüylerinin sesini tanıyorum,
Toy kuşunun karnındaki renkleri,
Dağ keçisinin ayak izlerini.
Nerde ravent yetişir, iyi biliyorum.
Sığırcık ne zaman gelir, keklik ne zaman öter,
Şahin ne zaman ölür,
Çölün uykusunda ay nedir,
Tutku sapındaki ölüm.
Ve sevişmenin ağızda bıraktığı ahududu lezzeti.


Yaşam hoş bir adettir,
Yaşamın ölüm genişliğinde kanatları vardır,
Aşk kadar sıçrayabilir,
Yaşam, alışkanlık rafına kaldırıp
Unutulacak bir şey değildir.
Yaşam elin çiçek koparma isteğidir.
Yaşam turfanda siyah incirdir,
Yazın ağzında buruk bir tat.
Yaşam böceğin gözünde ağacın boyutudur.
Yaşam yarasanın karanlıktaki tecrübesidir.
Yaşam bir göçmen kuşun gariplik duygusudur.
Yaşam uykunun dönemecinde bir tren düdüğüdür,
Yaşam uçak penceresinden bir bahçeyi görmektir.
Füzenin uzaya fırlatıldığı haberi,
Ayın yalnızlığına dokunuş,
Başka bir gezegende çiçek koklamak fikri.


Yaşam bir tabak yıkamaktır.


Yaşam sokakta bir metelik bulmaktır.
Yaşam aynanın “karesi”dir.
Yaşam çiçek “üstü” sonsuzdur.
Yaşam yer “çarpı” yüreğimizin çarpıntısıdır.
Yaşam basit ve eşit nefesler geometrisidir.


Nerede olursam olayım
Gökyüzü benimdir.
Pencere, fikir, hava, aşk, yeryüzü benimdir.
Ne önemi var
Bazen büyürse
Gurbetin mantarları?


Bilmiyorum, neden
“At soylu hayvandır, güvercin güzeldir.” derler?
Ve neden hiç kimse yarasayı kafese koymuyor.
Yoncanın ne eksiği var kırmızı laleden.
Gözleri yıkamalı, başka türlü görmeli.
Kelimeleri yıkamalı.
Kelime rüzgâr olmalı, yağmur olmalı.


Şemsiyeleri kapatmalı.
Yağmur altında yürümeli.
Düşünceleri, hatıraları yağmur altına getirmeli.
Şehir bütün halkıyla yağmur altına gitmeli.
Dostu yağmur altında görmeli.
Aşkı yağmur altında aramalı.
Yağmur altında bir kadınla sevişmeli.
Yağmur altında oyun oynamalı.
Yağmur altında yazmalı, konuşmalı, nilüfer dikmeli.
Yaşam sürekli ıslanmaktır.
Yaşam “şimdi” havuzunda suya girmektir.


Çıkaralım giysileri:
Suya bir adım var.


Aydınlığı tadalım.
Bir köy gecesini, ahunun uykusunu tartalım.
Leylek yuvasının sıcaklığını hissedelim.
Çimenlerin kanununu çiğnemeyelim.
Bağbozumunu tadalım.
Ve eğer ay çıkarsa ağzımızı açalım
Ve gecenin uğursuz olduğunu söylemeyelim.
Ateş böceğinin bahçenin bilgeliğinden
Yoksun olduğunu sanmayalım.


Sepeti getirelim
Biraz kırmızı biraz yeşil toplayalım.


Sabahları ekmekle ebegümeci yiyelim.
Her sözün başında bir fidan,
İki hecenin arasında sessizlik tohumu ekelim.


İçinde rüzgâr esmeyen kitabı okumayalım,
Ve içinde ıslak şebnem yüzeyi olmayan kitabı
Hücreleri canlı olmayan kitabı okumayalım ve
Sineğin tabiatın parmağından uçmasını istemeyelim.
Ve panterin yaratılış kapısından dışarı çıkmasını.
Ve eğer solucanlar öldüyse,
Yaşamda bir şeyin eksildiğini bilelim.
Eğer ağaçbiti yoksa, ağaç kanunları zarar görmüştür.
Ve eğer ölüm olmasaydı, neyin peşine koşacaktık.
Ve eğer ışık olmasaydı, uçuşun mantığı değişecekti.
Ve mercandan önce
Denizlerin düşüncelerinde boşluk vardı.


Ve nerdeyiz diye sormayalım,
Hastahanenin taze çiçeklerini koklayalım.


Ve geleceğin fıskiyesi nerde diye sormayalım,
Ve neden hakikatın kalbi mavidir diye
Ve dedelerimizin esintileri nasıl, geceleri nasıldı
Diye sormayalım.


Geçmiş artık canlı değil.
Geçmişte kuş şakımıyor.
Geçmişte rüzgâr esmiyor.
Geçmişte çamın yeşil penceresi kapalı.
Geçmişte bütün kâğıt fırıldakların yüzü tozlu.
Geçmişte tarihin yorgunluğu kaldı.
Geçmiş dalganın hatırasında,
Sahile vurmuş hareketsiz soğuk sedeflerdir.


Deniz kıyısına gidelim,
Sulara ağ atalım,
Suların tazeliğini çekelim.


Yerden bir çakıl taşı alıp,
Varolmanın ağırlığını hissedelim.


Eğer ateşimiz çıkarsa ayışığına söylenmeyelim.
(Bazen ateşim varken ay’ın aşağı indiğini görürüm,
Elimin melekler katına eriştiğini,
İspinozun daha iyi öttüğünü.
Ayağımdaki yara,
Yerin inişli çıkışlı olduğunu öğretti bana.
Çiçeğin hacmi kaç misline çıktı, hasta yatağımda,
Daha da büyüdü turuncun çapı, fenerin ışığı)
Ve ölümden korkmayalım,
(ölüm güvercinin sonu değildir.)
Bir cırcır böceğinin ters dönmesi ölüm değildir.
Ölüm akasyanın aklından geçer.
Ölüm düşüncenin güzel ikliminde yaşar.
Ölüm köy gecesi derinliğinde sabahı anlatır.
Ölüm üzüm salkımı ile gelir ağzımıza.
Ölüm gırtlağın kızıl hançeresinde fısıldaşır.
Ölüm kelebek kanatlarındaki güzellikten sorumludur.
Ölüm bazen reyhan koparır.
Ölüm bazen votka içer.
Bazen gölgede oturur ve bize bakar.
Ve hepimiz lezzetin ciğerinin,
Ölüm oksijeni ile dolu olduğunu biliriz.


Çitlerin arkasında yaşayan sesi var kaderin
Yüzüne kapıyı kapatmayalım.


Perdeyi açalım:
Bırakalım duygular soluk alsın.
Bırakalım ergenlik her ağacın altında yuva kursun.
Bırakalım içgüdü oyun oynasın.
Yalınayak mevsimlerin peşinde,
Çiçeklerin üstünde uçsun.
Bırakalım yalnızlık,
Türkü söylesin,
Birşeyler yazsın,
Sokaklara çıksın.


İçten olalım.
İçten olalım,
Bankada da bir ağacın altında da içten olalım.


Bizim işimiz değil kırmızı gülün sırrını anlamak.
Bizim işimiz belki de:
Kırmızı gülün büyüsünde yüzmektir.
Bilimin ötesine çadır kuralım,
Bir yaprağın cezbesiyle elimizi yıkayıp
Sofraya oturalım,
Sabah güneş doğarken doğalım,
Heyecanları serbest bırakalım,
Uzayın, rengin, sesin, pencerenin
Anlamını tazeleyelim,
Varlığın iki hecesi arasına, gökyüzünü yerleştirelim,
İçimizi ebediyetle doldurup boşaltalım,
Bilimin yükünü kırlangıçların sırtından alıp yere koyalım,
Bulutların, çınarın, sivrisineğin, yazın ismini geri alalım,
Sevdayı yağmurun ıslak basamaklarından
Yükseltelim,
Kapıyı insana ve ışığa ve bitkiye ve böceğe açalım.


Bizim işimiz belki de,
Nilüfer çiçeği ve çağımız arasında,
Hakikat şarkısının peşinde koşmaktır.


Kaşan, Çınar Köyü, yaz H.1343


Charles Baudelaire




GÖNÜLLÜ ÖLÜ
Koyu bir çamur bulup solucanlara uysam,
Bir derin çukur kazsam cânım için cihanda,
Serip kart kemikler'mi, bi yatsam, bi uyusam,
Bataklığa gömülmüş timsah gibi nisyanda.

Nefretim vasiyetler, nefretim kabirler tüm.
Avuç açacağama bidamlacık yaş için,
Sağken, akbabaları başıma üşürürüm,
Gölkanlara belensin o cenabet cesetim!

Kurtlar, gözsüz-kulaksız, benim kankardeşlerim,
Bolahenk feylesoflar, daldölleri leşlerin,
İşte size bir ölü, güloynar ve gönüllü!

Örenimin üstünde fırdönün gönlünüzce!
Var mı ölümden öte ölüye bir işkence,
Ölümü seçmiş madem ölülerle bu ölü?


Paul Celan


AKÇAKAVAK


Akçakavak, yaprağınla ak pak bakarsın ya karanlığa.
Ak düşmemişti hiç annemin saçlarına.

Kara hindiba, Ukrayna ne kadar yeşil.
Sarışın annemse dönmedi yuvasına.

Yağmur bulutu, kaynağın kurudu mu?
Benim sessiz annem ağlar tüm insanlara.

Çember-yıldız, bağlıyorsun o altın kurdeleyi,
Bir kurşunla annem kalbinden aldı yara.

Meşe kapı, kim çıkardı rezelerinden seni?
Benim tatlı annem gelemeyecek bir daha.


[Haşhaş ve Bellek, BROY, 1994, s. 15,
çev: Gertrude Durusoy/ Ahmet Necdet]

Asaf Halet Çelebi


Mara


bilmemek bilmekten iyidir
düşünmeden yaşayalım
mâra
günü ve saatleri ne yapacaksın
senelerin bile ehemmiyeti yoktur
seni ne tanıdığım günleri hatırlarım
ne seneleri
yalnız seni hatırlarım
ki benim gibi bir insansın

tanımamak tanımaktan iyidir
seni bir kere tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım
mâra

başım omzunda iken sayıkladığıma bakma
beni istediğin yere götür
ikimiz de ne uykudayız
ne uyanık

Paul Celan








Ölüm Fügü

Akşam vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve öğlenlerle sabahlarda bir de geceleri
hiç durmaksızın içmekteyiz
bir mezar kazıyoruz havada rahat yatılıyor
Bir adam oturuyor evde yılanlarla oynayıp yazı yazan 
hava karardığında Almanya'ya senin altın saçlarını yazıyor Margarete
bunu yazıp evin önüne çıkıyor ve yıldızlar parlıyor
köpeklerini çağırıyor ıslıkla
sonra Yahudilerini çağırıyor ıslıkla toprakta bir mezar kazdırıyor
bize buyruk veriyor haydi bakalım şimdi dansa 

Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve sabahlarla öğlenlerde bir de akşamları
hiç durmaksızın içmekteyiz
Bir adam oturuyor evde yılanlarla oynayıp yazı yazan
hava karardığında Almanya'ya senin altın saçlarını yazıyor Margarete
senin kül olmuş saçlarını Sulamith bir mezar kazıyoruz
havada rahat yatılıyor

Adam bağırıyor daha derin kazın toprağı siz ötekiler
şarkılar söyleyip dans edin
tutup palaskasındaki demiri savuruyor havada gözlerinin
rengi mavi
sizler daha derine sokun kürekleri ötekiler devam edin
çalmaya ve dansa

Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve sabahlarla öğlenlerde bir de akşamları
hiç durmaksızın içmekteyiz
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
senin kül saçların Sulamith adam yılanlarla oynuyor 

Sesleniyor daha tatlı çalın ölümü çünkü o Almanya'dan
gelen bir ustadır
sesleniyor daha boğuk çalın kemanları sonra sizler
duman olup yükseliyorsunuz göğe
sonra bir mezarınız oluyor bulutlarda rahat yatılıyor 

Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
sonra öğlen vakitlerinde ölüm Almanya'dan gelen bir ustadır
akşamları ve sabahları içmekteyiz hiç durmadan
ölüm bir ustadır Almanya'dan gelen gözleri mavi
bir kurşunla geliyor sana tam göğsünden vurarak
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
köpeklerini salıyor üstümüze havada bir mezar
armağan ediyor
yılanlarla oynuyor ve dalın düşlere ölüm Almanya'dan
gelen bir ustadır 

senin altın saçların Margarete
senin kül olmuş saçların Sulamith



**Celan'ın ailesi Nazi Kampında öldü .Kendi o kampta yaşamaya tutundu . Sevdiği kadını terketti ama mektuplaşmalar bir ömür sürdü . "Tanrım merhamet et" diye Almanca serzendi . Celan gibi Ingebord(sevgilisi) da intihar etti . Biri boğularak diğeri yanarak ;